Bir Şiirin Hikayesi

Mehmet Ali KALKAN

Arif Nihat Asya Ağabey’e…

Arif Nihat Asya Ağabey Adana’da öğretmenlik yaparken benim üniversite yıllarımda kaldığım derneğe gelip gidermiş. Adana’da okuduğum zaman ANDA dağıtım vardı, başında da Mehmet Kaçar Ağabey. Aynı zamanda dernekte kitap satışı da yapılırdı. Ötüken Neşriyat’tan çıkan Arif Nihat Asya külliyatını o vakitler almıştım yıl 1976-77. Kitapların isimleri şöyleydi; Kökler ve Dallar, Duâlar ve Âminler, Top Sesleri, Aramak ve Söyleyememek, Ruba’iyyat-ı Arif 1-2, Kubbeler, Kanatlar ve Gagalar, Fatihler Ölmez ve Takvimler, Ses ve Toprak, Kanatlarını Arayanlar, Ayın Aynasında, Bir Bayrak Rüzgâr Bekliyor. Kitapların bir kısmı nesir, bir kısmı şiirdi.Arif Nihat Asya;

’Nerelisin? Diye soruyorlar

İnceğiz köyünde doğmuşum

İnceğiz’i Çatalca’ya, Çatalca’yı

İstanbul’a bağlamışlar

İstanbul’lu olmuşum. diyordu.

Her birisi kitap büyüklüğünde cümleleri vardı.

– Terazi kendini tartamaz.

– Terazinin boş kefesi yukarıda durur.

– Büyük gemiler sığ kayalara yanaşamaz.

– Gözler yeşildir, elâdır, mavidir ama göz bebekleri daima siyahtır, siyah kalacaktır.

– Yaş, kuru, nemli balıkların lûgâtında yoktur.

– Balığı deniz tutmaz vs.

Aradan yılar geçti, Arif Nihat Asya Ağabey’e halimizi arz etmek istedim. Şöyle başladım;

Ağabey buradan sual edersen

Türkçe gagalandı, isimlere bak

‘’Terazi kendini tarttı mı?’’ dersen

Boş kefe yukarıda kısımlara bak.

Sokakta gezerken tabelalarda neredeyse Türkçe isimlere rastlayamaz olduk. Dedelerimizi mezardan getirmek mümkün olsa nereye geldiklerini bilemezler, bildikleri zamanda bizi dinlene dinlene döverler herhalde.

Birde ‘’aynen’’ kelimesi türedi ki herkesin ağzında. ‘’Geldin mi? diyorsun cevabı aynen, gidiyor musun diyorsun, cevabı aynen. Hasta mısın, aynen, iyi misin, aynen…’’ Böyle beş-on kelimemiz daha olursa yandık… Bilgisayarda gençlerin birbirine yazdıklarını ya da yazmadıklarını daha söylemedik.

Eskişehir için de şöyle bir rûbâi yazmıştı;

‘’Nazarda dilek vardı, edalarda sihir

Sevdim seni her şeyinle Eskişehir.

Gül gül tüten akşamla ne şahaneydi,

Ufkunda duman dağları, koynunda nehir.’’

Koynundaki nehir Porsuk’tu ama ufkunda duman olanlarda inanıyorum ki köyümün dağları idi…

Rahmetli babam köyden merkeplerle şehre dut satmaya geliyormuş . ‘’Köprübaşına yaklaştığımızda mis gibi ekmek kokusu gelirdi fırından, pazar ekmeğini alır köy ekmeğine katık yapar, öyle yerdik.’’diyordu.

Âşık Pervani (İsmail Çelik) Ağabey Artvin Yusufeli’nden gelip Eskişehir’de fırıncılık yapmıştı. Pervani Ağabey’e ekmeklerin, simitlerin şimdiki halini sormuştum ‘’mayalarımız bozuldu’’ demişti kısaca.

Yemek koyduğumuz çinko, bakır, toprak kaplarımızda yoktu artık.

Kullandığımız kozmatik malzemeler yüzünden gökyüzüne delik açmıştık. Gökleri uydu çöplüğüne döndürmüştük.

