İslâmiyet Öncesi Türk Destanlarında Saf Din Unsurları

 

 Çağdaş fizikçilerden Michael Talbot Yeni Fizik ve Mistisizm adlı çalışmasında, sübjektif gerçeklik ile objektif gerçeklik arasında kesin bir kopukluk bulunmadığı savından yola çıkarak, modern bilimin dayattığı ve tabu haline dönüştürdüğü öngörüleri reddeder. Talbot’a göre, toplu tevehhümlerimizin eseri olan fizikî~mutlak evren algılayışı bir yanılsamadan ibarettir.[1] Ne var ki, kendi çağımızda, ortaçağın engizisyon zihniyetini anıştırmakta olan akılcı ruhbanlar sınıfı türemiştir ve bu yeni ruhban sınıfı (parlak ve itiraz kabul etmez söylemlerle) bilimin şüpheler ve yanılgılar sayesinde işlediği gerçeğini göz ardı ederek, evrensel yanılsama tekliflerine peşin hükümle sırt çevirmektedir. Onların mekanik tasnifine göre, evrensel tekâmül Büyük Patlamanın ardından daima düz bir çizgiyi izlemiş, hiçbir sapmaya ya da kırılmaya meyletmeksizin bugüne ulaşmış ve aynı çizgide yoluna devam etmeye mecbur kalmıştır. Dolayısıyla kâinat çok boyutlu imkânlar silsilesinin değil, yeknesak bir evrimin sahnesidir.

Türk aydınları üzerinde küçümsenemeyecek etkiler bırakmış olan Fransız düşünürü Henri Bergson, objektif bilim anlayışının karşısında yer alan fikirleriyle, mekanik bağnazlığa direnmeye çalışmış, materyalist evrim varsayımı yerine yaratıcı tekâmül faraziyesini insan düşüncesinin gündemine sokmuştur. Yörüngesinden sapmaya yanaşmayan düz~durağan ilerleme kuramını hayat hamlesinin hakikatiyle bağdaştıramayan Bergson, evrende sonsuz bir hareketliliğin hüküm sürdüğünü öne sürmüştür. Düşünürümüze göre, Büyük Patlamanın başlattığı evrimin yasaları sabit değil değişkendir; söz konusu değişkenlik neredeyse sınırsız ve sürekli bir yaratma kudreti, hür hareket, renkli fışkırma, artma ve gerilim yeteneğiyle doludur. Bir diğer ifadeyle, kırılgandır ve sapmalara eğilimlidir. Dolayısıyla madde dahi bünyesinde hayat cevherini barındırmakta ve hatta kendi otomatizmi dâhilinde azaltılmış hayat erkesine sahip bulunmaktadır.[2]

Günümüz psikologlarından Yılmaz Özakpınar’ın saptamasıyla: “a-Hıristiyanlık, b-Yunan-Roma, c-Hümanizm-Bireycilik” kök-üçlüsüne dayanan modern Batı düşüncesi[3] (kendi medeniyet gelişim sürecini insanlık serüveninin merkezine yerleştirerek) salt fizik boyutu değil, fizikötesini konu edinen sahayı da materyalist evrim önermesiyle izah etmeyi ve bu izah tarzını ilkel-öteki olarak gördüğü medeniyet formlarına dayatmayı alışkanlık haline getirmiştir. Bu bağlamda, beşeriyetin din düşüncesini ve dinî hayatı düzenleyişini göksel kaynaklardan soyutlayarak katı bir evrim teorisine indirgeyen Batı sistematiği doğal olarak Tanrı’yla insan arasına kalın bir perde çekmeye teşebbüs etmiştir. Türkiyatçı Mehmet Aça bir makalesinde Batı sistematiğinin indirgemeci tavrını şu düzensiz cümlelerle tespit ve tenkit eder: “Pek çok batılı sosyal bilimcinin Darvin’in tekâmülcü görüşünden kaynaklanan ve Marks ve Engels tarafından bir sistem haline getirilen ‘insanlığın çeşitli ekonomik ve sosyal aşamalardan geçerek ilkelden~vahşilikten moderne~medeniliğe (Batı Avrupa uluslarının bulunduğu noktaya) geçtiği’ görüşünü sosyal bilimlere uygulayarak meydana getirdikleri tekâmülcü, sosyal Darvinci metotları, yeryüzünde yaşayan diğer toplumlar (Asya, Afrika ve Amerika kıtasının yerli ve eski halkları) üzerinde uyguladıkları ve Batı Avrupalı ulusların geçirdikleri aşamaları geçirmeyenleri ilkel ya da yarı-medeni kavimler olarak değerlendirdikleri bilinen bir husustur. Bu yaklaşım, yeryüzündeki pek çok topluluğun geçmişte ahlâk, aile, sosyal dayanışma, tek tanrı inancı gibi kavramları bünyelerinde barındırmadıkları, bu kavramlara daha sonraki dönemlerde, özellikle de Hıristiyanlığı ve medeniyet götürücü Batı Avrupalı ulusları tanıdıkça sahip oldukları genel kanısının doğmasına sebep olmuştur.”[4]

