Hayatta En Çok Babamı Sevdim

Bir insanın anavatanı çocukluğudur, der psikologlar. Ne kadar doğru. Nereye gidersek gidelim, hangi mesleği seçersek seçelim, hangi konuma gelirsek gelelim, kaç çocuğumuz olursa olsun ondan kopamıyoruz. O da bir şekilde bizden kopmuyor. Hepsi yalan, sen büyüdün, kocaman adam oldun, kocaman insan oldun sözlerinin. Bir tarafımız hep bahar kalıyor, taze kalıyor, küçük kalıyor. Hep başımız okşansın istiyoruz sıcak ellerle, dillerle, gönüllerle

Ve artık baba olan ben, bugün, içimdeki çocuktan ödünç aldığım cesaretle, size babamdan bahsedeceğim. Bu bir ilk olacak hayatımda. Yaşasaydı yazamazdım, izin vermezdi. Sevmezdi kendisinden bahsedilmeyi, övülmeyi, riya gibi gelirdi ona bu. Rahmete uğurladığımız hoşgörüsüne sığınarak ve ruhundan istimdat ederek yazıyorum. Ellerinden öpüyorum.

Herkesin unutamadığı sabahlar vardır hayatında. Kimi kuş cıvıltılarıyla uyandığı bir tatil sabahını unutamaz, kimi deniz dalgalarının âdeta periyodik bir ısrarla ‘’hadi kalk, hadi kalk’’ dercesine çıkardığı sesle gözünü açtığı sabahları… Ya ben? Kırk yaşından sonra okumayı öğrendiği Kur’an’ı bir daha elinden hiç bırakmayan babamın, her günaydınlığında eğildiği bu sayfalarda bulduğu huzuru yanık sesiyle dillendirerek evi meleklerle doldurduğu ruhanî sabahları unutamıyorum. Dindar insandı.

Değirmenimiz ve dükkânımız vardı. Bunlar, kul hakkına dikkat etmeyi gerektiren işlerdi. Zaman zaman, ‘’acaba, farkında olmadan, insanların hakkı bana geçer mi?’’ düşüncesiyle bu işleri bırakmayı düşündüğünün canlı şahidiyim. Hastalık derecesinde hassas ve dürüst insandı.

Meyve bahçesi olarak kullandığımız etrafı orman olan hemen hemen 200 dönümlük bir arazimiz vardı. Bu mülk dededen kalmaydı, ortaktı. Kadastro memurları, köyümüzden ve komşu köyden seçilip onlara rehberlik eden bilirkişiler ve dahi babam aylarca uğraştılar, bir Geyve’ye, bir bahçeye gittiler geldiler. Çocuk aklımla anlamam mümkün değildi olanları. Bir gün sordum, önce cevap vermedi, ama daha sonra kısaca özetledi yaşadıklarını. Rüşvet istemişler babamdan, çok da yüklü para değilmiş aslında. İtimat ettiği bir dostuna sormuş. Dostu; ‘’rüşvet alan da, veren de… ‘’ diye başlayan meşhur hadisi okumuş. ‘’Eğer rüşvet karşılığında o yer bizim olacaksa istemiyorum’’ dedi ve yaklaşık 200 dönümlük yer hazineye kaldı. Okuyamamış ve şair olamamış haliydi Mehmet Akif’in.

Bir ara muhtarlığa aday olması için çok ısrar edildi. ‘’Ben sana oy vermem baba’’, dedim, şaşırdı. ‘’Niçin?’’, dedi. ‘’Sen biraz fazla titiz ve dürüstsün de ondan’’ dedim. Düşündü, düşündü, düşündü, ‘’haklısın’’ dedi. ‘’Günümüz memurlarına iş yaptırmak için onların dilini bilmek ve konuşmak lazım, genç olmak lazım, sürekli koşuşturmak lazım’’ diye de ekledi. Mahçup bir insandı.