‘’Unuttuk ekmeğin, unun hasını

Melâminden yaptık çorba tasını

Şükür deldik ozon tabakasını

Gökyüzünde gezen cisimlere bak…’’

Unumuzu eleyip duvara astığımız eleklerimiz, kalburlarımız, gözerlerimiz vardı. Elekçi karısı gibi gezenlerimiz de olurdu.

Elediğimiz unun kepeği eleğimizin üzerinde kalırdı ama her üstte kalan alttakinden değerli olmazdı.

Dersini çalışanlara ‘’inek’’ demeye başladık. Çalışmayı adeta suç haline getirdik. İnek kelimesinin yanına bizim için önemli bir kelimeyi, Şaban’ı ekledik. (Rıfat Ilgaz Kastamonu’lu. Kastamonu’da Şaban-ı Veli Hz. meftun. Bu ismi özellikle seçtiğini söylüyorlar günahı, günahları boynuna.) Hatta Recep, Ramazan gibi bizde yer alan kelimeler alay konusu yapıldı, sonra da hep beraber güldük. Bakalım son gülen kim olacak.

Düşünenlere de ‘’hindi’’dedik. Düşünmek ve çalışmak iyi şeyler değildi yani. Gezmek, eğlenmek daha revaçtaydı.

Gökyüzünde gezen yıldızlarımız vardı. Ama atalarımızın ‘’Demir Kazık’’ dedikleri Kutup Yıldızı sabitti. Etrafında saman taşırlardı, gide gele Samanyolu’nu yapmışlardı.

Ama Sitare’nin yeri ayrıydı. Dilaver Cebeci Ağabey o muhteşem Sitare şiirinin bir yerinde şöyle diyordu.

Seninle konuşurken Sitare

Aklıma yıldızlar dökülüyor

Bir çaresiz Zühre oluyorsun Babil caddelerinde

Ateş gözlü kahinler koşuyorlar arkandan

Binlerce meşalenin ışığı kımıldıyor saçlarında

Gökyüzü salkım salkım

Sonra biz yıldızları ‘’star’’ hatta pop star bile yaptık. Sonra da sahnelere bırakıverdik. Göklerde sonsuzluk vardı, yerde sınırlar. Biz de bakışlarımızı ‘’star’’lara çevirdik.

Televizyonlar, sahneler vıcık vıcık bunlarla doldu. Mantar gibi yerden bittiler. Birini daha tanımadan başka starlar yerlerini alıyordu. Bunların kim olduğu, kiminle olduğu, ne yaptıkları, nerede gezdikleri çok önemliydi. Açıktan kameralar, gizliden kasetler iş yapıyordu. Neredeyse kasedi olmayanları yadırgamaya başlayacaktık. Bunları da Arif Nihat Ağabey’e söylemeliydik.

Çalışanlar inek, düşünenler hindi,

Yıldız ‘’star’’ oldu sahneye indi,

Tv’ler, kasetler çok moda şimdi,

Gel bir de verilen rüsumlara bak.

Evimiz sobalıydı, tonlarca Kütahya kömürü alır, zorluklarla bahçedeki kömürlüğe tenekelerle, çuvallarla taşır, bir türlü de ısınamazdık. Komşular da yardım ederlerdi birbirlerine. Çamaşır makinemiz, buzdolabımız, gazlı ocağımız yoktu. Bir gaz ocağımız vardı, annem beş kuruş verir tıkanan deliğini açmak için iğne almaya giderdim. Geçenlerde annem ‘’Hinci yimek yapme ne va, dört gözlü ocakla va’’ diyordu. Suyu bahçedeki tulumbadan çekerdik. Kışın buz tutmasın diye suyunu kaçırır sonra da ihtiyaç olduğunda sobanın üzerindeki suyla yeniden çıkarırdık tulumbanın suyunu. Sofralarımızda mutluluğuna bağdaş kurardık. Ekmeğimizi bitirmediğimizde kızar ‘’elücünü pitir, sonra arkandan gelir’’ derdi. Bizde ekmek parçası üzülmesin, arkamızdan gelmesin diye yer bitirirdik. Yerdeki gazete parçalarını alır, yüksek bir duvardaki deliğe veya üzerine koyardık, yazılmışa saygımız vardı çünkü.