Uygarlığı ve hatta insanlık tarihini göreceli bir milâtla Sümerlerden başlatan ve Sümer öncesini karanlık çağlar sıfatıyla tasvir ve tahkir eden genellemeye de kaynaklık etmiş bu mağrur varsayım hiçbir şekilde kutsal kitaplarla bağdaşmaz. Âdem ile Havva’ya telkin edilen, son peygamberle tamamlanan ve kıyamete dek meşruiyetini muhafaza edecek olan “hak din” öğretisine göre, tek tanrılı din inancı –doğanın hurafelerle dolu sahnesinde– dünyevî bir tekâmül sonucunda peyderpey oluşmuş olmayıp, doğrudan doğruya vahiy kaynaklıdır. Hatta mahiyetini açıkça bilemediğimiz ilk vatanda dahi (Elmalılı Hamdi Yazır söz konusu ilk vatanı Âdem’in ilk varoluş nimetini kazandığı yaratılış cenneti olarak izah eder[5]) birtakım yasakların ve hürriyetlerin bulunması sebebiyle, orada da bir dinin ve kuşkusuz ki “arı din” olan İslâmiyet’in nüvesinin yürürlükte bulunduğunu tasavvur edebiliriz. Şayet bir medenî/dinsel tekâmülden söz edilecek ise, bu tekâmül ancak ilk peygamberin dininden son peygamberin dinine gelinceye kadarki sürece yöneliktir. Bundan sonrasında ise, İslâmiyet’in daha geniş kitlelerce benimsenmesi ve daha entelektüel bir düzeyde anlaşılması süreci mevzubahistir.

Elbette ki, “Adn Cenneti” adını verebileceğimiz ilk mekânda yasak ağaca el uzatılmasıyla insanlığın bilinci uyanmıştır ki, bu da bir başka tekâmüle işaret eder. Meşhur mühtedi Muhammed Esed cennetten kovulmaya sebebiyet veren hâdiseyi meal-tefsirinde kısaca şöyle yorumlar: “(İlk insan) o ilk safiyet (yasak yemişi yemesinden önceki) masumiyet döneminde bütün hayvanlar gibi sadece içgüdülerinin gösterdiği yolda yaşayıp gidiyordu. (Allah’ın buyruğuna karşı çıkışla) durağan süreç bir anda değişti. Bu uyandırılmış bilinçtir ki, onu (ilk insanı) sadece içgüdüleriyle yaşayan bir varlık olmaktan kurtarıp gelişimini tamamlamış insan özüne (eğriyi doğruyu ayırt edebilme ve tutacağı yolu seçebilme yeteneğine sahip) sahici insana dönüştürdü.”[6] Bakara sûresinin 31. âyetinde Allah’ın Âdem’e bütün isimleri öğrettiği bildirilmiştir. Anlaşılan odur ki, bilginin ve medeniyetin fizikötesi bir temeli vardır ve uyandırılmış ilk insan (maddeci tarih görüşünün tasarladığı anlamda) ilkel ve vahşi değildir.

Dolayısıyla tekâmül hâdisesi (maddeci evrim kuramının savladığı üzere) ‘vahşi ilkellikten üstün uygarlığa doğru’ seyretmemiş, ‘ilk temel bilgiden daha kapsamlı bilgiye doğru’ bir mahiyet sergilemiş, zaman zaman kırılmalar vuku bulmuş ve insanlık tekâmül yolundan saparak inkıraza sürüklenmiş, sonra yeniden ve elçiler tarikiyle erdem çığırına yöneltilmiştir.

Mircea Eliade’nin şu genellemesi, beşeriyetin kökeninde temel bir uygarlık formunun yattığı gerçeğini destekler mahiyettedir: “Dinler tarihinin hiçbir bölümünde ‘yerinde bitmiş’ katkısız olaylarla karşılaşmayız; zira ‘tarih’ her yerden geçmiş; geçerken de dinsel tasarımları, mitolojik yaratıları, törenleri ve esrime tekniklerini değiştirmiş, kaynaştırmış, zenginleştirmiş, yoksullaştırmıştır… Ama hiçbir din bütünüyle ‘yeni’ değildir; hiçbir dinsel ileti geçmişi tamamıyla geçersiz kılamaz; olup biten, daha çok, anısı yitmiş çağlardan gelen bir dinsel geleneğin yeniden yoğrulup yenilenmesi, yeniden değerlendirilmesi ve ögelerinin -hem de en temel ögelerinin- yeni ilkelere göre bütünleştirilmesidir.”[7]

Eliade’nin genellemesiyle paralellik arz eden “Ben ahlâkı tamamlamak için gönderildim” anlamındaki meşhur hadisten anlıyoruz ki, beşeriyet evrende salt kendi başına bir tekâmül (bütünüyle sebep-sonuç yasasına dayalı objektif veya mekanik evrim) sergileyemez. Tarihsel birikimin önemi ve dolayısıyla sebep-sonuç yasası inkâr edilemezse de, madde boyutlu evrene madde-ötesi bir boyuttan müdahale mutlak surette gerekmektedir. Yeni fiziğin söylemiyle, dışarıdan bir enerji üflenmeseydi kâinat asla dinamikleşemezdi. Kaba bir tanımlamayla kapalı bir kutuya benzetebileceğimiz evrenin durağanlaşmasını ancak ilâhî bir soluk, metafizik bir müdahale, hariçten sürekli olarak püskürtülen enerji demetleri önleyebiliyor.[8] Aynı zorunluluk maddeyle kuşatılmış insan için de geçerlidir ve peygamberler ile mistikler aracılığıyla inanç ve medeniyet dediğimiz olguya başından beri müdahale edilmektedir.

