Hanefîlik-Mâturîdîlik

Prof. Dr. Ethem Ruhi FIĞLALI

Mezhepler Tarihi hocası Prof. Dr. Ethem Ruhi Fığlalı’nın Kastamonu Üniversitesi İlahiyat Fakültesi’nce Hanefîlik-Maturidîlik konusunda 5- 7 Mayıs 2017 tarihinde düzenlenen IV Uluslararası Şeyh Şa’bân-ı Velî Sempozyumu Değerlendirme Oturumu’nda yaptığı konuşmanın metnidir.

Tertip Heyeti ve değerli yöneticiler, herhalde, ülkemizde, şu anda hayattaki en yaşlı ve en kıdemli mezhepler tarihi hocası olduğum için, bilgi şölenimizin değerlendirme oturumunda benim de konuşmamı istediler. Onların bu kadirşinas ve vefakâr tutum ve davranışları, ülkemizin ilim ve irfan hayatı adına hakikaten takdîr ve tebcîle şâyandır. Teşekkür ederim.

Böylece onlar, bendenize, hem bu toplantıyı fikirleriyle fevkalâde kıymetli kıldıklarına inandığım ve her biri ilâhiyat dünyasının yüz akı olan ve kendileriyle hep iftihar ettiğim sevgili talebelerimi ve meslektaşlarımı bir kere daha görmek, dinlemek ve değerli fikirlerinden istifade edebilmek; hem de başta biz Türkler olmak üzere bütün Hanefî-Mâturîdî Müslümanlar için son derece önemli bir konunun görüşüleceği bu bilgi şölenine katılma şerefini ve iftiharını sizlerle paylaşabilmek fırsatını bahşettiler. Bundan dolayı da şükranlarımı ve takdirlerimi sunarım.

Sayın Konuklar,

Programa göre, iki gün gibi çok kısa sürede ve çok yoğun bir program çerçevesinde, sadece Türk düşünce tarihinin değil, bütün bir İslâm düşünce tarihinin ve İslâm dünyasının iftiharı ve yüz akı olan muhteşem bir ana akımı, Hanefîlik ve Mâturîdîliği konuştuk.

Bu ana akımın mümtaz mümessilleri olan İmam Âzam Ebû Hanife ve İmam Ebû Mansur el-Mâturîdî, tek cümle ile ifade etmek istersek, Müslümanlara, Kur’an’ın emrine itaatla, “ataların izini takip eden” değil Yüce Allah’ın yaratılmışlar arasında sadece insanoğluna bahşettiği “aklı” ve aklın verilerini kullanarak bilgi, îman, adâlet, liyâkat, ehliyet ve ihsanla donanmalarını; dolayısıyla mutlaka sorumluluk bilincine sahip “özgür bireyler” olmalarını öğütlemiş ulular ulusu iki büyük önderdir.

♦ ♦ ♦

Bildiğimiz gibi Müslümanlar,  Hülefâ-i Râşidîn dönemindeki fetihlerle Hicaz bölgesinin dışına çıkmışlar ve neticede İslâm, tarihin kaydettiği en kısa sürede, bütün Mezopotamya, Doğu ülkeleri ve Kuzey Afrika’nın hâkim dîni haline gelmiştir.

Ahlâk ve adâletin öncülüğünde bilgiyi, îmanı ve aklı baş tâcı kılan Müslümanlar, bu topraklarda yaşayan henüz Müslüman olmuş pek çok yeni kavim ve milletle karşılaşmış; başka bir ifade ile günümüzde “çoğulcu” dediğimiz toplum yapısı ile tanışmış ve onlara ahlâkın,  adâletin, bilginin ve hikmetin, ehliyet ve liyakatın din için vazgeçilemez olduğunu göstermişlerdi.[1] Bunun içindir ki İmam Mâturîdî, “aklî olan” aynı zamanda “ahlâkî olan”dır, der. Sevgili talebem, değerli genç araştırıcı Hanifi Özcan”a göre, “bu demektir ki, doğru düşünmemizi sağlayan ilkeler ile dürüst davranmamızı sağlayan ilkeler aynı ilkelerdir.” [2]

Ancak Emevîlerle başlayan “saltanat” egemenliği, bilgiyi, aklı, hikmeti ve îmanı yanlış ve dar kalıpların içine sıkıştırıp insanları edilgen kılan kaderci bir anlayışa mahkûm etmiştir. Nitekim bu anlayışın körüklediği egemenlik ve iktidar hırsı, İslâm’ın âdil ve dinamik yapısını öylesine tahrib etmiştir ki, Müslümanlar özgürce akıllarını kullanmak suretiyle bütün fikir ve görüşleri dinleyip en güzeline uymak ve selefleri gibi tarihin akışını değiştirecek derecede ve güçte etkili, ehliyetli, dirayetli ve liyakatlı olmak yerine, kendilerine sunulanı sorgusuz sualsiz kabul eden; yöneticilerin, egemen güçlerin ya da mezhep imamlarının görüşlerini âdeta din ile aynîleştirerek/özdeşleştirerek onları taklid eden zümreler haline dönüşmüşlerdir.

