Tanpınar’la Sanal Sohbet

Tanpınar’la bahar mevsiminin herhangi bir hafta sonunda, herhangi bir İstanbul köşesinde, diyelim ki Fatih itfaiyesinin önündeki parkta buluşmak için sözleştik. Bilmem ki burayı kendisi mi tercih etmişti, yoksa ben mi onu buna zorlamıştım? Buluşacağımız yeri seçmekte tamamıyla hür olsaydı nereyi uygun bulurdu? O kadar sevdiği ve Huzur’da anlata anlata bitiremediği Boğaziçi semtlerinden bir mekânı mı, yoksa ne bileyim, Üsküdar camilerinin serin avlularını mı seçerdi? Fakat biliyordum ki, Şehzadebaşı tarafları Tanpınar’ın hatıralarında önemli bir yer işgal etmektedir.

 

Zamanı gelip de buluşma noktasına koştuğumda o beni elbette tanıyamazdı; ama ben onu zayıf kalabalığın içinde gözlerimle aramaya gerek kalmaksızın kolaylıkla seçebildim. Siluetini siyah beyaz fotoğraflardan bildiğim büyük yazar bir banka oturmuş, bacak bacak üstüne atmış, parktaki ağaçlara ve dallardan dallara sıçrayan kuşlara dalgın dalgın bakınıyor, parmakları arasındaki sigarasını gayet fotojenik bir edayla ara ara dudaklarına götürüyordu. Randevu yerine erken gitmek konusunda o kadar telâş etmeme rağmen, bekleten yine de ben olmuştum. Mahcup gölgemi bankın önüne tereddütle düşürdüğümde kim olduğumu anlayarak ayağa fırladı ve elini elime uzatarak,

– Erken gelme yarışını ben kazandım; ama sen bunu dert etme, dedi.

Özür dilemeyi abes bularak, yalnızca hatırını sormakla yetindim ve bankın eliyle gösterdiği köşesine –tıpkı onun gibi– bacak bacak üstüne atarak kuruldum. Uzattığı sigarayı alırken üstadın giyim kuşamına alelacele göz gezdirmeyi ihmal edemezdim. Üzerinde tertemiz beyaz gömlek, lâcivert su damlalarıyla süslenmiş tütün sarısı kravat ve dizlerinin üstünde mevsime göre ağır sayılabilecek koyu renkli ceket. Kırlaşmış saçları ortadan arkaya doğru taranmış. Kaşlar kalın ve burun biraz büyük. Bu haliyle sanırım elli beş veya altmış yaşlarında olmalı. Belki de dünyamızı terk ettiği yaştaki haliyle görüyordum onu. Bir süre havadan sudan konuştuk. Çok fazla sigara içiyordu. Bunu ona söylediğimde güldü:

– İnsan bir kere ölür delikanlı!

Cevap beni de güldürmüştü. Neden sonra sohbetimizi daha ciddi konulara kaydırmak arzusuyla çevreme şöyle bir bakındım; parkın içi tenhaydı ama dışarıda her zamanki gibi muazzam bir kalabalık vardı. Yönlerini yitirmiş izlenimi uyandıran insanlar, Arabistan petrollerini tüketmek hırsına kapılmış otomobiller, hoyrat manevralarıyla caddeyi sırat köprüsüne benzeten dolmuşlar ve çevre dostu olduklarını ısrarla iddia eden yeşil boyalı belediye otobüsleri.

– İstanbul’u bıraktığınız İstanbul’dan ne denli farklı buldunuz? diye sordum.

Elindeki izmariti yere attı, ayağıyla ezdi ve ciğerlerine nikotinsiz bir nefes alma fırsatı bırakmadan ikinci sigarasını yaktı. Kuşkusuz zeminde başka izmaritler de vardı ve onları beni beklerken hırpalamış olmalıydı. Sonra gözlerimin içine bakarak:

– İstanbul’u hiçbir zaman bırakmadım, dedi. Evet, bir ölüyüm; ama senin şu an idrak edebildiğin şartlara göre ölüyüm. Yaşam dediğiniz şey, zihinlerde parçaladığınız gerçek zamanın sadece bir dilimidir. Her halde ne demek istediğimi anlıyorsun.

Kirpilerimi kırparak anladığımı ihsas etmeye çalıştım. Bergson’un saf süresine gönderme yapıyordu. Bu kez de bakışlarımı gökyüzüne kaydırmıştım. Şehzadebaşı Camisi’nin üzerinden, neredeyse minarelere çarpacak derecede alçaktan bir basın helikopteri geçmekteydi.

– Sizin burada olduğunuzu bilseler, dedim gülümseyerek, bütün basın parkı ablukaya alırdı. Fakat bunu ciddiyetle mi yaparlardı, yoksa magazin ihtiyaçlarını tatmin etmek için mi?

Muzip tavırlarla işaret parmağını dudaklarına götürdü:

– Aman açık verme! Böyle daha iyi. Baş başa konuşuyoruz işte.

– Anladığım kadarıyla, parçalanmış zamanın bir başka boyutunda, bir başka parçasında yaşıyorsunuz, diyerek konuya döndüm. İstanbul’u ise hiç bırakmadığınızı söylemiştiniz. Bu nasıl oluyor?

– Basit… Ruhen bırakmadım tabii… Eski hayatımızı ziyaret etme hakkımız var burada. Siz bizi her zaman göremezsiniz, ama biz daima sizinleyiz.

– Ama ben şu an sizi görüyorum!

– Hiçbir zaman göremezsiniz demedim ki; her zaman göremezsiniz dedim. Kaldı ki bu bir istisna. Belki de bir hayal.

– Abdullah Efendinin rüyaları gibi mi?

– Eh, işte…

– Orada da ölüm var mı?

– Yorum yok delikanlı. Böyle şeyler sorma. –Avucunu dizime indirdi– Kalk hadi; hep oturacak mıyız? Biraz dolaşalım.

Birlikte doğrulduk. Ağaçlar arasından caddeye doğru ağır aksak ilerlemeye başladık.

– Galiba, dedim kurnazca gülümseyerek, sizin bir açığınızı yakaladım.

– Ne gibi?