Eliade’nin “yerinden bitmiş katkısız olaylarla karşılaşmıyoruz” saptaması bu bağlamda da yorumlanabilir. Üç boyutlu madde ile sınırlıymış gibi algılanan evreni hareketsizlikten kurtaran işte bu müdahaledir. Bir Selçuklu münevveri olan Gülşehrî’nin Feleknâme adlı mesnevisinden seçtiğimiz dizeler de söz konusu müdahaleyi beyan niteliğindedir:

Yaratılışın eşiği de süssüz idi

Bu nedenle yerin ve göğün rahatı da yoktu

Mekânsız âlemin tecelli yerinden

Tanrı’nın nûrunun parıltıları ortaya çıktı

Feleklerden yere doğru yol açtı.[9]

Benzer bir beyit Şeyh Gâlib’in mesnevisinde de görülmektedir:

Esmâ heme dem edip tebeddül

Devr-i felege gelir tahavvül

(Allah’ın isimleri her an yeni bir şekilde tecelli ederek feleğin dönüşü değişime uğrar)[10]  

Şu halde, yani beşeriyet bu dünyadaki hayat sahnesine tek tanrı bilinciyle donatılmış olarak indiğine göre, çok tanrılı inanç sistemlerinden semâvî dinlere geçiş savı (materyalist evrim kuramı) geçersiz kalmaktadır. Daha doğrusu, tek tanrı inancı zaman içerisinde bozularak paganizme dönüşmüş, fakat elçiler aracılığıyla paganizm de tasfiye edilerek tek tanrı inancı pekiştirilmiştir. Daha da ötesinde, sonradan putperestliği benimsemiş toplumlar bilinçaltlarında ve maddî kültür formlarında tek tanrı inancının kırıntılarını bir şekilde muhafaza etmeyi başarmışlardır. Bu keyfiyet her toplum için geçerli olmakla birlikte, özellikle eski Türk toplumunda hayli belirgindir. Söz konusu muhafaza başarısının izlerini kadim Türk anlatılarında açıkça ya da dolaylı olarak görebilmekteyiz. Türkolog Metin Ergun Türklerde ağaç kültü konusunu irdelediği bir makalesinde mitolojinin semboller ilmi olduğunu vurgulayarak, bu sembollerin mânâ içinde mânâyı çağrıştırdıklarını belirtir. Ergun’un ifadesiyle, mitoloji fiilî hayatın ürünü olmaktan çok, ruhî hayatın ve düşüncenin eseridir.[11] “İnancın serüveni” tanımlamasıyla mitolojinin yerini tayin eden Metin Ergun Türk destanlarında yer alan sözcüklerin ‘içsel-gizli-arka’ anlamlarını çözmeye çalışarak İslâmiyet öncesi Türk toplumundaki tek tanrı inancının ipuçlarını yakalamaya gayret sarf eder. Keza pek çok Türklük bilgisi uzmanına ve ilâhiyatçıya göre, İslâm öncesi Türk toplumunda tek tanrı bilinci mazbut denecek düzeyde mevcuttur ve bu inancın var olduğuna yönelik kanıtlar destanlar arasına serpiştirilmiş, hatta destanların ruhlarına sirayet etmiştir. Alışılmış okuma yöntemlerinin dışına çıkarak ve destanlardaki kelimeleri İslâmiyet’e özgü kavramlarla kıyaslayarak yapılan çözümlemeler sonucunda Metin Ergun son derece ilginç bilgilere ulaşmıştır. Misal olarak, Dede Korkut Hikâyelerinde geçen “kaba” sözcüğünü Tanrı’nın “kebir” ve “azîm” sıfatlarıyla bağdaştıran Ergun, yine Dede Korkut’taki “kölgelüçe” ifadesini “mü’min, selâm, müheymin” güzel isimlerinin karşılığı olarak göstermiştir. İşbu izah ve yorum tarzından cesaret bularak ve Esmâ-yi Hüsnâ’yı oluşturan doksan dokuz ad arasında anlamca birbirine yakın duran sıfatlardaki ayırtıları dikkate alarak “kölgelüçe” sözcüğünün arka anlamlarına dair bir tasnif denemesine girişebiliriz. Bu cümleden olarak, “kölgelüçe” için “müheymin”, “kölgelü” için “mü’min” ve “kölge” içinse “selâm” karşılıkları sanki daha uygun görünmektedir. Ayrıca “hükümdar” anlamı dışında “öfkeli-gazaplı-zorlayıcı” sıfatlarını da içeren “kağan” sözcüğünün “cebbâr ve kahhâr” sıfatlarını karşılayıp karşılamayacağı da düşünülmeye değerdir. Tereddütlerime rağmen yer vermek istediğim diğer teklifler şunlardır: “inanç = rakîb”, “ilteriş = musavvir”, “bengü = bâkî”, “tengri = melik ve hâlik”, “arı = kuddüs”, “ulu = mütekebbir ve mecîd”, “bilge = alîm”, “kapgan = bâsıt”, “yüce = azîm”,  “altun yaruk = nûr”, “savcı = müntekim”, “bir = ehad ve vâhid”. Kuşkusuz ki bu konuda kesin hükümler verilemez ve pek çok arı Türkçe kelime Esmâ-yi Hüsnâ’ya gelişigüzel yakıştırılabilir. Burada yanılma ihtimali mevcut olmakla birlikte, tesadüfen ya da bilinçli olarak isabet kaydetme ihtimali de herhalde vardır. Ayrıca, “altun yaruk” terkibinin büyük meleklerden elçi Cebrail’i hatırlattığını da eklemeliyim.