Çoraplarımız, elbiselerimiz yamalıydı. Çeşit çeşit iğnelerimiz, iplerimiz dikiş yüzüğümüz vardı. Yorgan iğneleri ile yorganlarımızı giydirir, çatal iğneyle sevdikerimizi tuttururduk. Yaradılanı Yaradan’dan ötürü severdik.

Telefonumuz yoktu, televizyonumuz, bilgisayarımız yoktu. Hatta saat, radyo bile herkeste bulunamazdı. Sünnetlerde kol saati almak ayrıcalıktı.

Bizim köylü bir aile şehre gelip yerleşmiş. Kocaman bir çalar saatle radyo almışlar ellerine para geçince. Kadın bir gün oturmaya gitmiş, çalar saat ile radyoyu çantasına koymuş. Epey sohbetten sonra kadın çantasından kocaman çalar saati çıkarmış ‘’Aaa acansın vakti gelmiş’’ demiş. Sonrada radyoyu açmış.

Şimdi bırakın radyoyu her odada, hatta mutfakta televizyon. Kişi sayısından fazla ‘’cep telefonu.’’ Hepimiz az veya çok istediklerimizi alabiliyoruz, paramız var. Aile sayısı kadar otomobil. Köylerde bile şimdi at, eşek, öküz, koyun, keçi, tavuk vs. kalmadı gibi. Televizyonda çalışan bir arkadaşım ‘’Dizi yapacaktık koca Türkiye’de öküz bulamadık’’ diye anlatmıştı.

Yazın tatil yerleri, sahil kenarları; kışın kayak yapılan yerler dolu. Yamalı elbiselerimiz, çoraplarımız, sobamız yok hatta yama yapabilecek, soba yakabilecek insanlarımızda çok az. Elektrik, doğal gaz kesilirse inşallah aç kalmayız, hasta olmayız. Hamur yoğurup ekmek yapabileceklerimiz vardır inşallah.

Bir tanıdığım kredi kartı borcunu ödeyememiş, ne borcu diye sorunca yaz tatiline gittiğini söylemişti. Sonra da eşten dosttan aldığı paralarla kışın kar yağarken yazın serinlediği tatilin borçlarını terleye terleye ödemişti.

Bunları da söylemek lazımdı.

Kimse sormuyor ki evvel ne idim

Kışın Uludağ var yazın Didim

Sadabat ararız hepimiz Nedim

Yanımızda gezen hısımlara bak

Ebcet harflere birer sayı olarak değer verilerek yapılan çalışmalardı. Mesela Elif:1, Be:2, Cim:3, Dal:4, Vav:5, Ye:10, Kef:20, Kaf:100, Rı:200 vs. gibi.

Han, çeşme, cami gibi yapılan eserlerin yapıldığı tarihleri, ölüm ve doğum tarihleri, olayları vs. bu harfleri kullanarak ifade edenler olmuştur. Ya bir mısranın, beyitin, dörtlüğün tamamını veya sesli-sessiz harflerinin ya da bir kelimenin sayı değerlerinin toplamı bir tarihi ,ifade ederdi. Böylece o güne, yıla bir tarih düşürürlerdi. Buna da ebcet düşürme demişler.

Arif Nihat Asya’nın şiirlerinde de ‘’ebcet düşürme’’ çokça var. Servet Hanımla evliliği için;

Ne şiirden, ne şöhrettendir

Mutluluk Arif’e Servet’tendir

Bu beyit ebcet hesabıyla evlilik tarihleriydi. 1941…

Bizim ‘’entel’’lerimiz de var. Belki birkaç kitap okuyan, her şeyi bilen, konuşmalarının arasına üç beş yabancı kelime sokuşturan insanlar …

Gazetelerimiz eskiden yazı satarmış, şimdi resim satıyor.

