Âkif’e Dair-3: Safahât’ta İstiklâl Marşı’nın Kökleri-1

Prof.Dr. Saadettin YILDIZ

 

1.Edebî Hareketlerin Birbirine ve Sosyal Olaylara Bağlılığı: 

Edebî hareketler, bir taraftan sosyal olaylara, diğer taraftan da başka edebî hareketlere bağlı  olarak ortaya çıkar ve gelişirler. Sosyal olaylar sanatçıları çeşitli yönleriyle etkileyerek onlarda bediî ihsas ve birikimler meydana getirdikleri gibi, edebî hareketler de birer estetik birikimin neticesi olarak -müteakip edebî hareketleri hazırlarlar. Bu hüküm bilhassa, sosyal muhtevalı edebî hareket ve eserler için çok daha fazla geçerlidir. Çünkü içtimaî fikirler ve duygular “anlık” değildirler; belli bir hazırlık devreleri ve belirgin bir “karşılıklı tesir daireleri” vardır. Bir sanatkârın esaslı ve geçerli bir düşünce dağarcığına sahip olabilmesi için  de, bu hazırlığa ve karşılıklı tesire mutlaka ihtiyaç hissedilir. 

Önemli sosyal olaylar, cemiyetin en hassas unsurları olan sanatçılara kuvvetle tesir eder ve bu tesir büyük edebî eserlerin doğmasında çekirdek vazifesi görür. 

Türk Tarihinin son bir asırlık bölümü, Türk’ün uzun asırlara yayılan tarihi içinde, müsbet ve menfi olaylarla dolu, enteresan ve örnek olarak incelenebilecek bir zaman dilimidir. Buna bağlı olarak edebiyatımız da fevkalâde hareketli  gelişmelere sahne olmuştur. Türk devletinin yapısında ve aydınımızın hayata bakışında meydana gelen değişmelerin edebiyatımıza -bir yönüyle kararsızlık da diyebileceğimiz – bir çeşni getirdiği mâlûmdur. Yaklaşık her on beş yılda bir “edebi mektepler” ortaya çıkardığımız bu bir asırlık zaman, sosyal olayların edebiyat üzerinde ne derece müessir olduğunu açık bir şekilde göstermektedir. 

Meselâ, yanlışı ile doğrusu ile Batılılaşma hareketleri, İmparatorluğumuzun büyük sancılarla dağılışı, Türk Milletinin “yeni bir oluşum” için verdiği son derece kompleks mücadele, son yılların menbâ ve mecrâları oldukça karmaşık ideoloji kavgaları… romanımızda, hikâye, şiir, mizah ve diğer sanatlarımızda önemli akisler bulmuştur. Tanzimat’tan günümüze kadar yazılmış olan bütün şiirler bu bakış açısıyla incelenip değerlendirilirse -şiirin buna pek az elverişli olmasına rağmen- sosyo-kültürel maceramız oldukça detaylı gözlenmiş olur.

2. Âkif’te Sosyal Olayları Değerlendirme Tarzı:

M. Âkif’in Safahât’ı, sosyal olayların edebiyata aksedişi, hayatın edebiyatı şekillendirişi noktasından incelenebilecek ideal bir örnektir. 

Ağlarım, ağlatamam; hissederim, söyleyemem;

Dili yok kalbimin, ondan ne kadar bîzârım.[1] 

demesine rağmen, sosyal olayların kendisinde uyandırdığı fikir ve duyguları -Türk şiirinde “gözleme dayalı tahkiye şiiri” çığırını da açarak- dile getiren şairin, hayat-edebiyat bağlantısını büyük bir ustalıkla sağladığı görülür. Nitekim: 

Hayır, hayâl ile yoktur benim alış verişim…

İnan ki her ne demişsem görüp de söylemişim.

Şudur cihanda benim en beğendiğim meslek;

Sözüm odun gibi olsun, hakikat olsun tek![2] 

diyerek edebiyatı, gerçek hayatı dosdoğru yansıtan bir ayna olarak düşündüğünü -bir düstur kesinliği içinde- ortaya koymuştur. 