Oysa İslâm, her şeyden önce  “ahlâk” ve “adâlet” temelli bir dindir. Ahlâk, uzmanların ittifakla belirttikleri gibi, her şeyden önce bir “ilişki”dir. Bir kişi ile bir kişi, kişi ile toplum, bir toplum veya bir insan ile Tanrı arasında hür ve belirli bir niyete bağlı (kasdî/amaçlı) bir ilişkidir. Bu ilişki bir davranış veya bir “tutum”a dayalı olan ve mutlaka bir sonuç ve sorumluluk doğuran bir ilişkidir. Ahlâka konu olan eylem, ya medhi (övgüyü/yüceltilmeyi) ve sevabı (ödülü); ya da zemmi (kınanmayı) ve ikabı (cezalandırmayı) gerektirir.

Esasen Kur’ân açısından bir eylemi ahlakî kılan şey, bu ahlakî ilişkiye katılan tarafların her ikisine, yani fiili işleyen ile işlenene sağladığı mutluluk, sevinç, haz ve fayda oluşudur.

İşte bu noktada şu soruyu cevaplamakta zorlanıyoruz:

İslâm düşüncesinde neden ahlâkın objektifliğini savunarak onu büyük ölçüde “akıl” ile temellendiren Mu’tezile ve Mâturidî okullarının öğretileri değil de, subjektifliği savunarak “vahiy” ile izah eden Eş’arî okulunun görüşleri resmîleştirilmiş ve bu öğretinin tabiî sonucu olan “edilgen insan tipi” nin yaygınlaşması istenmiştir?

Acaba bunun arkasında, kendilerine tâbi olanları Allah’ın mutlak kudret ve iradesi ile O’nun değişmez takdîrini gerekçe göstererek itaata ve tereddütsüz bağlılığa sevk etme becerisi gösteren yönetici ya da egemen sınıfın siyaseti mi yatmaktadır?

Oysa Kur’ân, Hz. Peygamber’e (s.a.s.) emrolunan ve onun da mü’minlere teblîğ ettiği “doğru yol”dan ayrılmamak şartıyla, o güne kadar “ataların izinden” yürümeyi sünnet bilmiş Arapların bilmedikleri ya da kullanmaya yanaşmadıkları yeni bir şeyi mutlaka yerine getirmelerini istemiştir. O da, insanların dinin hakikatini anlamak için düşünmeleri ve akıllarını kullanmalarıdır.

Çünkü dinin her türlü emir ve yükümlülükleri, bunları değerlendirme ve hakikatini anlama gücüne sahip insana, insanın aklına yönelmiştir. Bu durumda Allah’a iman etmenin ve O’nu tanımanın tek yolu da akıl’dır, bilgi’dir.

Kalbin/insanın manevî bütünlüğünü akletmesi, yani aklî melekelerini çalıştırması, ahlâk ile aralarındaki ilişkiyi sağlamlaştırması ve hattâ ahlâkla bütünleşmesi demektir. Çünkü Kur’ân’da “akletmek” ile “ahlâklı olmak” sanki örtüştürülür. Nitekim “‘a-ka-le” fiilinin türevlerinin kullanımları da buna işaret eder. Aslında Türkçemiz,  “uslu” kelimesi ile bu örtüşmenin en ilgi çekici birlikteliğini sunar. Dilimizde “uslu olmak”, “akıllı”, ama daha da fazlasıyla “ahlâklı olmak” demektir.

Buradan nereye gelmek istiyorum?

Kur’ân-ı Kerîm’e göre Allah’ın iradesi ve beyanı, ahlâkî değerin, ahlâk kanununun nedeni değil; sadece insanların ahlâklı olmalarının, ahlâklı yaşamalarının nedenidir. Yani ahlâkî bir değer ya da emir, Allah emrettiği ya da beyan ettiği için iyi ve mükemmel değildir.

Fiiller / eylemler ve “şey”ler, vahiyden önce de, doğalarında iyilik ya da kötülüğü taşırlar.

İnsan aklederek bir fiilin veya bir ahlâkî değerin “doğru” ve “iyi” olduğunu bulabilir. Esasen Allah da onu “iyi” ve “doğru” bir ahlâkî değer olarak görmektedir.