Onlarıda söylemeliydik Arif Nihat Asya Ağabey’e…

Enteller ‘’her dilden anlarız’’ der de,

Ebcet düşüreni ararlar yerde,

Yazı yok, kupon var gazetelerde,

Bir de bastıkları resimlere bak.

Beş Ocak Adana’nın kurtuluşuydu. Hatay 1938 yılında Atatürk’ün gayretiyle Türkiye’ye bağlanmıştı. 1938 de başlayan hadise 1939 yılında neticelenmişti. Bu yüzden 1940 yılının 5 Ocağı daha bir heyecanlı kutlanmalıydı. Bayrak şiiri bir 5 Ocak gecesi yazıldı, 5 Ocak’ta Adana’nın kurtuluşunda okundu ve Arif Nihat Asya bir 5 Ocak’ta hakka yürüdü.

Yunus Emre’nin mezarı Eskişehir Sarıköy’de. Sakarya Nehri de bizim buralardan geçiyor. Hani Arif Nihat Asya diyordu ya ‘’ Sen bu cilveyi Marmara’ya dökülecek gibi yapıp Karadeniz’e dökülen Sakarya’dan mı öğrendin a kız?’’

İşte bir zat Yunus Emre’nin şiirlerinin olduğu bir tomarı buluyor, Sakarya Nehri’nin kenarına oturuyor, başlıyor okumaya. ‘’ Bu şeriata aykırı diyor’’ atıyor suya , bir şiir suya karışıyor. Bir başkası rüzgârın kanatlarında uçuyor. Böyle böyle şiirlerin üçte ikisi yele, suya karışıyor, o sırada bir beyite rastlıyor Molla Kasım.

Yunus Emre bu sözü eğri büğrü söyleme

Seni sigaya çeken bir Molla Kasım gelir.

İrkiliyor Molla Kasım. İşte bundan sonraki şiirler bize diğerleri suya, rüzgâra, balıklara, kuşlara ait oluyor.

Beş Ocak ne? Diye sorsan adama,

Bakar yanındaki süslü madama,

Daha çok şeyleri döylerdim amma

Etraftaki Molla Kasım’lara bak…

Ama biz Türk Milletiyiz. Kökümüz sağlam. Bazen dallarımız çatırdıyor,mevsimine göre olmayan hadiseler yaşıyoruz ama ayaktayız şükür. İbn-i Haldun ‘’su nasıl suya benzerse milletlerin geleceği de geçmişine benzer’’ diyor. Zulüm payidar olmaz. Adalet bir şeyi hak ettiği yere koymaksa, Türk Milleti hak ettiği yerde olacaktır muhakkak. Gece yerini nasıl olsa gündüze bırakacaktır. Vakit olmak vaktidir. Arif olan zaten anlar. Hani İstiklal Marşı şairimiz diyordu ya;

Âsım’ın nesli…diyordum ya…nesilmiş gerçek:

İşte çiğnetmedi nâmûsunu, çiğnetmeyecek.

En son bu kıtayla bitirelim

Arif’sin, bilirsin Hak zulmü yener,

Ay gelir, gün geçer, bu devran döner

Elbette sahnede son perde iner,

Asya’dan dal vermiş Asım’lara bak.

Asım’lar yollarda şimdi. Güneş nasıl olsa doğudan doğacak.

Değil mi efendim?

‘’Aynen’ yok…

Yazar
Mehmet Ali KALKAN

Eskişehir'de doğdu. Eskişehir Gazi İlkokulunu, Tunalı Ortaokulunu, Motor Sanat Enstitüsünü ve Çukurova Üniversitesi Mühendislik Bilimleri Fakültesi İnşaat Mühendisliği Bölümünü bitirdi (1980). Bir müddet Eskişehir Belediyesinde ... devamı

Bu websitesinde farkı kaynaklardan derlenen içerikler yayınlanmakta olup tüm hakları sahiplerinindir. Sitedeki içerikler atıf gösterilerek kaynak olarak kullanlabilir. Yazıların yasal sorumluluğu yazara aittir. Tüm Hakları Saklıdır. Kırmızlar® 2010 - 2024

medyagen