İstiklâl Marşı hakkında söylediği: “O şiir, milletin o günkü heyecanının bir ifadesidir. Bin bir fecâyi’ karşısında bunalan ruhların ıztırablar içinde halâs  dakikalarını beklediği bir zamanda yazılan o marş o günlerin kıymetli bir hatırasıdır. O şiir bir daha yazılamaz… Onu kimse yazamaz… Onu ben de yazamam… Onu yazmak için o günleri görmek, o günleri yaşamak lâzım.[3] sözleri de, Âkif’in müşahede ettiği sosyal hayat ile, icra ettiği sanat arasındaki sıkı bağlantının işaretidir.[4] 

Mehmet Âkif’in şiirlerindeki müşahede zenginliği mâlûmdur. “Fotoğraf realizmi” de denilen bu tutum, belli bir edebî anlayışın sonucudur: “Her şeyi olduğu gibi görür, göründüğü gibi tasvir ederim. En fukarâ muhitlere gider, onları bir ressam gibi aynen tesbit etmeye çalışırım(…) Benim şiirlerimin bir vasf-ı  mümeyyizi budur: Her şeyi olduğu gibi görmek ve göstermek.”[5] diyen bir sanatkârın, sosyal olaya, çevreye ve varlığa belli bir zâviyeden ve belli bir hazırlıkla, belli bir maksat için baktığı, şiirini (edebî olayı) bu zemîne oturttuğu rahatlıkla söylenebilir. 

Mahalle Kahvesi şiiri ile ilgili şu sözlerini de, “her şeyi olduğu gibi görmek ve göstermek”teki titizliğini ifade etmesi bakımından önemli buluyoruz: “Bence en güzel yazdığım eserlerden biri (Mahalle Kahvesi)dir. Çünkü o şiirde bir mahalle kahvesinde olan şeyleri olduğu gibi görürsünüz. Hattâ muayyen bir kahveyi tasvir ettim. Kahve sahibine o şiiri okudukları zaman: 

– Bu herif muhakkak böyle kahvelerde yetişti, demiş.”[6] 

Tabiî, Âkif’in realizminin, Batıdaki ahlâklı-ahlâksız, güzel-çirkin farkına pek itibar etmeyen “mutlak realizm”den ayrı, millî romantizmle yumuşatılmış, fakat “millî endîşe”yi ön plânda tutan bir realizm olduğunu unutmamak gerekir. 

Şiire, “her şeyi olduğu gibi görmek ve göründüğü gibi tasvir etmek” anlayışı ile bakan Âkif, elbette, edebî olayı anlık duygulardan, şahsî hayal kıpırtılarından çok daha fazla, esaslı dış tesirlere ve iyi düşünülmüş bir fikrî muhtevaya oturtmayı  tercih etmiştir. Şiirin buna ne derece tahammül ettiği tartışılsa bile, Mehmet Âkif, telkîne, terbiye ve tenbîhe çok önem verir. İstiklâl Marşı’nı yazması ısrarla istenip yazmaya karar verdiğinde  söylediği şu sözler de, onun şiiri bir telkin ve aynı zamanda “heyecan” vasıtası olarak kabul ettiğini göstermektedir: “Demek ki Maarif Vekilince son çare benim yazmam imiş. Ben bir şey yazmazsam memleketi muhtaç olduğu telkin ve tehyic vasıtasından mahrum etmiş olurmuşum; o halde bunu yazmak benim için bir vazifedir.”[7] 

Sosyal olayların edebiyata intikal edişi, her sanatkârda ayrı bir tarzda olduğu gibi, aynı sanatkârın benzer sosyal olaylardan aldığı ihsaslar da farklılık gösterebilir. Çünkü her sanatkâr dünyaya kendi penceresinden bakar ve aynı sanatkârın dünyaya bakışı da zaman ve zemîne, özel bazı ruhî değişmelere göre değişebilir. Bu bakımdan, sanatkârların eserlerindeki kalın çizgileri “vahid-i kıyasî” olarak almak doğru olur. 

Sözünün odun gibi olmasına rıza göstermesine ve hayal ile alış verişi olmadığını söylemesine rağmen, Âkif’in de zaman zaman gözlemin katı kalıbı”nı  kırdığı  ve bize bu suretle “büyük heyecan şiirleri” kazandırdığı ortadadır. Çanakkale’de şehit düşen askerlerimiz için söylediği eşsiz mısraların asıl kaynağı, hiç şüphesiz, Âkif’in gözlem yeteneği değil, millet için çarpan kalbidir. 