Meselâ Mâturidî’ye göre fiiller ve şey’ler, vahiyden önce de kendi doğalarında iyiliği/kötülüğü, doğruluğu/yanlışlığı taşırlar. Aklen mümtenî, yani olması veya gerçekleşmesi mümkün olmayanı, vahiy de mümtenî görür. Aklen vacip/zorunlu/farz olanı, vahiy de vacip görür. Aslında vahiy, aklen mümkün olanı tasrih eder, açıklığa kavuşturur. Zamanla insan, hevâ ve hevesine uyarak ahlakî normları keyfîleştirdiğinden dolayı, Allah peygamber göndererek bunları düzeltir.[3]

Bu öğreti ise, çok açık ve kesin bir biçimde, yapıp-etmelerinden dolayı doğrudan insanın sorumlu olduğunu; çünkü onun işlediği fiillerini, aklı ve iradesi ile bizzat kendisinin tercih edeceğini ve etmekte olduğunu göstermektedir.

İslâm düşünce tarihinde iki önemli düşünce okulunun en meşhuru olan Eş’arîlik ise, bu görüşün tam aksini savunur. Yani İlâhî irade, ahlâkî değerin ve ahlâk, kanunun nedenidir. Bunun anlamı kısaca şudur: İyi veya kötü, Allah öyle istediği ve bildirdiği için iyi veya kötüdür.

Müslüman yöneticilerin pek iltifat etmediği, hattâ hiç aldırmadığı, ama aslında İslâm düşüncesinin çok değerli okullarından Mutezile’ye ve İmam Mâtüridî’ye göre ise insan, iyi veya kötünün iyilik veya kötülüğünü aklı ile bilir.[4] Bunun anlamı da şudur:

İyi veya kötü olarak işlenen her işin sorumluluk ve yükümlülüğü, doğrudan insana ve insanın aklına aittir.

Kur’ân’ın, yani İslâm’ın mesajının özü bu olmasına rağmen, bu fevkalâde yüce mesajı hayata geçirme işinde her zaman başarılı olunduğu söylenemez. Maalesef tarih boyunca bu özden, bu yüce mesajdan ciddî sapmalar olmuş ve çok kötü bozulmalarla karşılaşılmıştır.

Nitekim her din gibi Müslümanlık da bölgeler, toplumlar ve toplumlara egemen olma hırsı ile yanıp tutuşan siyasetçiler ve din bilginlerinin elinde dönüştürüldüğü “sistem” açısından, önemli ölçüde aslî ve öz yapısından, temel mesajından uzak bırakılmıştır.

Ebu Hanîfe ve İmam Mâturîdî ise, Kur’an’ın özünü ve esas mesajını bi-hakkın tespit ve teslim ettikleri için Müslümanların meselelerine çare olacak aklı ve akıl yürütme metodunu geliştirip kullanmışlardır. Neticede Hanefîlik ve Mâturîdîlik, Horasan-Mâverâünnehir başta olmak üzere Orta Asya, Afganistan, Hindistan, Pakistan, Doğu Türkistan, Malezya, Endonezya, Kafkaslar, Rusya, Türkiye, Orta Doğu ve diğer bölgelerde Müslüman olarak yaşayan kitleler arasında yayılmış ve bu tesir bugünlere kadar devam etmiştir. Hattâ İmam Mâturîdî’nin öncülüğünde Semerkant’ta doğan ve daha sonraki takipçileri tarafından Türk toplulukları arasında yayılan Mâturîdîlik, Türk topluluklarının dinî, içtimaî ve medenî birliğinde çok önemli bir rol oynamıştır.

Ancak ne hazindir ki, İslâm dünyasının genelinde ve hattâ Hanefî-Mâturîdî olduğunu söyleyen Osmanlı sarayında ve medreselerinde bile gereken ilgi ve kabulü görememiş, ihmal edilmiş; mensubiyet ve bağlılık, sadece bir söz olmaktan öteye geçememiştir. Araştırıcılar İmam Mâturîdî’nin ihmal edilişi hakkında muhtelif sebepler ileri sürerler.[5] Bu hususta “İmam Mâturîdî ve Mâturîdîlik” başlıklı muhalled bir seçki hazırlayan kıymetli öğrencimiz ve meslektaşım Prof. Dr. Sönmez Kutlu’nun şu sözlerini, vaktinizi almak pahasına okumak istiyorum:

“Mâturîdî’nin Hanefîler dışında kasıtlı olarak ihmal edilmesinin sebeplerinden birisi, Eş’arî, İbn Kullâb, Kalânisî ve benzerleri gibi, eserlerinde Ehl-i Sünnet’i savunmamış olması ve Ehl-i Sünnet ve’l-Cemaat veya benzer kavramları hiç kullanmamış olmasıdır. Bunun yerine Ebû Hanîfe’nin izinden giderek Mutedil Mürcie’nin görüşlerini savunmuş ve ‘Övülen Mürcie’ (ircâ’ el-mahmûd) fikrini benimsemiştir. O dönemlerde birçok açıdan makâlât geleneği standartlaştığı için, Ebû Hanîfe ve Ashâbı Mürcie’nin bir alt grubu olarak zikredilmiştir…