İlkokul mezunuydu, ama mükemmel bir yazısı vardı. Askerde bir komutan yazısının güzelliğini görünce, ‘’gel evlat’’ demiş ‘’bu ellere ot yoldurmaya yazık, seni çavuş yapalım…’’ Okumayı, okuduklarını, öğrendiklerini dostlarıyla paylaşmayı severdi. Hayatından ve okuduklarından dikkatini çeken noktaları, yerleri anlatmayı da. Benim anekdotlara olan düşkünlüğümün arkasında o varmış meğer.

Doğançay’da ayakkabı tamirciliği yapıyormuş. (Uzun Hikâye’nin çekildiği köy) Gün görmüş bir karakol komutanı varmış bu güzel kasabanın. Sürekli babamın dükkanına uğrar hal hatır sorar sohbet edermiş. Bir gün ayakkabısındaki küçük bir söküğü diktirmiş babama. Para uzatmış. ‘’Olmaz’’ demiş, babam. Oturmuş karşısına; ‘’bak’’ demiş ‘’Selahattin, buraya düşmanların ve seni sevmeyenler zaten gelmez, dostlarından da sen para almazsan, nasıl geçineceksin?’’

Bir de, kendisinden defalarca dinlediğim Hz. Musa ile ilgili bir kıssası vardı. Hz. Musa bir gün yolda yürürken pislikleri eşeleyen bir karga görür. Dönüşte aynı karga bu sefer Kur’an okumaktadır. (Babam Kur’an derdi ama bu başka bir kutsal kitap olmalı…) Bu duruma çok şaşırır Hz. Musa. Allah’a (c.c.) sorar nedenini/hikmetini bu durumun. Cevap çok ibretâmizdir: ‘’Âhir zaman ümmetini taklit ediyor ya Musa, âhir zaman ümmetini taklit ediyor.’’ Bilge insandı.

Düzenli maaş alabileceği bir işinin olmasını çok istemiş. Asker dönüşü girdiği sınavlardan hemen hepsini kazanmış ama polis olmayı tercih etmiş. Göreve başlamak için İstanbul’a yola çıkmış, yolda geçirdiği kaza onun iki sene yatağa mahkum yaşamasına neden olmuş. Tam bir trajedi olan bu kaza dilinden hiç düşmezdi. Bahsi bağladığı temel kavram hep; ‘’nasip’’ti. Mütevekkil insandı.

Geldik en önemli noktaya. Benim edebiyatçı olmamı hiç istemedi. Edebiyatçılar pek muteber insanlar değiller, zamanla kendilerinden, milletlerinden, kültürlerinden, dinlerinden koparlar… derdi sürekli. Şakayla karışık bir şekilde söylerdi bunu, ama ben çok alınırdım. Bir gün kitaplarımdan birini karıştırırken edebiyatın kırk birinci tanımıyla karşılaşmış; ‘’Edebiyat aynı zamanda boş söz ve palavra demektir.’’ Hep takılırdı bana, boş işle uğraşıyorsun diye. Gülmeyi seven insandı.

Kul hakkından, insanları incitmekten, borçtan ve ölümden çok korkardı. Ben ölümden o kadar korkmuyorum, çünkü biliyorum ki babaannem ve babam beni orada dört gözle bekliyorlar. Bekleyeniniz varsa bekletmemek lâzım. Beklemeyi sevmeyen insandı.

Yazar
Muharrem DAYANÇ

Muharrem Dayanç, Sakarya, Geyve, Karaçam Köyü’nde doğdu. İlkokul, ortaokul ve liseyi Adapazarı’nda tamamladıktan sonra, 1990 yılında, İstanbul Üniversitesi, Edebiyat Fakültesi, Türk Dili ve Edebiyatı Bölümünü bitirdi. Daha sonr... devamı

Bu websitesinde farkı kaynaklardan derlenen içerikler yayınlanmakta olup tüm hakları sahiplerinindir. Sitedeki içerikler atıf gösterilerek kaynak olarak kullanlabilir. Yazıların yasal sorumluluğu yazara aittir. Tüm Hakları Saklıdır. Kırmızlar® 2010 - 2024

medyagen