Fakat Âkif, hayalden hakikate kolaylıkla geçebilen bir şairdir. Nitekim, tanınmış şiirlerinden Bülbül  bile -belki ânî duygulanışa bağlanabilecek nadir şiirlerinden olmasına rağmen- etkileyici bir bülbül sesinden (yakın çevre dekorundan) trajik bir sosyal olaya intikal eder ve esaslı bir tarihî perspektif ortaya koyar. Yahya Kemâl’in Açık Deniz şiirinde, çalkalanan, köpüren  deniz imajından asırlık bir med edasıyla zirvede kalan Türk tarihine uzanışı gibi, Bülbül şiirinde de feryâdı andıran bir bülbül sesinden bir millî felâkete, Bursa’nın işgalinin meydana getirdiği atmosfere geçilmiştir. 

Şüphesiz, İstiklâl Marşı da “millî endîşe-topyekûn ümit” gibi iki zıt duygunun çatışmasından doğmuş enteresan bir eserdir. Endîşe sinirleri germiş, ümit bu gerginliği çelikten bir iradeye çevirmiş ve baştan sona esaslı bir güven duygusu üzerine oturtulan İstiklâl Marşı bu “inkılâp”tan (değişimden) doğmuştur. 

Biz burada, şairin daha önce kaleme aldığı şiirlerden birtakım örnekler de kullanarak, İstiklâl Marşı’nın  Safahât’taki çeşitli şiirlere serpiştirilmiş olan “çekirdeklerini” ortaya koymaya ve böylece, uzun süreli bir şekillenişi göstermeye çalışacağız.

3. Mehmet Âkif’in Medeniyet Karşısındaki Tavrı: 

Âkif’in -tabiî büyük bir dikkatsizlik ve yanılma eseri olarak- üslûbundaki hususî yapıyı ihmal eden veya dikkate almamayı tercihte beis görmeyen bazı kimseler -ki değerlendirmeleri şahsî tercih ve dünya görüşlerinin dar çemberini aşamamıştır- Âkif’i medeniyet düşmanı olmakla suçlarlar; onun ilerlemeye, gelişmeye karış olduğunu iddia ederler. 

Kendini medenî, Türk-İslâm dünyasını vahşî sayan, buna uygun olarak “vahşîleri edepsizce te’dîbe kalkışan” Avrupalıyı tenkid etmek ayrı, medeniyet kavramına ve medeniyetin faydalı ve olumlu sonuçlarına düşman olmak ayrı şeydir. Mehmet Âkif, bize karşı tavırları medenîlikle asla bağdaşmayan, işgalci ve haksız Avrupalıyı şiddetle tenkid etmiştir. Bu tenkidin hedefi, yaşayış tarzı itibariyle Müslüman-Türk’ten çok farklı, insana bakışı yönüyle bize çok uzak olan ve muhakkak ki hakkımızda kötü emellerle dolu bulunan; hattâ, bu emellerini her fırsatta, en şiddetli tavırlarla ortaya koyan Avrupalıdır. 

Avrupa maskelidir; bize diş bilemektedir; “bizi üç lokma edip yutmak istemektedir”; doğrudan veya dolaylı olarak “memleketin harîm-i ismetine” girmiştir… Mehmet Âkif, Trablus, Balkan, I. Dünya Savaşları ve İstiklâl Savaşı’nda yok edilmek istenilen bir milletin mensubu ve  sözcüsü olarak, Avrupalının bu düşmanca tavrına, çeşitli şiirlerinde karşılık vermiştir: 

Medeniyet denilen, maskara mahlûku görün:

Tükürün maskeli vicdanına asrın, tükürün![8] 

Maskara kelimesi hem “gülünç” hem de “haysiyetsiz, rezil” anlamına gelir. Akif bu kelimeyi her iki mânâsını da düşünerek kullanmıştır. Esasen insanî ölçülerini kaybetmiş bulunması bakımından “rezil” olan Avrupa, bu rezaleti medenîlikle maskelemeye çalışması sebebiyle de “gülünç”tür. “Maskeli vicdan” tabiri, herhalde, bu mânâyı ihtiva etmektedir. 