(Ayrıca) Mâturîdî’nin Muhammed b. Kerrâm ve diğer sufilerin anlayışlarını eleştirmesi, sezgiyi/ilhamı reddederek akla önem vermesi, daha sonra sufilikle eklemlenen Ehl-i Sünnet çevrelerinde kabul görmesine ve öne çıkmasına engel olmuştur. Çünkü kendi öğrencisi Ebû’l-Kâsım Hakîm es-Semerkandî ve Ebû’l-Leys es-Semerkandî’nin eserlerinin daha yaygın olmasına ve çok tanınmasına, onların sufî düşünceyle ilgilenmeleri ve bu konuda eserler yazmış olmaları sebep olmuştur.  Hanefi çevrelerin onu ihmali konusunda bir kasıt aramak yerine, Ebû Hanîfe’nin otoritesini gölgeleme endişesinin etkili olduğu kanaatindeyiz. Ne zaman ki Şafiilik ve Malikilik kendilerine Eş’arî’yi itikadî görüşlerinde önemli bir şahsiyet olarak öne çıkarmaya başladılar, o zaman Hanefiler de Eş’arî’ye rakip olarak Mâturîdî’yi imam edindiler….”.[6]

Aziz Dostlar,

Hepimiz çok iyi biliyoruz ki Kur’ân, İmam Mâturîdî’den birkaç yüzyıl önce, Hz, Peygamber’e (s.a.s.) emrolunan ve onun da mü’minlere teblîğ ettiği “doğru yol”dan ayrılmamak şartıyla, o güne kadar “ataların izinden” yürümeyi sünnet bilmiş Arapların bilmedikleri ya da kullanmaya yanaşmadıkları yeni bir şeyi mutlaka yerine getirmelerini istemiştir. O da, insanların dinin hakikatini anlamak için düşünmeleri ve akıllarını kullanmalarıdır.  Çünkü dinin her türlü emir ve yükümlülükleri, bunları değerlendirme ve hakikatini anlama gücüne sahip insana, insanın aklına yönelmiştir.

Bu sebepten İmam Azam Ebû Hanîfe ve İmam Mâturîdî, inanma ile bilgi arasındaki ilgi ve ilişki konusunu fevkalâde derin ve isabetli, eskilerin tabiri ile, ‘arîz-‘amîk bir biçimde açıklamışlardır.

Kur’ân’ın inananları sürekli kendi iradeleri ve gayretleriyle bilimsel bilgiye ulaşmaya teşvik özelliği, her şeyden önce, onun, körü körüne inanan insanlar değil, bilgili, araştırıcı, soran, sorgulayan, düşünen ve akıllarını kullanan bir aydın mü’minler topluluğu meydana getirmek isteğinin açık delilidir.

Esasen Kur’ân’ın bu amacı, tekrar edelim ki,  insanlara ahlâk, tarih, coğrafya, hukuk, tıp, teknik ve benzeri alanlarda hazır bilgiler vermek değil, onların îmân ve ahlâkî irade ile donanmış hikmet sahibi, âdil ve aklını kullanan kimseler olarak, özellikle bu alanlarda “bilimsel bilgi”ye ulaşmaya çalışmalarını ve elde ettikleri bilgileri aynı inanç ve ahlâkî yaklaşımla insanlığa sunmaları için gerekli yolları ısrarla ve çok çeşitli örneklerle göstermektir.

Nitekim Kur’ân-ı Kerîm’de kıssaların ve aynı konuların sık sık tekrar edilmesinin temel sebeplerinden biri de budur.  Ayrıca bu emirler ve tavsiyeler, insanların inanma ve Kur’ân-ı Kerîm’i kabul etmede tam bir fikir ve hareket serbestliği içinde bulunuşlarının da ifadesidir; çünkü Kur’ân’ın takip ettiği usûl/yöntem,  iknâ ve telkîn metodudur. Telkîn, ancak akıl sahibi olan insanda mâkes bulur.

Bu sebepten Kur’ân-ı Kerîm, “düşünmek”, “tefekkür etmek”, “ibret almak” şeklinde ifade edilen akıl üzerinde ısrarla ve önemle durur. Kur’ân’a göre akıl, hakemdir ve doğruyu eğriden ayırmak üzere başvurulan esaslı bir prensiptir. İmam Mâturîdî’ye göre de Allah aklı yararlı ile zararlıyı belirlemede, iyi ile kötüyü ayırt etmede kullanılması gerekli bir vasıta olarak yaratmıştır.[7] En önemlisi de akıl, insanı Allah’ın ayetlerini anlamağa muktedir kılan insan yeteneğini ifade eder.[8]