– Çok fazla sigara içtiğinizi söylediğimde insan bir kere ölür demiştiniz. Şimdiyse yorum yok diyorsunuz. Şu halde orada da ölüm var.

Kurnazlığıma aldırış etmeksizin gökyüzüne bakarak:

– Hava güzel, dedi üstat.

– Fakat, dedim, İstanbul eski İstanbul değil.

– O kadar olacak… Aslında İstanbul, her zaman, kendi şartları içinde güzeldir. Sizin tek meseleniz, değerleri yeniden yaratmaktaki aczinizden doğuyor. Yani, bizim meselelerimiz sizlerde de devam ediyor.

O böyle derken ben ister istemez Yahya Kemal’in nesrinden bir parçayı mırıldandım: “Millî şuur tam bir derecede tecelli ederse, gelecek devirlerde yaratacağımız İstanbul semtlerinin üslûbu, rengi, havası, eski İstanbul’da olduğu kadar güzel olur.”

Üstat babacan tavırlarla koluma girdi.

– Dersine iyi çalışmışsın, delikanlı.

Ne de olsa bir hocaydı.

– Millî şuurun bugünkü şeklini bulmakta zorlanıyoruz, karşılığını verebildim.

Bunda şahsî bir yakınmadan, kendi neslime yönelik bir itiraftan ziyade, eskilerin bize yeterince yol açmamış bulunmalarını ima eden bir itham vardı. Topu geçmişe atmaya çalışıyordum belki de. Hayat karşısındaki intibaksızlığımıza bahane bulmak için maziden hesap sormaktan başka bir şey değildi bu. Tipik bir haksızlığa uğramışlık psikolojisi. Sonra sordum:

– Ne tarafa gidiyoruz?

– Fark etmez. Bırakalım bize ayaklarımız hükmetsin. Onlar gidilecek yeri iyi bilirler.

Kaldırım kenarına gelince duraladık. Otomobiller vızır vızır. Bir dolmuş önümüzde hız keserek “Edirnekapı!” diye bağırdı. Sanki nereye gittiğini bilmiyoruz. Yolcu olmadığımızı anlayınca da yitirdiği saniyelere hayıflanarak yoluna devam etti. Caddenin karşısına geçmemiz bir hayli zaman almıştı. Ben rüzgârda dağılan saçlarımı düzeltirken, üstat belediye sarayının bahçesindeki havuzu gösteriyordu.

– Estetik bir görünüme sahip değil, ama hiç yoktan iyidir. Suyun imkânları başka oluyor. Bilhassa İstanbul gibi yerde. Ecdadımız bunu binlerce yıl önce sezinlemiş olmalı ki, Orta Asya’nın güneş altında eriyen bozkırlarında suyu aramış, sudan medet dilenmiş ve bir su kültü yaratmış. Gel hadi; havuzun etrafında bir tur atalım.

O tarafa yöneldik. Gelip geçen kalabalıktan birkaç kişi bize baktı. Merakla sordum:

– Diğerleri de sizi görebiliyorlar mı? Yoksa yalnızca ben mi?

– Görmesinler mi? O vakit ne kadar zor durumda kalırdın… Kendi kendisiyle konuşan bir genç.

Üstat haklıydı ve biz belediye sarayı bahçesine çoktan girmiştik. Bir zaman sessizce havuzun suyunu seyretmeye daldık. Ne var ki, ikimiz arasında önemli ve doğal bir fark vardı: Onun aksi suya düşmüyordu. Bu ayrıntı endişelenmeme yetmişti. Ya etraftan birileri –bizim mekân boyutumuza göre olağanüstü olan bu durumu– fark eder de ortalığı velveleye boğarsa? Gel de çık işin içinden! Neyse ki üstat havuz kenarında fazla oyalanmayarak bahçeye sıralanmış büstlere yöneldi.

– Bak, dedi, resim ve heykel yasaklanmasaydı Oğuznamelerden romana geçmemiz mümkün olabilirdi. Bu Uygurlarda zaten vardı. Selçuklu Türkiye’sine kadar da gelmişti. Fakat bunları senin neslin zaten biliyor.

– Elbette biliyoruz. Hatta daha fazlasını.

– Sanırım burada bir itirazın olacak.

– Romana geçemeyişimizin tek sebebi resmin ve heykelin yasaklanması olabilir mi? Bu kadar basit mi?

– Haklısın. Plastik sanatlar hâdisenin yalnızca bir tarafı. Reel hayata yeterince sahip çıkamadığımızı hatırlatmam gerekiyor. Ama bütün bunlar birbirine bağlı. Sonra… Bizde… Şeytan da aradığı yeri bulamamıştı.

– Fakat böyle imkânsızlığa can kurban. Devam edebilir miyim?

– Seni dinlemek için buradayım, delikanlı. Zira asıl vatan gençliktir.

– Bu konuda daha farklı görüşler de ileri sürülüyor. Bizde tahrif edilmemiş bir kitap var. Bütün kitapları gölgede bırakan ilâhî metin.

– Şüphesiz…

– Dahası, Batı her zaman telkinci olmuştur. Cenneti bu dünyada yaratmak hırsı. Ölümü kabullenemeyiş. Ölümü mutlak son addediş. Roman sanatıysa bu ihtirasın bir ifade aracı. Bizde ise tam tersi.

– Zamanda ve mekânda sonsuzluk! İstersen bunu formüle edelim. Garp dünyevî refahın peşindedir. Şark ebedî huzurun. Keza biz dünyada seferîyiz.

– Ya şahsiyetimiz?

– Onu hiçbir zaman bütünüyle hayata bağlayamadık. Bırak klasik edebiyatımızı, Batı tarzı Türk hikâyesinde dünyevî şahsiyetini tamamlamış herhangi bir kahramana rastlayabiliyor musun?

Gözlerini her nedense belediye binasına dikti:

– Hayır; böyle olmaz! Millî şuur bu değil… Kaynamış mısır sever misin?

O an burnuma mısır kokusu geldi. Arkama baktım; ileride bir mısırcının arabasından dumanlar savruluyordu.

– Severim, dedim.

– Ama bende metelik yok. Malûm ya, ötelerden geliyorum. Satıcıya bir derviş gibi yaklaşıp da, şu biçare zaman yolcusuna sevabından bir mısır ver diyemem ki.