 Türk (ve dünya) destanlarında görüngü âlemi ile insanın yaratılmasına dair ayrıntılı evrendoğumsal tasarımlar geliştirildiği ve İblisin Başkaldırısı, Cennetten Kovulma ve Nuh Tufanı gibi sıra dışı olaylara birtakım göndermeler yapıldığı malûmdur. İlk peygamber Âdem’e ve Âdem’den sonraki elçilere ve mistiklere bildirilen temel bilgilerin zamanaşımına uğrayarak tahrif olması nedeniyle aslından hayli uzaklaştığını, destanlarda karşımıza çıkan kozmogonik tasarımların ve göndermelerin ‘göksel bildirimler ile insan muhayyilesinin terkibi’ haline dönüştüğünü varsaymak güç değildir. Fakat beşerî tasavvurların katılımıyla saf bilgi ne oranda hurafeye bulaşmış olursa olsun, yine de aslına dönüktür. Öyle ki, destanlarda yer alan nice ayrıntı (sembollerle ifade edildiği ya da edilebildiği) için, hurafe zannedilmekte ve ilâhiyatçılar tarafından çoğuncası toptan reddedilmektedir. Teolojinin bu katı tutumunu eleştiren İslâm mezhepleri tarihçisi M. Saffet Sarıkaya, “dinin objektif görünümünün farklı topluluklarca algılanırken sübjektif bir görünüme bürünmesinin doğal olduğunu, yeni bir din mensuplarının eski inanç motiflerine yönelik olumsuz tavırlarında ihtiyatlı davranmaları gerektiğini” ifade eder. Sarıkaya’ya göre, “yürürlükte olan her eski inanç unsurunun yeni dine uygunluğu tartışılmadan boş-inanç olarak karalanması yanılgıdır.”[12] Gerçekten de bu konuda temkini elden bırakmamak dinî hassasiyetler açısından elzemdir. Bugünkü Budistlerin saf din anlayışına uymayan törenlerine ve akidelerine öykünerek Buda’yı kâfir ilân etmek teolojik keyfiyet zaviyesinden mümkünse de, bu şahsın Tanrı katındaki konumunu saptamamız imkânsızdır. Aynı şekilde “tengri” sözcüğünün etimolojisine takılıp kalarak eski Türklerin gökyüzünü ilâh kabul ettiklerini veyahut tek tanrı inancından bütünüyle saptıklarını iddia etmek de insafsızlık olur. Sakal ya da tırnak parçasını mukaddesattan sayarken, çelişkili bir tavırla, ölünün arkasından lokma dağıtmak gibi sosyal yararı bulunan bir geleneğe hurafe damgası vurmak da böyledir. Bunlarla birlikte, hemen bütün dinlerde “Tanrı’ya secde~namaz” olgusunun görüldüğünü de göz ardı edemeyiz.

Türk mitolojisinin birtakım dünyevî ve sınırötesi tarihî gerçekleri on binlerce yıldan beri muhafaza etmekte olduğu düşüncesinden hareketle girişilecek çözümlemeler neredeyse hudutsuzdur. Meselâ bir destan kahramanı olan Oğuz Kağan’a Tanrı’nın elçisi sıfatını atfetmek ihtimal dairesindedir. Kadim anlatıların ‘muhtelif çağlara ait olayların üst üste binmesiyle teşekkül etmesine’ koşut olarak, Oğuz Kağan arketipi de tarihsel birkaç şahsiyeti bünyesinde bütünleştirmiş bir erdemli kişi timsalidir. Onun destansı terkibinde Alp Er Tunga’dan, Hun hükümdarı Mete’den ve yaşadığı zaman dilimi bilinemeyen bir mushafsız peygamberden izlerin bulunması kuvvetle muhtemeldir. Dede Korkut’taki boylamalarda da kişilikleriyle ve yaşadıklarıyla Oğuz Kağan’ı andıran tipler mevcuttur. Bir entrika sonucu bey babasıyla ihtilâfa düşen Boğaç Han, Trabzon’da vahşi hayvanlarla boğuşan Kan Turalı ve Tepegöz nam bir ucubenin hakkından gelen Basat gibi yiğitler bize Oğuz Kağan’ın serüvenlerini hatırlatırlar. Alp Er Tunga’nın cihangirlik ve Mete’nin düzen kuruculuk yönlerini yansıtan Oğuz Kağan’ın en dikkate değer tarafı mistik kimliğidir. Uygurca varyantta, Oğuz Kağan’ın bir kuytuda uzlete çekilerek Tanrı’ya yakardığı, bu yakarış esnasında gökten kutsal bir ışığın indiği, mevzubahis ışığın (nur~altun yaruk) güneşten ve aydan daha parlak olduğu anlatılır. Peygamberlere yalnızlık içerisinde ve aşkın bir düşünce halindeyken ilk vahyin indiği hatırlanırsa, Oğuz Kağan’ın bir muştucu, gökten inen gök ışığınsa Cebrail Aleyhisselâm olduğu varsayılabilir. Uzlete çekilme ve gök ışık motifleri fizikötesi gerçekliğin şartlarında makuldür, ama kutsal ışığın içinden çıkan güzel kız motifi bütünüyle beşer muhayyilesinin ürünüdür; zira haberci melek Cebrail peygamberlere erkek suretinde görünmeyi tercih ede gelmiştir (kadınlara elçilik görevi verilse idi Cebrail Aleyhisselâm onlara herhalde erkek suretinde görünmeyecekti). Oğuz Kağan’ın yalnızca bir cihangir mi, bir nebi mi, yoksa bir mistik mi olduğu konusunda kesin hüküm verilemez. Fakat o, düzen-kurucu kimliğiyle ve destandaki konumu itibariyle Zülkarneyn’i de çağrıştırmaktadır. Oğuz Kağan’ın dört bucağın hükümdarı olmak iddiası ile Zülkarneyn’in doğuya ve batıya yönelik seferleri arasında bir ilinti kurulabilir. Oğuz Kağan’ın önce gök ışıktan çıkan kızla ve sonra ağaç kovuğu içinde bulduğu mavi gözlü dilberle birleşmesi Zülkarneyn öyküsündeki ikiliğin farklı bir ifadesi olabilir. Yine Oğuz Kağan tarafından doğanın bağrında avlanan gergedan (bir nevi Tepegöz) ile Zülkarneyn’in muvakkaten saf dışı bıraktığı bozguncu kavim (Yecüc-Mecüc) arasında da şekilcilik itibariyle benzerlik görülmektedir. (Keza Elmalılı Hamdi Yazır Zülkarneyn kıssasını yorumlarken “karn” ifadesini ‘yeryüzünün doğu ve batısına sahip cihangir’ şeklinde anlamlandırarak Alp Er Tunga ve Oğuz Kağan karakterlerinde karşımıza çıkan cihangirlik vasfına değinmiştir).[13] Göçebe Türk boylarının tarihsel düşmanlarını temsil eden bu bozguncu unsurlar aynı zamanda âhir zaman fitnebazı Deccal’ın ilk-örnekleri ve öncülleri olmak sıfatlarını da hâizdirler. Bu saptamalardan yola çıkarak Oğuz Kağan’ın Zülkarneyn olabileceğini iddia ediyor değilim; vurgulamak istediğim husus, birkaç tarihî şahsiyeti temsil eden destansı Oğuz Kağan karakterinin terkibinde Zülkarneyn’e yönelik zayıf anıların da payı bulunabileceği ihtimalidir.