Burada Allah’ın ayetleri ile akıl arasındaki çok önemli bir ilgiye dikkatinizi çekmek istiyorum. Allah ile insan arasında iki çeşit haberleşme vardır. Biri sözlüdür, her iki taraf da insanın dilini kullanarak meramını anlatır; ikincisi ise sözsüzdür. Allah, evrenin/tabiatın ayetlerini/delillerini/işaretlerini kullanarak, insan da vücudunun hareket ve işaretlerini kullanarak meramını anlatır. Her iki halde de haberleşmeyi Allah başlatır. İnsan Allah’ın hitabına cevap vermek durumundadır. Tanrı’dan insana doğru konuşmanın tipik bir örneği olan vahiy, hem Allah’ın sözlü ayetlerini hem de tabiatın sözsüz ayetlerini içerir ve Allah, bu ikisi arasında bir ayırım yapmaz. Çünkü her ikisini de ancak düşünen, araştıran, aklını kullanan öz akıl sahipleri anlayabilirler.[9] (İnne fî zâlike le-ayâtin li-kavmin ya‘kılûne=Şüphesiz bunda nice deliller ve ibretler vardır; fakat bunları anlayabilmek için aklın kullanılması gerekir.–  Rûm 30/ 23–24)

“Ayet” kelimesi,  İslâm öncesi Arap dilinde de kullanılmıştır, ama o zaman dinî anlamda değil, sadece ve daima tabiat ile ilgili olarak kullanılmıştır. Bu da, İslâm düşüncesi ile Batı düşüncesi arasındaki farklılığın temel ayırım noktalarından birini teşkil eder.

Sayın Konuklar,

Ülkemiz İlâhiyat Fakültelerindeki İslâm Mezhepleri tarihçileri olarak, münhasıran dinimiz ve din hayatımızın tezahürlerini tanımak ve değerlendirmek; İslâm dünyasının sorunlarını tartışmak amacıyla ya da münhasıran bazı meselelerin tedkiki için yaklaşık on yıldan bu yana hemen hemen her yıl, buradaki gibi, çalıştaylar, bilgi şölenleri düzenledik. Sağlığım müsaade ettiği her vakit bu toplantılara katılmaktan fevkalâde haz duydum ve toplantılardan iftiharla ayrıldım. 1955’lerden bu yana bir ilâhiyat ve mezhepler tarihi talebesi olarak, meslektaşlarıma ve insanımıza hitab etme fırsatı bulduğum her zaman ve her fırsatta, bir hususu ısrarla dikkatlere sunmaya çalıştım. O da kısaca şudur:

Bilindiği üzere İslâm, Arapça silm kökünden gelen bir isimdir ve “teslim olma; gönülden boyun eğme; itâat etme; bağlanma” anlamlarına gelir. Bir diğer anlamı da “barış” ve “esenlik”tir. Bu da bir kimsenin gerek maddî gerek manevî ve ruhî anlamda barışa ve esenliğe ulaşabilmesinin, ancak Allah’a gönülden teslim olması ve bağlanması ile mümkün olabileceğini ifade eder.

Gönülden inanarak yaşanan böyle bir hayat, insanın kalbine huzur, esenlik ve barışı getirir ve böylece, geniş anlamda, toplumda ve evrende huzur ve barış sağlanmış olur.

Esasen “İslâm” kelimesinin “esleme” şeklinde fiil olarak kullanılması halinde, “o kendini teslim etti” veya “o huzur ve barışa erdi” anlamları kastedilmiş ve neticede de Müslüman olan kişinin Allah ve diğer insanlarla barış halinde olduğu ifade edilmiş olur. “…Kendini bütünüyle Allah’a teslim eden (esleme) ve başkalarına da iyilik eden kimse, ecrini Rabbinden alacaktır. Artık onlara korku yoktur ve üzülmeyeceklerdir de.” (Bakara, 2/112) âyeti, bunun çok açık örneğidir.

İşte Kitâb-ı Mübîn’in teblîğ ve ta’lîm ettiği  “Din”, yani “İslâm” budur; özü itibariyle “barış”, “esenlik” ve “teslimiyet”ten ibaret bir dindir.

Milâdî 610 yılında Mekke’de Hz. Muhammed (s.a.s.)’e indirilen ilk âyetle başlayan bu “esenlik”, “teslimiyet” ve “barış” hayatı, yani “islâm”, Medîne’de “son” ve “ekmel” dîn hüviyetini kazanarak mutlak bir uyanışın, insanlığın muhtaç olduğu kurtuluşun, huzur ve saadetin bitip-tükenmeyecek kaynağı olduğunu cümle âleme ilân eylemiştir.

Kaynaklar bize, en azından Hz. Peygamber zamanının, Kitâb ve Sünnet’in onun ilâhî-beşerî dirayeti ile ikame edildiği, “gecesi gündüze benzeyen bembeyaz nurlu ufukların” hâkim olduğu bir devir olduğunu bildirir.