Tuhaf bir neşe içinde seyyara yanaştık. Fazlasıyla sarı ve iri tanelerin üzerinden kayan sıcak dumanlar ve buharla birlikte eriyen tuz kristalleri iştahlarımızı kabartmaya yetiyordu. İlk hamleyle birlikte tarifi imkânsız lezzetlerin damaklarımızdaki hâkimiyetine teslim olduk. Fakat bu teslimiyet çok fazla sürmedi. İlk hazzın etkisini yitirmesinden sonra fark ettik ki mısırlar o kadar da iyi değildi.

– Bu zayıf lezzet bana çocukluğumu hatırlattı, dedi üstat.

– Eviniz yakınlarda bir yerlerde değil miydi?

– Evet… Elâgöz Mehmet Efendi Camii’nin karşısındaydı. Fakat İstanbul o kadar hızlı değişiyor ki, sana çocukluğumdan kalma gösterecek bir sokak dahi bulamam. Babamın memuriyeti sebebiyle Anadolu’da ve Arabistan’da geçen yıllardan sonra, ilk gençliğimde İstanbul’a döndüğüm gün, insanlar ve evlerle birlikte hayat da değişmiş gibi gelmişti bana. Sokakları yaşlanmış bulmuştum. Şimdiki İstanbul daha hareketli, daha kalabalık.. ve hayat çok daha değişik.

Üstat düşünürken konuşuyor, bense elimdeki mısırla boğuşarak yalnızca düşünüyordum. Ona Sabiha’yı sormayı ne kadar çok isterdim! Fakat buna hakkım var mıydı? O an tekrar göz göze geldik. Tanpınar elindeki mısır koçanını kaldırım kenarındaki çöp sepetine bıraktı.

– İyi kaynamamış… Mısır dediğin ağızda erimeli. Sen niye susuyorsun? Yoksa benim hatırlayıp da hüzünlenmem gereken yerde senin mi boğazın düğümlendi? Biliyorum, bana Sabiha’yı sormak istiyorsun.

– Tam olarak değil… Siz Nuran’ı seven Mümtaz mısınız, yoksa Sabiha’nın peşinde koşan Cemal mi?

– Bu sorunun cevabını biliyorsun.

– Ama hep kaybettiniz.

– Doğru. Asla mutlu olamadım. Fakat insan kendi kaderini biraz da kendisi çizer. Sabiha hadi neyse; ama mütemadiyen evli kadınlara gönül verenin hiç mi kabahati yok? Hususi hayatımı ilgilendiren bir yığın soruyla buraya geldiğin halinden o kadar belli oluyor ki! Ama bütün bunlar işin magazin tarafı… Öyle her şeyi kurcalama delikanlı. Ben kendi hakkımda anlatabileceklerimi yahut anlatmaya cesaret edebildiklerimi nesirlerimde ve şiirlerimde itiraf ettim zaten. Bundan fazlası yalnız bana ve hayatıma giren kadınlara kalmalı. Değil mi? Üstelik ben şu anda tamamıyla ben değilim. Bu da bir başka parçalanmışlık. Kendime tümüyle tasarruf edebilseydim, belki birkaç ufak sırrımı sana açıklardım. Ama biliyorsun ki, karşında konuşan Ahmet Hamdi senin hayalinin ürünüdür. Bu durumda sana hangi sırrımı verebilirim? Zaten biz bu sohbetimizde yeni bir şey de söyleyecek değiliz. Hakkımda ne biliyorsan, vaktiyle yazdıklarımın ne kadarını okuduysan, okuduklarının ne kadarını anladıysan, ben sana ancak o kadarını söyleyebilirim. Daha fazlası için aynı zamanda ve aynı mekânda buluşmamız gerekir.

Hâlâ mısırcının yanı başındaydık. Satıcı mısırlarını beğenmediğimizi anladığından beri kendi kendine bir şeyler söyleniyordu. Bizse orada mıhlanıp kalmış gibiydik. Bir ara parktaki bankta da galiba böyle olmuştu. Bu kez inisiyatifi ele almaya karar vererek:

– Boğaz’da bir gezintiye ne dersiniz? diye atıldım.

– Maksadın gerçekten de, bana, senden daha iyi tanıdığıma emin olduğum Boğaziçi’ni gezdirmek mi; yoksa kendini tatmin etmek için mi böyle bir teklifte bulunuyorsun?

– Sanırım bencillik ettim.

– Önemli değil… Seni anlıyorum. Mamafih Boğaziçi’ni gezmek uzun sürer. Bana göre değil, senin şartlarında uzun sürer. Ama istersen bir vapura atlayalım ve Üsküdar’a geçelim.

Memnuniyetimin yüzümden nasıl okunduğunu tahmin edersiniz. Üsküdar’a geçmek fikri ikimizi de keyiflendirmişti. Fakat bir sorun vardı: Haliç sahiline Atatürk Bulvarı’ndan mı inecektik, Divanyolu’nu mu tercih edecektik? Bir süre ayakta bunu konuştuk ve bu türden ayrıntıların hayata ayrı bir renk kattığı konusunda uzlaşarak Aksaray’a inmeye ve oradan da tramvayla Sirkeci’ye uzanmaya karar verdik. Yol boyunca şehrin kalabalığından, trafiğin düzensizliğinden konuşmayı da ihmal edemezdik kuşkusuz. Mehmet Kaplan aracılığıyla Tanpınar ekolüne bağlı olan Orhan Okay Hoca bir hatırasında, nüfusu henüz bir milyonu geçmeyen İstanbul’da yürümenin bir zevk olduğundan bahseder. O an, tramvayın bunaltıcı havası içinde ben de bu yazıyı hatırladım ve üstada kırık dökük tekrarladım. Dudaklarına buruk bir tebessüm yayıldı.

– Orhan Bey doğru söylemiş, dedi. Her memleketin pâyitahtında yürümek ayrı bir zevktir. Kaldı ki İstanbul’da! Paris, Viyana, Berlin, hatta Madrid hakikaten göz kamaştıran başkentler. Oraların işlek bulvarlarında, tenha ama ihmal edilmemiş arka sokaklarında ve bir kültürü daima gözler önüne seren büyük meydanlarında sanat ve keşif zevkine gömülerek dolaşmak ne bulunmaz nimettir! Tebriz, Buhara ve Bağdat… Ama İstanbul başka! Bizim için başka!