Oğuz Kağan’ın temsil ettiği bütün beşerî şahsiyetler (nebi, cihangir, ermiş) medeniyet taşıyıcı mistiklerdir. Bu kahramanların hepsi –Tanrı’nın buyruğu ile– insanlara yeryüzünde düzenli yaşamaları için gerekli olan hüner ve erdem bilgilerini öğretmek üzere gelmişlerdir diyebiliriz. Hepsi Tanrı’nın elçisidir. İyiliği (doğruyu ve saf bilgiyi) sembolize ederler. İnsanlara yardım etmek göreviyle gönderilen bu yardımcıların zamanı gelince yine yardım edeceklerine söz vererek gökyüzüne çekildikleri de efsanelerde vakidir.[14] (Gerek ilkel kültürlerde gerekse modern insanlıkta var olan gökyüzünden medet umma alışkanlığı ve UFO saplantısı söz konusu yardım vaadinin tezahürü olmalıdır. Hurafe, gerçek imanla her zaman içli dışlıdır.) Nitekim ruhbilimci Carl Gustav Jung Gökte Görülen Cisimler Üzerine Bir Mit adlı kitabında UFO’lara inanmanın bir ihtiyaç olduğunu belirtir ve şöyle sorar: “Neden uçan dairelerin var olmaları, var olmamalarından daha fazla arzu edilir?”[15]

Tepegöz’ün destanlardaki işlevi de oldukça ilginçtir. Bu yarı insan yarı canavar mahlûkun doğuşu Oğuzların bilincinin uyanmasını temsil eder gibidir. Dede Korkut kitabında Saru Çoban adlı öncü bir şahıs yaylaya göç mevsiminde bir pınara varır ve orada karşısına çıkan peri kızıyla –töreyi çiğneyerek– cinsel ilişkiye girer. Nefsin dizginlenemeyerek cürümün işlendiği bu olaydan bir yıl sonra aynı pınarda Saru Çoban töreyi çiğnemenin bedeliyle yüzleşir. Peri kızı çobana bir tür yumurta~koza bırakmıştır. Saru Çoban korkuya kapılarak oradan kaçar, ama Oğuz beylerinden Aruz söz konusu kozayı bularak tekmelemeye başlar. Yumurta her darbede biraz daha büyür ve nihayet çatlar. İçinden tek gözlü bir bebek çıkar. Hikâyenin devamında Tepegöz’ü evlât edinen Aruz Bey’in gerçek oğlu Basat üvey kardeşini uzun bir mücadele sonrasında öldürecek, kavmini amansız bir belâdan kurtaracaktır. Saru Çoban’ın töreyi çiğneyerek peri kızıyla yatması Oğuz töresinin yozlaştığına işarettir. Böylelikle durağan düzen bozulmuş, Oğuz toplumunun bilinci uyandırılmış ve yasak meyveye (peri kızına) uzanmanın gerektirdiği ceza Tepegöz’de cisimleşmiştir. Bu ucube yaratığı üvey kardeş Basat’ın öldürmesi de tesadüfî değildir; buradaki ima insanoğlunun iç çatışmasına (celâl ve cemal ikilemine) yöneliktir; üvey de olsalar kardeşlerden birinin Kabil’i diğerininse Habil’i sembolize ettiği söylenebilir. Tepegöz’ün yarı insan ve yarı hayvan tavırlarına malik bulunması da aynı imaya yorulmalıdır. Onun hayvanî ruhu beşerî ruhuna baskındır, ama insanlığını da bütünüyle yitirmemiştir. Keza hikâyenin başlarında Dede Korkut’un bilge kişiliğine sığınılarak kendisi arabuluculuk göreviyle doğaya (Tepegöz’e) gönderilir ki, bundan maksat da aydınlık ve karanlık kanatları arasında çırpınan Tepegöz’ün (Oğuzlardaki müşterek~toplumsal nefsin) tatminini sağlamaya yöneliktir. Dede Korkut bir bakıma ayna~yansıtma vazifesini üstlenmiştir; (iblisin isyanıyla, bilincin uyanmasıyla vb. ilgili bahisler Altay destanlarında da görülmektedir[16]).