Müslüman, fırka belâsıyla zebûn bir kavmi,

Medenî Avrupa üç lokma edip yutmaz mı?[9] 

“Medeniyyet!” size çoktan beridir diş biliyor;

Evvelâ parçalamak, sonra da yutmak diliyor.[10] 

İlki 1912, ikincisi 1913 tarihini taşıyan yukarıdaki iki beyit, Avrupalının paravan olarak kullandığı “medeniyet”in mahiyetini açık bir şekilde ifade eder. Böyle kullanılan ve bizimle münasebeti bu suretle tezahür eden medeniyeti Âkif elbette kabul ve tasdik edemezdi. Nitekim, 1919’da kaleme alınan Âsım adlı uzun şiirde şairin bu tavrı çok daha sert, fakat çok daha açık bir hale gelmiştir: 

Âh o yirminci asır yok mu o mahlûk-ı asîl,

Ne kadar gözdesi  mevcud ise hakkiyle sefil.

Maske yırtılmasa hâlâ bize âfetti o yüz…

Medeniyyet denilen kahbe, hakikat yüzsüz.[11] 

Örneklerde de görüldüğü gibi, Mehmet Âkif’in medenîlik iddiasındaki Avrupalı için kullandığı sıfatlar ağır, üslup bir hayli serttir. Bu tutumu izah ederken, maddî imkânları bizim imkânlarımızla kıyaslanamayacak kadar geniş olan Batı ile giriştiğimiz mücadelenin asla katlanamayacağımız bir hüsranla sonuçlanabileceği endişesi de hesaba katılmalıdır. Ayrıca, “Hasta adam”a son darbeyi vurmak ve onu bütün mirasıyla birlikte yok etmek ihtirasındaki Avrupa karşısında, hele o günleri fevkalâde şartları içinde daha yumuşak olmanın, başka bir tabirle “kibarlık” göstermenin ne kadar mümkün ve lüzumlu olduğu üzerinde de düşünmek lâzım gelir. 

Şu da var ki, olaylara tek taraflı ve maksatlı dolarak yaklaşmak, hiçbir zaman sağlıklı bir netice doğurmaz. Mehmet Âkif’in şiirlerinden medeniyeti açıkça davet eden mısraların sayısı, kendisine, “medeniyet düşmanı” denilmesine sebep olan mısralardan hem çok daha fazla, hem de çok daha samimîdir. 

Bir baksana, gökler uyanık, yer uyanıktır;

Dünya uyanıkken uyumak maskaralıktır![12] 

diyen bir insan, medeniyet düşmanı, ilim düşmanı olarak suçlanamaz. Kaldı ki Âkif, medeniyet ve ilim karşısındaki gerçek tavrını gayet açık olarak şu mısralarda ifade etmiştir: 

Alınız ilmini Garb’ın, alınız san’atını,

Veriniz hem de mesâînize son sür’atini.

Çünkü kaabil değil artık yaşamak bunlarsız;

Çünkü milliyeti yok san’atın ilmin; yalnız…[13]

                                   

Sade Garb’ın yalınız ilmine dönsün yüzünüz.

O çocuklarla beraber, gece gündüz, didinin;

Giden üç yüz senelik ilmi tez elden edinin!

Fen dîyarında sızan nâ-mütenâhî pınarı,

Hem için, hem getirin yurda o nâfî suları.

Aynı menbâları ihyâ için artık burada,

Kafanız işlesin, oğlum, kanal olsun arada.

Yarının ilmi nedir, halbuki? Gayet müdhiş;

“Maddenin kuvve-i zerriyyesi” uğraştığı iş.

O yaman kudrete hâkim olabilsem diyerek,

Sarf edip durmada birçok kafa, binlerce emek.

Onu bir buldu mu artık; bu zemin başka zemin

Çünkü bir damla kömürden edecekler te’mîn

Öyle milyonla değil, nâ-mütenâhî kudret…[14]

 

Mehmet Âkif’in Avrupalıyı medeniyetle özdeşleştirilerek muaheze ettiği şiirlerinden biri de İstiklâl Marşı’dır. Daha önceki şiirlerinde “maskara mahlûk”, “kahbe”, “yüzsüz” sıfatları ile tavsif ettiği Avrupalıyı, İstiklâl Marşı’nda “tek dişi kalmış canavar” olarak nitelendirir.

 

Garb’ın âfakını sarmışsa çelik zırhlı duvar,

Benim îman dolu göğsüm gibi serhaddim var.