Ve biz her dönemde başka olmayı bilen İstanbul’u konuşa konuşa Sirkeci’ye kadar tramvayın hercümercine tahammül etmek zorunda kaldık. Son durakta indikten sonra üstat vagonlara ve yol boyunca uzayıp giden raylara şöyle bir baktı:

– Her şeye rağmen bunlar da büyük şehre yakışıyor. Demiryolunun kendine has bir romantizmi var. Neden böyle bilmiyorum. Ama vapurları da severim.

Alelacele yolun karşısına geçerek Üsküdar iskelesine kapağı attık. Jetonların ücretini ödemek yine bana düşmüştü. Doğrusunu söylemek gerekirse, Tanpınar’la birkaç saat beraber olabilmek uğrunda koca bir serveti gözümü kırpmadan feda edebilirdim. Fakat büyü bozulup da kendime geldiğimde uçup giden paracıklarıma hayıflanır mıydım dersiniz? Ne de olsa emperyalizmin veledizinası olan kapitalizmin –şimdi buna nezaketen pazar ekonomisi, küreselleşme falan deniyor– dünyasında yaşıyordum. Dinimiz, imanımız ve biricik totemimiz Birleşik Devletler banknotları değil mi?

İskelenin bekleme salonu tahmin ettiğim kadar kalabalık değildi. Yine de adamın gözünü korkutuyordu. Çok geçmeden bizi karşıya atacak olan vapur yanaştı ve ben alışkanlıkla ileriye doğru atılmaya yeltendim. Fakat Tanpınar’ın koluma yapışmasıyla hamlem yarım kaldı.

– Bırak kalabalık boşalsın.

Sonra da biz ağır adımlarla –adına bakmayı akıl edemediğim– vapura bindik. Böyle bir mevsimde içeriye kapanacak değildik kuşkusuz. Boş yer aramak bahanesiyle güvertede bir zaman dolandık. Nihayet cüsselerimize uygun bir boşluk yakalamayı da başardık. Vapur iskeleden ayrılırken Tanpınar Yeni Cami’nin manzarasını seyrediyordu.

– Siz, dedim, Beş Şehir’de bu mabedi bir romana benzetiyorsunuz.

Fakat üstat karşılık vermeyerek seyrini sürdürdü. Neden sonra bakışlarını mabetten uzaklaştırarak daha ötelere kaydırdı. Kim bilir neler düşünüyordu. Belki Cemal sıfatıyla Elâgöz Mehmet Efendi’de bıraktığı ve bulunduğu zaman boyutunda kavuşup kavuşamadığını bilemediğim Sabiha’yı, belki de Mümtaz’ın zihniyle Nuran’ı… Ah, bir sorabilseydim! Kahrolası parçalanmışlık! Elimizi kolumuzu nasıl da bağlıyor! Bütün bunlar evreni oluşturan Büyük Patlama’nın oyunları… Bizler de oyuncakları… Sonra birdenbire üstat yüzünü yüzüme çevirdi.

– Yeni Cami, dedi, değişim sinyalleri veren on yedinci yüzyıl insanının yeni şartlar içinde kendini keşfetme çabasının bir ürünüdür. Geniş hayat karşısında hakiki şahsiyete, hür sanata ulaşma çabası.

– Fakat bu çaba yakıp yıkmayı ve onunla birlikte yozlaşmayı getirmedi mi?

– Her şeyin bir bedeli olacak. Cemiyetimizin yeni bir kültür yaratabilmesi için yalnız yapmak yetmiyor. Bir dereceye kadar yıkmak da gerek. Ama biz aşırıya kaçtık galiba. Yine de umutsuz değilim. Yeni hayat her ayrıntısıyla eskinin devamı olmaktan kurtulamayacaktır. Bizim nesil bu bağı kurdu ve geleceğe iyi kötü aktardı. Sizin için asıl mesele, değişim veya değişime intibaksızlık değil. Saatleri Ayarlama Enstitüsü nevinden mekanik kurumların dünyayı hükmü altına almış olmasıdır. Sizin mücadeleniz bunlarla olacak.

Rahat bırakılsaydık değişimin olumlu yüzü ve mekaniğin hâkimiyeti hakkında daha neler konuşabilirdik! Fakat bu mümkün olamadı. Az ötemizde, güvertenin korkuluklarına yaslanmış bir grup üniversiteli gençlerden biri pürdikkat üstada bakıyordu. Bir kulağı küpeliydi. Onun nazarlarını ikimiz de fark etmiştik. Galiba bu cin bakışlı delikanlı Tanpınar’ı tanımıştı. Endişeyle:

– Şimdi ne olacak? diye sordum.

– Hiç, dedi, biraz eğlenelim ve gençleri de eğlencemize ortak edelim. Sus ve seyret!

Delikanlı yanındakileri dirseğinin yardımıyla uyardı:

– Bakın! Şu adam kime benziyor?

Gençler hep birden bakışlarını bizden yana çevirdiler. Beş-on saniyelik tereddüt ânından sonra içlerinden bir genç kız, parlak dudaklarına olağanüstü bir kıvrım vererek:

– Gerçekten, dedi, ne kadar da benziyor! Tıpkı o! Yeniden dirilmiş olmasın?

Aralarında gülüştüler. Tanpınar tatlı bir tebessümle parlak dudaklı kıza seslendi:

– Hayret etmekte haklısınız; pek çok kişi beni ona benzetiyor ve şaşırıp kalıyor.

Genç kız biraz ürkek, biraz da üstadın kendisine seslenmesinden cesaret bularak bize yaklaştı.

– Özür dilerim… Ama onun fotoğraflardan bildiğim haline o kadar benziyorsunuz ki! Yoksa akrabası mısınız?

Tanpınar bu soru üzerine bana döndü ve “Sence akrabası sayılır mıyım?” dercesine gözlerimin içine muzip muzip baktı. Sonra tekrar genç kıza yöneldi:

– Sahi, siz beni kime benzetmiştiniz? Herkesin benzettiğine mi?