Kutsal kitabımız Kur’an-ı Kerim’in kavramlarıyla örtüşen bir diğer mitolojik motif ise Ergenekon iklimidir. Kuşkusuz Ergenekon da bir ilk-örnektir ve korunaklı ana rahmine, kutlu atalar mağarasına, uyandırılmış bilinç-öncesi çağa ve huzur dolu cennete yönelik özlemleri ifade etmektedir. Bir başka İslâmî motif de Türklüğü temsil eden “Kun” sözcüğünün derin anlamıdır. Her eski toplum kendisini “insan-kişi” olarak tanımlar ve bu mânâya gelen terimlerle anılmayı tercih eder (Altay-kiji gibi). Keza “Kun” sözcüğü etnik ya da siyasi bir tanım olmaktan çok, başlangıçta “insan-kişi” (Lâtince homo ve Fransızca homme) anlamını içermiş olsa gerektir. Dolayısıyla “Kun”dan kasıt ilk kâmil insan Âdem’dir diyebiliriz; (Farsça “hûn” sözcüğünün “kan” anlamına gelmesi de ilginçtir). Kaldı ki ilâhî öğretiden uzaklaşmış her ilkel toplumun bilinçaltında ve kadim kültür kodlarında Âdem ile Havva arketipleri korunmuştur. Mısırlı tarihçi Aybek ed-Devadarî’de “Ay Atam” biçiminde karşımıza çıkan “Ata” sözcüğü de hiç kuşkusuz dilimizin en kadim söz varlıklarından biri olmakla, Türklerde yine Âdem’in hatırasını yaşatan çok eski bir sıfattır. Herhalde tanrıça “Umay” kavramı da Havva’nın büsbütün unutulmasını engellemiştir ve elbette tanrısal bir kimliğe büründürerek hurafeleştirmiştir.

Bütün bu arkaik unsurların yanı sıra; Orhun Yazıtlarındaki anlatımların hayal gücü, muhakeme ve  kıyaslama yöntemleriyle yeniden yorumlanması sonucunda Kur’an-ı Kerim âyetleriyle bağdaşan saptamalara ulaşmamız kaçınılmaz olacaktır. Her ne kadar beşer hafızası nisyan ile malûlse de, bu zaaf zahiri boyutta etkin olup içsel boyuta sızamamaktadır. Gerçekte mekanik zamandan kurtulmuş bilinç hiçbir şeyi unutmaz. Elest bezmindeki ilk sorgudan görüngü dünyasındaki “an” dediğimiz göreceli gerçekliğimize kadar yaşadığımız her hâdise hafızamızda saklıdır. Belki bir düş gibi idrak ettiğimiz “an”dan sonra kıyamete dek yaşayacaklarımızın durumu da böyledir. Burada söz konusu olan, yeni fizikçilerin geliştirdiği kavramla “tersine sebeplilik”tir. Geçmişteki eylemlerimiz haldeki eylemlerimizin sebebi olduğu gibi, gelecekteki eylemlerimiz de yine haldeki ve geçmişteki eylemlerimizin sebebidir. Michael Talbot’un varsayımsal açıklamasıyla, “haldeki ve gelecekteki bilinçaltı zihin faaliyetlerinin geçmişe katılımı” mevzubahis olsa gerektir.[17]

Buradan yola çıkarak Uzakdoğu ve Orta Asya Türklüğünün yüzyıllar boyunca Küçük Asya’da zirvesini bulacak bir yazgıyı ısrarla hazırlamasında tesadüfün payı epey azalmaktadır diyebiliriz. “An” dediğimiz izafi zaman dilimini oluşturan geçmiş-gelecek bağdaşıklığında, Osmanlı’nın zuhur edebilmesi için Moğol istilâsının gerekli olması ve Moğol istilâsının bir anlam taşıyabilmesi için Osmanlı’nın zuhuruna muhtaç bulunması kaderin çift yönlü akışına delil olarak pekâlâ gösterilebilir. Geleceğin geçmişi belirlemesi keyfiyeti fiziksel sorun olarak (ya da şimdilik inanç alanıyla sınırlı) kalsa bile, mekanik zamandan kurtulmuş insan belleğinin yaşanmış hiçbir ânı unutmadığı ve dahi unutmayacağı kuralı kutsal metinlerle sabittir. Âraf sûresinin 172. âyetinden anlıyoruz ki, insanoğlu Tanrı’nın biricik Rab olduğunu elest bezminde doğrulamıştır ve bu doğrulamanın tanığı da yine kendisidir. Adı geçen âyeti konumuzun zorlamasıyla mealen şöyle özetleyebiliriz: “Kıyam gününde Allah’ın birliğinden habersizdik demeyesiniz diye sizi size şahit tuttuk.”