Ulusun, korkma, nasıl böyle bir îmânı boğar

Medeniyyet denilen tek dişi kalmış canavar?

 

Arkadaş yurduma alçakları uğratma sakın;

Siper et gövdeni, dursun bu hayâsızca akın.

Doğacaktır sana va’dettiği günler Hakk’ın,

Kim bilir, belki yarın, belki yarından da yakın.

 

kıtalarında şair, daha önceki şiirlerinde çeşitli vesilelerle söylediklerini toparlamış, böylece, hem medenîlik iddiasındaki Avrupalıya kesin teşhisini koymuş, hem de Türk’ün iman gücünü, üstüne teknik kuvvete mukavemetin en geçerli silâhı olarak göstermiştir. Çünkü o, Âsım’ın Çanakkale’de şehit düşen askerlerimiz için söylenen mısralarında da dile getirdiği gibi, “ilâhî yapı” olarak nitelediği insanın, kendi yapısı olan teknik âletler karşısında daima kuvvetli olduğuna, insan yapısı olan en kuvvetli tabyaların bile insanın iman ve iradesine boyun eğmek zorunda kalacağına inanır.[15]  

Âkif’in İstiklâl Marşı’nda  Avrupalı için “tek dişi kalmış canavar” demesi de, yurdumuza saldıranları “alçak”, akınlarını “hayasızca” olarak vasıflandırması da daha önce üzerinde durduğu hususların özeti mahiyetindedir. Bizim Batı ile ve Batı medeniyeti ile olan münasebetlerimiz nasıl uzun bir süreye yayılıyorsa, Âkif’in şiirlerinde Batı medeniyeti meselesi de, buna bağlı olarak, geniş bir yer bulmuştur. Muhatabı bulunduğumuz o sosyal olaylar kompleksi, şairi uzun süre ve derinden etkilemiştir. 

 

(Devamı var)

 

[1] Safahât, s.3 (Bu yazıda, Safahât’ın İnkılâp ve Aka Kitabevleri’nce 1966’da yapılan yedinci baskısı esas alınmıştır.)

[2] ?ki Arkada? Fatih Yolunda, Safahât, s. 240 

[3] E?ref Edib, Mehmet  Âkif-Hayatı ve Eserleri, II. Baskı, İstanbul 1938, s.164.

[4] Tabiî, İstiklâl Marşı’nın yalnızca bir müşahade şiiri olmadığı, orada coşkun bir ruhun önemli bir tayin edici faktör olduğu gerçeğini unutmuyoruz. Fakat o ruh coşkunluğunun en önemli sebebi de -şüphesiz- içinde yaşanılan ve şairin bizzat müşahade ettiği günlerin  bunaltıcı havasıdır.

[5] Eşref Edib, a.g.e., s. 263.

[6] Eşref Edib, a.g.e., s. 263.

[7] M. Emin Erişirgil, İslâmcı Bir Şairin Romanı , s. 436-437.

[8] Safahât, s. 199, “Hakkın Sesleri”, 1912

[9] Safahât, s. 178, “Süleymaniye Kürsüsünde”, 1912

[10] Safahât, s. 206, “Hakkın Sesleri”, 1913

[11] Safahât, s. 425, “Âsım”, 1919

[12] Safahât, s. 218, “Hakkın Sesleri”, 1913

[13] Safahât, s.186, “Süleymaniye Kürsüsünde”, 1912

[14] Safahât, s. 443, “Âsım”, 1919

[15] (bkz. Safahât, s.425…427)

Yazar
Saadettin YILDIZ

Saadettin Yıldız, 1946 yılında Sivas Şarkışla Demirköprü köyünde doğdu. Yedi sekiz yaşlarındayken, öğrenim için köyünden ayrıldı. İlkokuldan sonra hep yatılı okudu. Pamukpınar İlköğretmen Okulu'nu, Ankara Yüksek Öğretme... devamı

Bu websitesinde farkı kaynaklardan derlenen içerikler yayınlanmakta olup tüm hakları sahiplerinindir. Sitedeki içerikler atıf gösterilerek kaynak olarak kullanlabilir. Yazıların yasal sorumluluğu yazara aittir. Tüm Hakları Saklıdır. Kırmızlar® 2010 - 2024

medyagen