– Herkesin benzettiğine, dedi genç kız. Fakat akrabası olup olmadığınızı söylemediniz.

– Her İstanbullu gibi ben de onun yakınıyım.

– Bu bir cevap değil.

– Peki öyleyse, itiraf ediyorum; ne akrabasıyım, ne de hemşehrisi. Ben onun ta kendisiyim!

O an genç kızın çehresini görmeliydiniz. Karşısındaki altmışlık adamın kendisiyle dalga geçtiğine –haklı olarak– hükmedince yüzü bir an gerginleşmişti. Fakat gençliğin pervasızlığıyla birkaç saniyede toparlanarak eskisi gibi gülümsemeye ve dudaklarını parlatmaya devam etti:

– Çok şakacı biri olmalısınız.

– Galiba öyle. Ama bütün suç bende mi ya! Ona benzetile benzetile kendimi Tanpınar sanmaya başladıysam, kabahati biraz da başkalarında aramalı.

– Hayır! Şakacı olmak suç değil ki. Biliyor musunuz, ben felsefe okuyorum ve Tanpınar’ı çok severim.

– Ah, ne güzel! Fakat dikkatli olun. Malûmunuz, Tanpınar şıpsevdi gönüllüdür.

Kızcağız bu ihtar üzerine bir an afalladı ve nasıl bir tepki vermesi gerektiğinde kararsız kaldı. Bu arada ben de unutulmuştum. Boğaz’ın esintisi, vapurların düdükleri, tek tük rastladığımız balıkçı motorları eskiden beri içinde yaşadığımız ve geleceğe aktarmakta ısrar ettiğimiz ortamı tamamlıyorlardı. Unutulmuş olmaktan yararlanarak yan gözle genç kızı süzmeye başladım: Gür siyah saçlar, kömür karası gözler, Azeri dilberlerini andıran kalın kaşlar, hafiften toplu vücut ve dizlerine kadar inen etekliğinin altında seçilen pürüzsüz bacaklar. Tam bir Türk kızıydı.

– Demek felsefe okuyorsunuz, dedi Tanpınar.

– Evet… Ama daha işin başındayım.

Böylece aralarında vapurumuz iskeleye yanaşıncaya dek sürecek koyu bir felsefî sohbet başlamış oldu. Bergson’dan, Jung’dan, Freud’dan kısa kısa konuşarak daldan dala atlıyorlar, az çok bildiğim veya hiç anlayamadığım kavramlar üzerinde görüş alışverişinde bulunuyorlardı. Bir ara genç kızla göz göze geldik. Kendisini seyretmekte olduğumu tabii ki anlamıştı. Abartısız bir utançla gözlerimi kaçırmak zorunda kaldım. Üstat meseleyi fark ederek gülümsedi.

Bu benim için yeni bir başlangıçtı.

*

* *

Bizi Üsküdar’a uçuran vapurdan inip de iskelenin turnikelerine geçtiğimizde, kendimizi Mihrimah Camisi’nin gölgesinde bulduk. Güvertede tanıştığımız ve sefer boyunca sohbet ettiğimiz üniversiteli gençlerden ayrıldıktan sonra da ne yapacağımızı bilmeksizin etrafımıza bakındık. Üsküdar’a geçmek fikri Tanpınar’dan çıkmıştı, ama ikimiz de biliyorduk ki burayı seçmemizin hiçbir sebebi yoktu. Bu belirsizlik ânında bir şeylerden söz etmek gereğini de hissetmiyor gibiydik. Üstat gayet sakin, bakışlarını önce şehri çoktandır istilâ etmiş bulunan düzensiz yapılara, o yapılar arasından seçilen adını bilmediğimiz bir mabede ve oradan da kim bilir hangi âhir zaman tufanıyla Boğaz’ın sularına gömüleceği günü vakarla bekleyen ve terkibindeki ses tekrarından dolayı telâffuzu çok kimseyi zorlayan Şemsi Paşa Camisi’ne kaydırdı. Bense, bizlerden ayrılır ayrılmaz iskelenin bitişiğindeki gazete satıcısının renkli tezgâhında duraklayıp birtakım dergileri karıştırmaya koyulan gençlerin hareketlerini izlemeyi tercih etmiştim. Daha doğrusu, bu üniversiteli grup içinde dikkatleri en fazla çeken parlak dudaklı kıza kaptırmıştım zihnimi.

– Hoş kız, dedi üstat.

– Fazlasıyla hoş…

– Böyle kızlar her zaman tehlikeli olurlar.

– Onunla epey konuştunuz; ama sizin siz olduğunuzu hiçbir zaman bilemeyecek. Ona, itiraf ediyorum, ben Tanpınar’ın ta kendisiyim dediğinizde yüreğim ağzıma gelecek gibi olmuştu. Sonra bu heyecanın ne kadar yersiz olduğunu düşündüm. Size inanması mümkün değildi ki.

– Gayet tabii…

– Şu halde ben nasıl inanıyorum? Sizinle yan yana yürüdüğüme.. konuştuğuma?

– İnanmayı arzu ettiğin için. Daha önce de söylemiştim, bu bir istisna. Belki de böylesi bir metafizik buluşma herkes için mümkündür. Çünkü bizim medeniyetimiz ve bu medeniyetin değişen zamana göre iyi kötü yaşandığı şehirlerimiz dünya ile ahret arasında duran aralık bir kapı gibidir. Bu kapının aralığından bakabilmek sırrına az çok âşina olan her gönül ehli beni görebilir. Hiç olmazsa gördüğü vehmine kapılarak tatmin bulur. Çünkü biz ne kadar değişirsek değişelim, hatta kendimizi Batı karşısındaki ezikliğimizden dolayı kökten değiştirdiğimize inandırırsak inandıralım, sonuçta yine daima aralıkta duran bir medeniyetin terbiye ettiği bireyleriz. Marcel Proust “Eskiyi ne kadar zor terke diyorsam yeniyi de o ölçüde güç benimsiyorum” der. Her halde bu söz bize çok daha yakışıyor.

– Evet ama, diye itiraz ettim üstadın ağır adımlarına uyarak. Biz yine de çok değiştik. Bunu görmemiş olamazsınız.