Ancak Hz. Peygamber’in vefatından çok kısa sayılabilecek bir süre sonra ortaya çıkan olaylar, insanların bu dîni, Hz. Peygamber’in teblîğ ve telkîn ettiği ve yakın dostlarının, önde gelen sahâbenin benimseyip yaşadığı gibi “algılamadığını” göstermektedir. Demek ki o zaman da, bugün de, İslâm’ın ve Kur’an’ın okunmasında, algılanmasında, anlaşılmasında ve yaşanmasında ciddî sorunlar var!…

Öyle ki, bugün artık İslâm dünyasının insanları da yöneticileri de onun “barış”, “esenlik”, “huzur ve sükûn” emreden hayatı yerine kavgacı, kaba, hoyrat ve ürkütücü bir ucûbeyi (hâşâ!) “işte gerçek İslâm” diye pazarlamakta; cehaletlerini  “dindarlık”, çıkarlarını, saldırganlıklarını ve vahşî cinayetlerini de “cihad-ı fî sebîlillah” olarak takdim etmektedirler.

Bugün hemen istisnasız her İslâm ülkesinde, ama galiba en yaygın olarak da Ortadoğu’da Müslümanların iktisâdî, içtimâî ve kültürel bütün mes’ele ve müesseseleri, fiilen veya dolaylı yollardan ya İslâm öncesi şirk zihniyetinin egemen olduğu alışkanlıkların yahut da mezhep ve cemaat taassubunun şekillendirdiği ve yönlendirdiği çirkin siyasetin ellerinde bulunmaktadır.

Bu öyle bir taassuptur ki, mensup olunan mezhep ya da cemaat “din” ile özdeşleştirilmiş, hattâ bazı açılardan dinin bile önüne geçirilmiştir.

Nitekim geçen yıllar ve aylarda, gündemimizin ilk sıralarında yer alan ve hemen hemen Müslüman memleketlerin hepsinde su içer gibi Müslüman kanı içen, Müslüman kardeşlerinin yüreklerini söküp yiyen canavarların oluşturduğu Işid, el-Kâide ve onun Suriye şubesi en-Nusra, Hizbullah ve benzeri ideolojik örgütler hâlâ cirit atıyorlar.

Ne hazin ve ne cür’ettir ki, bu vahşet dolu cinayetler “Allahu Ekber” nidalarıyla başlıyor; vahşetin adı ve sıfatı da (hâşâ!) “cihâd-ı fî sebîlillah” oluyor.

İşte yirminci ve yirmi birinci yüzyılın başımıza ördüğü devasız dert ya da püsküllü belâ, İslâm dünyasının cehaletin pençesi altında kendi kendini yok etme yarışına düşmesi ve en hazini de başına gelenlerin (hâşâ) Allah’ın takdiri olduğunu söyleyip sorumluluktan kurtulacağını sanmasıdır.

Daha önceki yıllarda da ifade ettiğim bir hususu tekrar gündeme getiriyorum:

Şu husus çok açık ve kesin olarak bilinmeli ve inanılmalıdır ki,  İslâm düşünce hayatında vücud bulmuş ve dînin, yani İslâmiyet’in anlaşılma, algılanma ve yaşama biçimlerini yansıtan mezhepleri ve bunlara bağlı dinî akımların dünlerini ve bugünlerini bütün yönleriyle her açıdan tanımadıkça günümüzün din anlayışını, din hayatının meselelerini ve en önemlisi de siyasî ve toplumsal olay ve olguları kavrayabilmek ve geçerli çözümler üretebilmek hemen hemen değil, tamamen imkânsızdır. Hiç mi hiç mümkün değildir.

Ancak ne garip ve ne acâibdir ki, başını kuma gömmüş bir basîretsiz YÖK ve YÖK’ün Kur’an-ı Kerîm’in temel mesajını kavrayamamış ve kavramaktan da âciz echel-i cühelâ şürekâsı bu mesajın farkında olmak şöyle dursun, İslâm mezhepleri tarihini bir sığıntı ders haline getirmek suretiyle İslâm’ın anlaşılmaması ve bu dine inananların da cehaletle beslenmesine zemin oluşturacak bir karar almak gibi bir saçmalık ve yanlışlığı işleyebilmektedir. Umarız ki, işledikleri korkunç yanlışlık ve hacâletin farkına varır da, hatâdan rücû ederler.