Şu halde, beşer hafızasının bu kudretine öykünmeyle, insan elinden çıkma pek çok metinlerle beraber, Orhun Yazıtlarında da göksel âyetlerin izlerine rastlamak mümkün olmaktadır. Kül Tigin’e ait yazıtın doğu cephesindeki ilk cümle ile Yunus sûresinin üçüncü âyeti arasında çarpıcı bir anlamdaşlık vardır:

“Üze kök tengri asra yagız yir kılındukda ikin ara kişi oglı kılınmış.”[18]
 
“Şüphesiz ki Rabbiniz gökleri ve yeri altı günde yaratan sonra da işleri yerli yerince idare ederek arşa istiva eden Allah’tır.”[19]

 Bir Sümer şiiri de şöyledir:

“Gök yerden uzaklaştıktan sonra
Yer gökten ayrıldıktan sonra
İnsanın adı konduktan sonra…”[20]

 Ve yine Kuran-ı Kerim’in ifadesi:

“…göklerle yer bitişik bir halde iken bizim onları birbirinden kopardığımızı ve her canlı şeyi sudan yarattığımızı…”[21]

Bilge Kağan’a ait yazıtın doğu cephesinde ise günümüz Türkçesiyle şöyle bir ifade yer alır:

“Yukarıda Türk Tanrısı mukaddes yeri suyu öyle tanzim etmiştir. Türk milleti yok olmasın diye millet olsun diye babam İltiriş Kağanı annem İlbilge Hatunu göğün tepesinden tutup yukarı kaldırmıştır.”[22]

Yukarıdaki birkaç alıntıdan açıkça seçiliyor ki, Kur’an-ı Kerim’in inmesinden binyıllar önce yaşamış yatuk~yerleşik karakterli Sümerlerin evrendoğum tasarımlarıyla, yürük~göçebe karakterli Türklerin daha yakın tarihli yazıtlarında bulduğumuz tasarımları, Hz. Muhammed’e gelen birtakım vahiylerle büsbütün anlamdaştır. (Burada geçen “yatuk ve yürük” kavramları, İbn Haldun’un “hadarî ve bedevî” kavramlarının karşılığı mahiyetinde kullanılmıştır ve Türk toplumbiliminin terminolojisine bir tekliftir. Dolayısıyla, “hadariyet ve bedeviyet” terimlerinin karşılığı da “yatukluk ve yürüklük” şeklinde benimsenebilir.) Yazıtlarda ve İslâmiyet öncesi Türk destanlarında tasvir edilen “yaratıcı kudret” Türk budununa özgü bir ilâh olarak görünse de, atalarımızın gururuna rağmen biz bunun böyle olmadığını biliyoruz. Tanrı tektir ve kaçınılmaz olarak Türk tanrısı da aynı tanrıdır. Yazıtlarda yeri ve suyu tanzim ettiği bildirilen yaratıcı kudretin muhatap edindiği toplum, salt Türk milleti değil, bütün insanlık camiasıdır. Keza “Türk” sözcüğünün etimolojisi bizi “âdemoğlu” fikrine sürükler: Malûmdur ki, “Türük” yaratılmış, doğmuş, türemiş demektir.[23] Sözcüğün “erklig (güç-kuvvet)”[24] anlamı da vardır ki, kutlu töre etrafında bütünleşmiş Türk boylar birliğinin diğer toplumlara üstünlüğünü vurgulamanın yanı sıra, bütüncül boyutta “eşref-i mahlûkat” ve “kâmil insan” kavramlarını da içermektedir, (Türk’ün bir anlamı da olgunluk çağıdır). Keza iblisin isyanı âdemoğlunun gücünü kıskanmaktan doğan bir kapris değil miydi? Bir Çin kaynağına göre Türkler Altay dağlarında demircilik yapıyorlarmış; bu dağın doruklarından biri miğfere benzediği için ve göçebe Altaylıların dilinde miğfere türk dendiği için söz konusu kavmin adı Türk olarak tescil edilmiş.[25] Burada ve her destansı anlatıda karşımıza çıkan “dağ doruğu” motifi bizi dönüp dolaştıktan sonra elest bezmine götürüyor. Tanrı bütün insanları yukarıda bir yerde toplamış ve ant içirmiştir. Bilge Kağan yazıtından aldığımız cümleyi ‘yorumlayarak’ hatırlayalım: “Türk Tanrısı babamı ve annemi (Âdem’le Havva’yı ve onların zürriyetlerini) göğün tepesinden tutup yukarı kaldırmıştır.” Ruhlar yaratıldığında zaten gökte idiler ve Tanrı’nın birliğine tanıklık etmek için daha yukarıda bir yerde toplanmışlardı. Türk’ün bir başka mânâsı ise “bütün meyvelerin olgunlaştığı çağın ortası” yani “zaman”dır.[26] Olgunlaşma çağından murat insan-ı kâmil derecesine yükselme ülküsü ve zamandan kasıtsa herhalde âlemlerin en şerefli varlığının yaratıldığı mükemmel zaman~dehr olsa gerektir. Özetle, Türk teriminin özel ve genel olmak üzere iki anlamı vardır: Özel anlamı Türk toplumu, genel anlamı ise âdemoğlu~beşeriyettir.

Sonuç olarak, materyalist tarih tezinin çıkış noktası itibariyle bir safsata olduğunu, bu savı ortaya atıp geliştirenlerin ve süslü püslü akılcılık paketi içinde yegâne gerçeklikmiş gibi sunanların insanlığa hizmet etmek hüsnüniyetinden ziyade, mekanizmin hâkimiyetine yol açmak gibi bir kara-ütopya peşinde koştuklarını iddia edebiliriz. Bu ifsat edici komplonun görünen yüzü Âri ırkın ve Batı uygarlığının üstünlüğü inancıdır; Avrupalı ve Amerikalı entelektüelleri Hıristiyanlık dışındaki dinsel ve medenî alanda, özellikle Hint yarımadasına yönelten içgüdü de yine bu ırksal üstünlük vehmidir. Batı düşüncesine göre, Âri ırkın geliştirdiği üstün uygarlık formunun ilkel biçimi Hindistan’ın bağrında yatmakta ve hatta yaşamaktadır. Varlığı yadsınamayan ifsat edici komplonun görünmeyen yüzü ise siyonizmden başka bir şey olamaz. Kutsal kitaplardaki öğretiler bir yana, bize göre ilkel görünen eski kavimlerin tüm mitolojik anlatıları ‘ısrarla ve inatla’ materyalist evrim savının karşısında durmaktadır. Kur’an-ı Kerim ile sabit olan bir evrim vardır, ama bu mekanik evrim değil, yaratıcı tekâmüldür.[27]                               