Sahil boyunca yürümeye başlamıştık. İskeleden çıktıktan sonraki kararsızlığımızı göz önünde tutunca yapılacak en doğru şey de buydu sanırım. İçime sarsıcı, bunaltıcı bir tereddüt yuva yapmıştı. Aslında bu yuvanın temelleri çok önceleri, belki iki yüzyıl kadar önce atılmıştı da, zaman zaman uyuşukluğundan silkinerek benliğimdeki ağırlığını tüm haşmetiyle vurguluyordu. Şimdi de böyle bir âna sürüklenmiştim.

– O kadar değiştik ki, dedim meramımı nasıl anlatacağımı kestirmeye çalışarak. Mesele yalnızca bir hayat tarzından diğerine geçmenin doğurduklarıyla sınırlı değil. Kendimize özgü değerleri yeniden yaratmayı başarsak bile tatmin olamayacağımızı biliyorum. İş çığırından çıktı artık. Televizyon diye bir şey var; bunu anlıyor musunuz? Sizin kurguladığınız enstitüden çok daha karmaşık, yaygın ve acımasız bir kurum. Bütün değerlerin canına okudu. Aslında burada çok daha hayâsız bir ifade kullanmak isterdim, ama yanınızdayken terbiyenin hudutlarını aşmam mümkün değil. Hele bilgisayar dediğimiz araç tam bir canavar. Çağımızın Tepegözü. Her ne kadar Tepegöz mitolojide medeniyet karşısındaki doğayı temsil ediyor gibiyse de, şimdi her şey karmakarışık oldu. Sizin Bergson haklıymış; insanlık mekanik gelişmenin doruğuna inanılmaz bir hızla ilerliyor. Teknoloji beni öyle ürkütüyor ki, uygarlıktan kaçıp kurtulmak, zekânın unuttuğu bir ütopya adasına, Simeranya’ya benzer bir iklime sığınmaktan başka çıkar yol bulamıyorum. Ama bu da çözüm değil; üstelik tutarlı bir kaçış da sayılamaz. Ütopya adası da, Simeranya da yine zekânın ürünleri değil mi? Geriye kala kala Bergson’un söylediği mistik deha kalıyor.

Tanpınar sıkılmadan, anlayışla –çünkü yüzünde beni anladığını ifade eden bir tebessüm vardı– ve konuşmamı sürdürmemi suskunluğuyla teşvik ederek dinliyordu. Sanki şu an psikologumun muayenehanesindeydim de, ruhumda kopan fırtınaları tüm yalınlığıyla sunuyordum. Ona nelerden şikâyet etmedim ki? Gökdelenlerden, fabrikalardan, ozon tabakasını delmeyi bile başaran tüketim çılgınlığından, nükleer silâhlardan, dolardan, borsadan, piyasa bültenlerinde yatırımcının aklını karıştırmaktan başka bir işe yaramayan beyaz yakalı ve kanlı canlı hesap makinelerinden, Tanrı’yı unutmuş kitlelerden, gecekondulardan, kasaba büyüklüğündeki transatlantiklerden, aşkın yerini alan ve son derece itici bir kavram olan seksten, fuhşun özgürlük adına yasallaştırılmasından, köleliğin sözüm ona lânetlendiği bir çağda liseli kızların kâinat güzeli seçilmek vaadiyle nasıl yatağa atıldığından… Öyle hırslanmış, öfkelenmiş ve kendimden geçmiştim ki, dilimden dökülen sözcükler giderek estetik sınırı aşıyordu. Türkçedeki bütün yakası açılmadık sövgüler zihnimde dolanıyor, dudaklarımdan fırlamak azmiyle direncimi zorluyordu. Başkaldırının çizgisini aşmak üzere olduğumu itiraf etmeliyim. Üstada isyan, hayata isyan, kullarını bütün bu olumsuzluklarla baş başa bıraktığını düşünmeye başladığım Tanrı’ya isyan! Fakat her şey o kadar da kötü olamazdı kuşkusuz. Bu yaradılış yasalarına aykırıydı. O an, tam sınırı aşacakken, garip bir şey oldu. Hatırlamıyorum. Bir güzellik gelip geçti gözlerimin önünden. Neydi bilmiyorum. Belki bir mabedin estetiğin zirvesini bulmuş zarif minaresiydi; belki tüyleri yumuşacık bir sokak kedisiydi; belki vapurda karşımıza çıkan parlak dudaklı felsefeciden daha alımlı bir kızdı… Her ne idiyse, bu bana bir uyarıydı. Çünkü bu dünyada yaşıyordum ve bu dünyayı daha yaşanır hale getirmek için mücadele etmeye mecburdum. Üstelik bu uğurda bana yardımcı olabilecek yığınla imkân da elimin altındaydı. Zarif bir minare, sevimli bir kedi, alımlı bir kız… Direnme gücümü pekiştirecek, beni motive edecek hayallerim vardı. Şu anda olduğu gibi… Nihayet toparlanmaya çalışarak sakinleştim ve Tanpınar’ın hayalen de olsa yanımda bulunduğunu hatırladım.

– Üzgünüm, diyerek uzun şikâyetlerimi mazur gösterecek son cümleleri kırık dökük fısıldadım. Sizin ne suçunuz var ki! İçimi döktüm yalnızca. Daha da ileriye gittim elimde olmaksızın; sizi bir an için Tanrı yerine koydum.

O ise hâlâ aynı anlayışla gülümsüyordu.

– Bir sinir buhranı, dedi gözlerimin içine bakarak. Tanrı’yla mı konuşmak istiyorsun? Onu başkasında araman anlamsız. Herkesin iç dünyasında bir mistik deha vardır. Bergson’da da izlerini gördüğümüz ve bütün Hıristiyan düşünürlerde saplantı haline gelmiş bulunan Mesih beklentisine de kapılayım deme. Bu bizim hareket alanımızı kısıtlamaktan başka bir işe yaramıyor çünkü. Bizim mistikliğimizde beklenen Mesih’ten ziyade, içimizdeki kurtarıcı esprisi vardır. Batı Mehdi’sini gökte arıyor; yani bizim şahdamarımızda bulduğumuzu. Ben, sizin hayat formunuzda yaşarken, kendisinde o kadar öykündüğüm Bergson biraz Şark mistisizmine eğilseydi bunu görecekti. Belki de görmüştü. Çünkü onun mistik dehası tek bir kurtarıcıya irca edilmemişti. Hatta büyük mistiklerin yanı sıra, mütevazı yol göstericilerden de bahsediyordu. Tasavvuf bunu daha da genişletmiştir delikanlı. Bizim medeniyetimizde umutsuzluk, kasvet ve belirsiz geleceğe yönelik bekleyiş yoktur.