Ülkemizin burada bulunan ya da bulunamayan İslâm mezhepleri tarihçileri, gerçek anlamıyla akl-ı selîm sâhibi hem ilâhiyat mütehassısları ve hem de ilâhiyat talebeleridirler. Ayrıca onlar, Osmanlının ihmal ettiği önemli bir ihtiyacın ve sorumluluğun artık had safhaya geldiğinin bilincinde oldukları için, Hanefîlik-Mâturîdîlik hakkında böyle bir toplantı düzenlenmesinin, konunun meslektaşlarımız tarafından açıkça tartışılmasının, bilimsel açıdan ortaya konmasının, hem doğru bilgilere ulaşma ve hem de inandığımızı, mensup olduğumuzu söylediğimiz bir mezhebe sahip çıkmanın millî, insanî ve ilmî bir mecburiyet olduğunun idraki ile hareket etmişlerdir ve gördük ki, çok da başarılı olmuşlardır.

Esasen bu anlayış ve tutum, Türkiye’mizde İslâm Mezhepleri tarihi alanına mensup her bir öğretim elemanı tarafından ilmî ve ahlakî bir sorumluluk olarak görülmekte ve kabul edilmektedir; çünkü onlar, sadece memleketimizde değil, bütün İslâm âleminde Kur’an’ın ve İslâm’ın bütün sadelik ve safiyeti ile algılanması, anlaşılması ve yaşanması, dolayısıyla onun tıpkı teşekkül dönemlerdeki gibi birleştirici, yapıcı, yaratıcı, üretici ve evrene egemen bir din haline gelmesi ümit ve heyecanını hiç kaybetmemiş ve kaybetmeyecek gerçek anlamda inanmış hak ve hakikat talebeleridirler.

Nitekim bugün burada, bu iki günlük süre zarfında, İslâm dünyasını içine düştüğü cehalet ve sorumsuzluktan çekip çıkarabilecek bilgi ve çözüm kaynağı demek olan Hanefîlik ve Mâturîdîlik, İslâm mezhepleri tarihinin nesnel ölçüleri ile ve titizlik ve dikkatle görülüp gösterilmeye çalışılmıştır.

Kaldı ki İslâm dünyası, doğuş dönemindeki gibi tarihin akışına girerek ona müdahale etmek, değiştirmek ve insanı süreklilik, yani  i s t i k r a r  içinde bir inanç ve ahlâk dairesinde yaşamaya çağırmak istiyorsa, İslâm düşüncesinin gövdesini oluşturan mezheplerin savundukları her fikrin ve görüşün, mutlaka bilinmesi ve varsa, İslâm düşüncesine olan katkısının değerlendirilmesi, süreklilik içindeki değişim ve gelişim için mutlak şarttır.

Eğer İslâm düşüncesinin bugünkü kısır döngüsü, düşünen, soran ve sorgulayan Müslümanı rahatsız ediyor, uykusunu kaçırıyorsa, bunun birinci sebebi içine düşülen cehaletten kaynaklanmaktadır. Başka bir ifade ile din, neo-kapitalist liberal zihniyet tarafından ziyadesiyle görünür kılınmış olmasına rağmen, onun geniş kitlelerce özü itibariyle bilinmemesinden ya da üzerinde düşünülmemesinden ve neticede bireysel sorumluluktan kaçarak bir “Hoca Efendi”nin ya da bir “Makam”ın himayesine sığınmaktan kaynaklanmaktadır. Böyle bir durumun varlığı, dîni ve dinî değerleri, çok kolaylıkla siyasetin arenasına görüntü ve propaganda malzemesi olarak sunmak demektir.

O halde, aslında çok geç kalınmış olmakla beraber, “zararın neresinden dönülse kârdır” anlayışıyla, mezheplerin ve dindeki her türlü oluşumun, mutlaka bilinmesi ve didik didik edilmesi, yine mensup olunan dinin selâmeti açısından fevkalâde zarurîdir. Çünkü dinin, ilk devirlerdeki canlı ve aktif hüviyetine kavuşturulması, çağdaş ihtiyaçlara cevap verecek sağlam bilgi ve anlayışla mücehhez kılınması, yine dinin ve hitabettiği kitlelerin zaruret duyduğu bir ihtiyaçtır.

Dinin birleştirici, huzur ve barış kaynağı olan aslî hüviyetine kavuşturulması, her şeyden önce dinin ana kaynaklarına gidilerek sağlanabilir.

Bu, hem bu konularla ilgili olanları kaynakların henüz kabuklaştırılmamış özleri ile temasa geçirmek ve hem de yüzyıllar boyu tarihî, içtimaî ve bilhassa siyasî olayların din ilimlerinde yaptığı değişme ve gelişmeleri veya gerilemeleri göstermek bakımından yapılması icap eden bir iştir.

Öte yandan bu neviden çalışmalar, muhtelif mezhep ve fırkalar halinde zümreleşmiş toplulukların aslî hüviyetlerini hem tanımak hem de kendilerine tanıtmak bakımından fevkalâde faydalıdır; çünkü herhangi bir fırkaya mensup bir kimsenin, ne kadar tarafsız ve ilmî zihniyete sahip olmaya çalışsa da, başka bir fırkayı, o fırkanın kendini gördüğü şekilde göstermesi, hattâ görüşlerini olduğu gibi aktarabilmesi mümkün değildir.