 KAYNAKLAR

[1] Michael Talbot, Mistik Düşünce ve Yeni Fizik (giriş bölümü), İnsan Yayınları, İstanbul 1997

[2] Mustafa Kök, Mistik Dünya Görüşü ve Bergson, sayfa 30, Dergâh Yayınları, İstanbul 2001  

[3] Yılmaz Özakpınar, İnsan Düşüncesinin Boyutları, sayfa 72, Ötüken Neşriyat, İstanbul 2002

[4] Saim Sakaoğlu-Ali Duymaz, İslamiyet Öncesi Türk Destanları derlemesi içinde “Türk Destancılık Geleneğine Bütüncül Yaklaşabilme ve Alp Kavramı Üzerine Bazı Yeni Yaklaşım Denemeleri” başlıklı makale (sayfa 153’teki 4 numaralı dipnot), Mehmet Aça, Ötüken Neşriyat, İstanbul 2002 

[5] Elmalılı M. Hamdi Yazır,  Hak Dini Kur’an Dili, tarihsiz baskı, 4. cilt, sayfa 23

[6] Muhammed Esed,  Kur’an Mesajı (1. cilt, sayfa 273’teki 16 numaralı dipnot), İşaret Yayınları, İstanbul 1999

[7] Mircea Eliade,  Şamanizm, sayfa 30, İmge Kitabevi, Ankara 1999

[8] S. Ahmet Arvasi, Diyalektiğimiz ve Estetiğimiz, sayfa 31, Burak Yayınevi, İstanbul tarihsiz

[9] Saadettin Kocatürk,  Gülşehrî ve Felek-nâme, sayfa 142, TC Kültür Bakanlığı Yayınları, Ankara 2000  

[10] Muhammet Nur Doğan,  Hüsn ü Aşk, sayfa 166’da 743 numaralı beyit, Ötüken Neşriyat, İstanbul 2003

[11] Saim Sakaoğlu-Ali Duymaz, yukarıda adı geçen derleme içinde “Türk Ağaç Kültü İnancının Dede Korkut Hikâyelerindeki Yansımaları” başlıklı makale, Metin Ergun, sayfa 138      

[12] Mehmet Saffet Sarıkaya, Anadolu Aleviliğinin Tarihi Arka Planı, sayfa 24-25, Ötüken Neşriyat, İstanbul 2003   

[13] Elmalılı M. Hamdi Yazır, Hak Dini Kur’an Dili, tarihsiz baskı, 5. cilt, sayfa 382

[14] Bilge Seyidoğlu, Mitoloji Üzerine Araştırmalar, sayfa 45, Dergâh Yayınları, İstanbul 2002

[15] Carl Gustav Jung, Gökte Görülen Cisimler Üzerine Bir Mit, sayfa 175, Kırmızı Kedi Yayınevi, İstanbul 2014

[16] Bakınız: Abdülkadir İnan, Şamanzim, Ankara 2000 ile Bahaeddin Ögel, Türk Mitolojisi I. cilt Ankara 1998 kitaplarında yer alan Altay yaratılış destanları bahisleri     

[17] Michael Talbot, a.g.e. sayfa 104

[18] Muharrem Ergin, Orhun Abideleri, sayfa 67, Boğaziçi Yayınları, İstanbul 1978 

[19] Kur’an-ı Kerim ve Açıklamalı Meali, Türkiye Diyanet Vakfı, Ankara 1993

[20] Samuel Noah Kramer, Sümer Mitolojisi, sayfa 80, Kabalcı Yayınevi, İstanbul 1999

[21] Yukarıda adı geçen Diyanet Vakfı nüshâsı, Enbiyâ Sûresi, âyet 30

[22] Muharrem Ergin, a.g.e. sayfa 35

[23] Faruk Sümer, Oğuzlar (Türkmenler), sayfa 23, Türk Dünyası Araştırmaları Vakfı, İstanbul 1999

[24] Bahaeddin Ögel, Türk Kültürünün Gelişme Çağları, sayfa 11, Türk Dünyası Araştırmaları Vakfı, İstanbul 1988

[25] Bahaeddin Ögel, a.g.e. sayfa 20

[26] Bahaeddin Ögel, a.g.e. sayfa 29

[27] Yaratıcı tekâmül ve materyalist evrim sorunsalı için bakınız: Maurice Bucaille, İnsanın Kökeni Nedir, İnsan Yayınları, İstanbul 1984

Yazar
Metin SAVAŞ

Metin Savaş, 1965 yılında Balıkesir’de, kalabalık ve nispeten varlıklı, klasik bir taşra ailesinin içinde doğdu. Lise eğitimini Vefa Lisesindeyken yarıda bırakarak çalışma hayatına atılmak zorunda kaldı. Babasının iş dünyas�... devamı

Bu websitesinde farkı kaynaklardan derlenen içerikler yayınlanmakta olup tüm hakları sahiplerinindir. Sitedeki içerikler atıf gösterilerek kaynak olarak kullanlabilir. Yazıların yasal sorumluluğu yazara aittir. Tüm Hakları Saklıdır. Kırmızlar® 2010 - 2024

medyagen