Artık az önceki aşırı karamsarlıktan doğan buhranı atlatmıştım. Şimdi daha sakin ve ölçülü düşünebiliyordum. Fakat birdenbire üzerime yığılan ferahlık duygusu bir başka ölçüsüzlüğe kaymama yol açtı ve bir nevi şımarıklık hâletiyle,

– Büyük adamsınız üstadım! diye âdeta haykırdım.

– Hepimiz büyük adamız. Ömür boyu süren ıstıraplardan sonra, buradan dünyaya bakınca insan bunu daha iyi anlıyor. Biricik evladını şehit vermiş bir annenin büyüklüğü! Harplerde ırzlarına geçildiği için çıldıran genç kızların büyüklüğü! Ortaçağ kalıntısı bağnazların katlettirdiği bilim insanlarının büyüklüğü! Şehit Kubilay’ın büyüklüğü! Fakat sen niçin bakışlarını öyle değiştirdin?

Büyük adam bunu da fark etmişti.

– Hani, dedim üstadın yeni bir açığını yakalamış olmanın keyfiyle. Bu sohbetimiz yalnızca bir istisnaydı ve biz burada yeni bir şey söyleyecek değildik? Ben sizin hakkınızda ne biliyor idiysem ancak o kadarını söyleyebilecektiniz… Hani siz benim muhayyilemle sınırlıydınız?

– Bak, bu itirazında sonuna kadar haklısın. İş bir hayli karıştı. O kadar ileri gittin ki, yazmadığım şeyler söylettin bana. Zaman boyutlarımız arasında bir yakınlaşmadan çok, karmaşa mı oldu dersin? Hani telefon hatları bazen karışır ya…

– Sanırım neler döndüğünü anlıyorum, dedim yine tereddütle. Şu an, siz, herkeste nasibine göre az çok bulunduğunu söylediğiniz mistik cevherin bana ait kısmını harekete geçirmekle görevli bulunuyorsunuz. Öyle olmalı. Yanılıyor muyum? Sigara?

Bizim dünyamızdan kalma iştiyakla, gömlek cebimden çıkardığım sigarayı aldı ve çakmağımla yakmamı bekledi. Sonra denize bakan bir bankı göstererek beni oraya sürükledi.

– Hiçbir zaman aşırı karamsarlığa kapılma, dedi enikonu toparlandığımı görerek. Ben bunu yaşadım. Bedelini de ödedim. Sultanahmet pencereleri önünde ağladığım anlar olmuştur. Az evvelki sinir buhranında her gencin sabırsızlığıyla bir an önce dünyayı kurtarmak heyecanına demir attığın belli. Fakat bunu başaramayacağını da fark eder etmez bedbinliğe sürüklendin. Ara sıra böyle olur. Eh, biz de bu yollardan geçtik hani.

– Ne denli temkinli olursak olalım, zaman zaman karamsarlık limanına demir atmamak mümkün olamıyor.

Denizde hafiften dalgalanma başlamıştı. Üstat bakışlarını karaya yanaşmaya hazırlanan bir vapura kaydırdı.

– Bedbinliğimiz mekanik zaman algılayışımızın üzerimizdeki ağırlığından başka bir şey değildir delikanlı. Süreyi bir bütün olarak benimsemeyi öğrendiğin an yeisin yerini sonsuzluk fikrinin doğuracağı umut ve iç huzuru alacaktır. Bir yıl, birkaç yıl, ne bileyim bir yüzyıl kendini mutsuz hissedebilirsin. Bu, hayatın ve ruhumuza musallat olmuş bedenin tazyikinden kaynaklanıyor. Ama mutsuzluğun geçiciliğini, kara cahil de olsan, sezinlemediğini söyleyebilir misin? Bak, ben şimdi daha farklı bir hayatı idrak ediyorum. Buradaki hayat tarzım sizinkine bir hayli benziyor, fakat daha mesut, daha gelişmiş, imkânları daha bol bir hayat formu bu.

– Şu halde insanoğlunun dramı orada da devam ediyor demektir. Bu ne kadar sürecek?

– Dönüp dolaşıp yine aynı yere geldik. Ne kadar mı sürecek? Tabii ki parçalanmışlığın var olma gücü tükeninceye dek. Bu bir evrimdir. Mükemmele doğru akan kutsal bir süreç. Bedenimiz toprak olup enerjisini yitiriyor; oysa ruhumuz duraksamaksızın tekâmül ediyor. Darvin burada yanıldı.

– Bence o budalanın tekiydi. Sersemi orada görüyor musunuz? İnsanlığı bilerek ya da bilmeyerek, iyi niyetle veya art niyetle nasıl yanılttığını herifin maymunsu suratına haykırdınız mı hiç?

– Darvin insanın maymundan geldiğini söylemedi hiçbir zaman. Herkes gibi sen de önyargılarının tutsağı olmuşsun. Ama hayır; onu henüz görmedim. Nerede olduğunu bilmediğim gibi, kendisini arayıp sormak gereğini de hiç duymadım. Keza burada hemcinslerimizi incitecek kadar yürekli değiliz. Kendi hatalarımız bize yetiyor. Kaldı ki, yaşadığımız yer tasavvur edemeyeceğin kadar büyük. Öyle ki, yalnızlık korkusuna düşmek mümkün değil. Gelmiş geçmiş tüm ecdadımla, dünyada birlikte yaşadığım ailem, yakınlarım, dostlarım ve düşmanlarımla bir aradayım.

– Düşmanlıklarınız orada da devam ediyor mu?