Bu sebepten itikadî mezhep ve fırkaları, sadece kendi eserlerinden tanımak ve öğrenmekle yetinmemek; onları imkânlar ölçüsünde ulusal ya da uluslar arası toplantılarda masaya yatırıp çok iyi incelemek, İslâm düşüncesinin sağlam ve güçlü bir biçimde yeniden ayağa kaldırılması ve dinin birleştirici ve yaratıcı hüviyetinin ihyası için elzemdir.

Bugün bu bilgi şölenine katılan çok değerli bilim adamlarının birçoğunun hocası, danışmanı ve Türkiye’de mezhepler tarihi alanının en kıdemli talebesi olarak, böylesine önemli bir konuyu gündeme getiren Kastamonu Üniversitesi Rektörlüğünü ve İlâhiyat Fakültesi yetkililerini ve ilgilileri hassaten tekrar tebrik ediyorum.

Çünkü bu meselenin bir ilmî platformda, kapalı kapılar ardında değil, kamuoyunun önünde tartışılması, ilim adamları kadar ve hattâ onlardan çok daha fazla ve önemli olarak ülkemizin her düzeydeki insanı, siyasetçileri, asker ve sivil bütün idarecileri ve ilgililer açısından hakikaten çok gereklidir.

Hâsılı, bizleri bir araya toplayarak, İslâm düşünce tarihi açısından olduğu kadar, mezheb mensubiyeti açısından kimliğimiz demek olan bir alanın daha açık, daha doğru ve daha ayrıntılı bir biçimde geniş kütlelerce tanınmasına ve bilinmesine vesile oldukları için, bu bilgi şölenini tertip edenleri ve bildirileri ile bizleri aydınlatan ve ilim dünyasına büyük katkılar sağladıklarına inandığım değerli akademisyen arkadaşlarımı ve meslektaşlarımı gönülden kutlar; hepinizi sevinç ve iftihar gözyaşlarımla kucaklarım.

Hepinizi Allah’a emanet eder, hayırlar dilerim.

__________________________

Kaynakça;

[1] Bu hususta geniş bilgi için bkz. Hanifi Özcan, Mâtüridî’de Dînî Çoğulculuk, İstanbul: İFAV Yay., 1995.

[2] Hanifi Özcan, Türk Düşünce Hayatında Mâtüridîlik, Ankara: Cedit Neşriyat 2012, s. 59.

[3] Bkz. Ebû Mansûr el-Mâtürîdî, Kitâbü’t-Tevhîd Tercümesi, çev. Bekir Topaloğlu, İstanbul: İSAM Yay. 2003, 224 vd., 229-230.

[4] İmam Mâturîdî, Kitabu’t-Tevhîd, 172’den Sönmez Kutlu, “Mâturîdî Akılcılığı ve Günümüz Sorunlarını Çözmede Katkısı”, e-makâlât Mezhep ve Araştırmaları II/1 (Bahar 2009), s.11.

[5] Sönmez Kutlu, “Bilinen ve Bilinmeyen Yönleriyle İmam Mâturîdî”, İmam Mâturîdî ve Maturidilik, Haz.    S.Kutlu, Ankara: Otto 2016 (6.Bs.), s. 60 n. 122.

[6] Sönmez Kutlu, “Bilinen ve Bilinmeyen Yönleriyle İmam Mâturîdî”, İmam Mâturîdî ve Maturidilik, Haz. S.Kutlu, Ankara: Otto 2016 (6.Bs.), ss. 60 vd.

[7] İmam Mâturîdî, Kitâbu’t-Tevhîd, 172’den Sönmez Kutlu, “Mâturîdî Akılcılığı ve Günümüz Sorunlarını Çözmeye Katkısı”, e-makâlât Mezhep Araştırmaları, II/1 (Bahar 2009), s.11.

[8] T. Izutsu, Kur’ân’da Allah ve İnsan, çev. Süleyman Ateş, Ankara: A.Ü.İ.F.Yay. 1975, s.61.

[9]  Izutsu, aynı eser, s.126 vd.

———————————————————

Kaynak:

https://millidusunce.com/misak/hanefilik-maturidilik/

 

Yazar
Ethem Ruhi FIĞLALI

Bu websitesinde farkı kaynaklardan derlenen içerikler yayınlanmakta olup tüm hakları sahiplerinindir. Sitedeki içerikler atıf gösterilerek kaynak olarak kullanlabilir. Yazıların yasal sorumluluğu yazara aittir. Tüm Hakları Saklıdır. Kırmızlar® 2010 - 2024

medyagen