– Ah, hayır… Burada kin ve nefret, haset, çekememezlik gibi duygular en alt düzeyde. Diyebilirim ki, daha çok kavram olarak varlar. Dolayısıyla gerginlikler de oldukça sınırlı. İnsan-ı kâmil olma yolunda daha ileri bir durumdayız.

– Ya aşklar? Dünyada iken tatmin edilememiş tutkular ve yarım kalmış sevdalar?

– Kurnazlık ediyorsun! Özel hayatım hakkında ağzımdan lâf alamayacaksın. Şu magazin tutkusunu bir yana atamaz mısın?

– İnsan merak ediyor. Dedikodu kadar tabii ne var?

– Fakat ben sana başka bir sır vereyim. Burası o kadar büyük bir yer ki, engin coğrafyamızı başka dünyalardan gelmiş canlılarla neredeyse barış içinde paylaşıyoruz. Yine de mutlak bir huzur okyanusunda bulunmadığımızı söylemeliyim. Çünkü burası cennet dediğimiz anavatan değil. Belki her dünyanın cenneti de farklıdır. Bunu henüz bilmiyoruz. Tabii bir de cehennem var.

– Başka canlılar mı dediniz?

– Evet… Gelişmiş ruhlara sahip varlıklar. Evrende yalnız olmadığımızı zaten tahmin etmiyor muyduk? Daha da ilginci, buraya ruhî tekâmülün çok aşağılarında kalmış düşünebilen canlılar da geliyor. Burada olgunlaşmaya gayret ediyorlar ve bizlerden çok şeyler öğreniyorlar. Bakalım akıbetleri ne olacak? Doğru duydun, biz hocalık ediyoruz. Çünkü evrende bizden daha fazla tekâmül etmeyi başarmış bir ümmet görmedim. Teknik olarak bizi geçmiş olanlar var, ama o kadar.

İster istemez gülümsedim:

– Sohbetimiz bilim kurguya dönüşmeye başladı. Bütün bunları siz mi söylüyorsunuz, yoksa hayal gücüm bugün fazla mesai mi yapıyor?

– Hayat da zaten kurgularımızdan ibaret değil mi? Bütün kâinat bizim idrakimizde yaşar. İnsan düşüncesi zaman ve mekânın yaratıcısıdır. Mekaniğin hâkim olduğu yerde başka ne yapılabilir?

Kendimi sohbete öylesine kaptırmıştım ki, ardımızdan seslenildiğini ancak üstadın uyarısıyla fark edebildim. Döndüm ve sesin geldiği yöne baktım. Oydu… Parlak dudaklı kız. Arkadaşları da yanındaydı. Olağanüstü bir gülümsemeyle bize doğru âdeta koştu:

– Ah, dedi, yine mi siz! Bu nasıl tesadüf?

Ne var ki ilgisi bana değildi. Belki de aramızda henüz hiçbir yakınlık kurulmadığı için ilgisini üstada yöneltmek gibi bir ihtiyata başvurmak ihtiyacını hissediyordu. Telâşla yerimden fırladım:

– Buyurmaz mısınız?

– Ben mi? Hayır. Baş başa ve çok özel konuştuğunuz belli. Aranıza bir kara kedi gibi girmek istemem.

Üstat genç kızla aramdaki söyleşmeye bıyık altından gülmeye başladı. Bu sahne ona hiç de yabancı sayılmazdı. Genç kızın arkasında kalan arkadaşlarını da banka davet ederek ayağa kalktı ve,

– Ben artık gitmeliyim, dedi. Biraz da siz gençler denizin tadını çıkarın. Manzara tam sizlere göre!

Parlak dudaklı kız üstada bir adım yaklaştı:

– Biz geldik diye mi gidiyorsunuz?

– Elbette hayır. Üzerinize alınmayın rica ederim. Sadece gitme zamanım geldi.

– Nereye? Karşıya mı döneceksiniz?

– Bilemediniz. Döneceğim yer bir çeşit ilkel cennet.

Genç kız kısa bir kahkaha savurdu. Bunu niçin yaptığını kendisinin de bilemediğini gözlerindeki anlamsız ifadeden okuyabiliyordum. Sonra üstat kibarca parlak dudaklı kıza, bana ve diğer gençlere veda ederek Üsküdar’ın kalabalığına doğru ilerledi. Giderken bana yepyeni bir hayat bırakıyordu. Onun sayesinde herhalde yeni dostlar edinmiştim. Ve belki yeni hasımlar. Üstelik bu yeni dostlarımın içinde dudaklarının parlaklığıyla kalbimi ısıtan bir peri kızı da vardı. Şükran ve hüzün duygularının dürtüsüyle üstada seslendim:

– Tekrar buluşmamız mümkün mü efendim? Yoksa sonsuza dek sizi göremeyecek miyim?

Kalabalığın arasından başını benden yana şöyle bir çevirdi:

– Ayrılıklar sonsuza dek sürmez delikanlı! Bunu biliyorsun. Sabahtan beri boşuna mı çene çaldık?

İlk kez o an ölüm bana bütünüyle sevimli görünmüştü.

Ve birkaç saniye içinde üstat ortadan kayboldu. Genç kız hayretle yüzüme bakıyordu:

– Nereye gitti? Şimdi şu kaldırımda değil miydi? Ne garip bir adam… Gerçekten kimdi o?

Omuzlarım dik ve gururla:

– Tanpınar’dı, dedim. Ama siz inanmayacaksınız.

Genç kız boş boş baktı. Kim bilir hakkımda neler düşünüyordu…

 –– o ––

 

 

 

 

Yazar
Metin SAVAŞ

Metin Savaş, 1965 yılında Balıkesir’de, kalabalık ve nispeten varlıklı, klasik bir taşra ailesinin içinde doğdu. Lise eğitimini Vefa Lisesindeyken yarıda bırakarak çalışma hayatına atılmak zorunda kaldı. Babasının iş dünyas�... devamı

Bu websitesinde farkı kaynaklardan derlenen içerikler yayınlanmakta olup tüm hakları sahiplerinindir. Sitedeki içerikler atıf gösterilerek kaynak olarak kullanlabilir. Yazıların yasal sorumluluğu yazara aittir. Tüm Hakları Saklıdır. Kırmızlar® 2010 - 2024

medyagen