Tanzimat’ın İzzet-İ Nefsine Yolculuk

Muharrem DAYANÇ

Tanzimat’ın İzzet-İ Nefsine Yolculuk
-Sezai Ve Musurus Paşa’dan Hareketle

Tanzimat döneminin doğum tarihi olarak biri başına diğeri sonuna yerleştirilebilecek en çarpıcı iki şahsiyeti -biraz fantastik de olsa- Kostaki Musurus Paşa (1807-1891) ile Samipaşazâde Sezai (1859-1936) olabilir. Bu yazı, bu iki şahsiyetin 1881-1885 yılları arasında Londra büyükelçiliğinde kesişen yollarından hareketle Tanzimat ruhuna doğru bir yolculuğu, bu yolculukta karşılaşılan bir yaşanmışlığa dayanarak döneminin “izzetinefis” anlayışına indirilen bir darbeyi ve bu darbenin devrin önde gelen bir aydınının iç dünyasında oluşturduğu infialleri ortaya koymaya çalışacaktır. Hadisenin ayrıntılarına geçmeden önce, bu iki devlet adamının/münevverinin/sanatçısının yolları kesişene kadarki hayatlarına şöyle bir göz atmakta yarar var.

Kostaki Musurus Paşa, 18. yy’da Girit’ten İstanbul’a göç eden bir Rum ailenin çocuğudur. Aile, Hariciye’deki (Dışişleri Bakanlığı) nüfuzlarıyla tanınmış bir semt olan Fener’e yerleşmiş ve uzun süre burada ömür sürmüştür. Rumca, Yunanca, Almanca, İngilizce, Fransızca vb. dillere olan hâkimiyeti ona Hariciye’nin kapılarını sonuna kadar açmış ve Paşa ömrünün önemli bir bölümünü bu bakanlığın bir mensubu olarak geçirmiştir. O, Türk tarihinde, büyükelçiliğe (1856) ve vezir payesine (1867) yükseltilen ilk gayrimüslimdir. Sisam adası, Atina ve Viyana’da değişik görevlerde bulunduktan sonra 1851’de Londra elçiliğine tayin edilen Paşa bu görevini 1885’e kadar sürdürmüştür.

Dante’nin İlahi Komedyası’nı Yunancaya tercüme edecek kadar kültür ve sanatla/edebiyatla iç içe olan Musurus’un kızı Ralouka (Rachel) döneminin Londra’sının birinci sınıf konser piyanistlerindendir. Romanya prenslerinden Gregoire Bassaraba de Brancovan ile evlenen Ralouka biraz da bu izdivacın kendisine sağladığı imkânlar sayesinde devrin birçok önemli sanatçısını, müzisyenini evinde ağırlama fırsatını yakalar. Ralouka ve çocuklarının Marcel Proust ile kurduğu dostluk Fransız romancısının eserlerine yansıyacak kadar derindir. Ayrıca devrin Fransızca şiir yazan önemli şairlerinden biri olan Anna de Noailles, Ralouka’nın kızı ve dolayısıyla Kostaki Musurus’un torunudur. (Bilgi için bkz: Sinan Kuneralp, Yaşam ve Yapıtlarıyla Osmanlılar Ansiklopedisi, 2. Cilt, YKY, İstanbul 1999, s. 326-327.)

Samipaşazâde Sezai, Sami Paşa’nın ikinci eşi Gülârâyiş Hanım’dan olan çocuğudur. Başka edebi türlerde öncesi olmakla birlikte esaret temini işleyen ilk roman Sezai’nin Sergüzeşt’idir. Eserin ortaya çıkışında yazarın, çocukluk yıllarında Kafkasya’dan köle olarak gelen annesinden dinlediklerinin önemli bir etkisi vardır. Tıpkı Ahmet Mithat Efendi ve Abdülhak Hamit’te olduğu gibi.

Roman dışında hikâye, hatıra, gezi, sohbet gibi türlerde de yazılar yazan, çeviriler yapan Sezai, Arapça, Farsça, Fransızca, Almanca, İngilizce vb. dilleri iyi derecede bilir. Yazarın çocukluk ve ilk gençlik yılları babasının Taşkasap’taki konağında geçer. Bu konak içinde barındırdığı simalar (konakta kırktan fazla cariye vardır) buraya uğrayan sanatçı ve münevverler sayesinde döneminin kültür ve irfan mekteplerinden biri olmuştur. Hatta Sezai’nin muhayyilesini romana hazırlayan temel amillerden biri de bu mekândır denilebilir.

Sezai’nin devrinde en çok etkilendiği iki yazar Namık Kemal ve Abdülhak Hamit’tir. Avrupaî tarzda ilk hikâye ve roman yazarı olarak da kabul edilen Sezai öğrenimini daha çok aldığı özel derslerle sürdürür ve babasının vefatına kadar her hangi bir devlet hizmetinde bulunmaz veya bulunamaz. Maddi durumu iyi olan ve çocuklarına düşkünlüğü ile bilinen Sâmi Paşa onların memuriyete atılarak da olsa yanlarından ayrılmalarını istemez. Bu nedenle Sezai, ancak babasının ölümünden sonra Londra sefareti ikinci kâtipliği görevine başlayabilir ve bu işini Aralık 1885’de sefaret heyetinin topluca görevden alınmasına kadar sürdürür. (Güler Güven, Samipaşazade Sezayi, Dergâh Yayınları, İstanbul 2009, 248 s.)

(Devrinin yardımsever münevver ve devlet adamlarından biri olan Sami Paşa’nın Ahmet Hikmet Müftüoğlu’nun ailesine -ta Mora yıllarından itibaren- kol kanat germesi hadisesi bir başka yazının mevzuudur ve zihnimizin bir köşesinde sırasını beklemektedir.)

Tanzimat döneminin bu iki şahsiyetini ana hatlarıyla bu şekilde tanıdıktan sonra şimdi de Londra’da geçen ortak yılları Sezai’nin gözüyle biraz daha yakından görelim:
“…

-Namık Kemal’in evvelce İbret gazetesinde intişar eden eserleri bende lisanıma karşı ilk hassasiyeti uyandırmıştı. Bunları tekrar tekrar okuyor ve her okuyuşumda bir evvelkinden daha fazla bir zevk buluyordum. O zamanlar Namık Kemal umumi bir taarruza hedef olmuştu. Edebiyatta yeni zuhur eden bu güneş bazı yarasa fıtratlı edebiyat inhisarcılarını fena halde kıskandırıyordu. O zaman Abdülhak Hâmit’le ben, Namık Kemal’in hararetli ve fedakâr birer müdafii olmuştuk. Eski tarzın taraftarı olan pederimin başta benim yazılarım olmak üzere ara sıra fikirlerimizi tenkit ettiği vakiydi. Fakat her hususta olduğu gibi meslek-i edebîmi (edebiyattaki yolumu) tayin hususunda da bana tam bir serbestî (özgürlük) vermişti. Hiçbir hareketimi tahdit etmez (sınırlamaz), tahdit etmek de istemezdi. Zavallı babam bize çok düşkündü. Ölünceye kadar evlatlarından hiçbirini yanından ayırmamıştı.

İlk memuriyetimi ancak pederimin vefatından sonra aldım… İkinci kâtip olarak Londra’ya tayin edilmiştim(1881). Musurus Paşa gibi ilim ve edebiyat âşığı bir sefirin yanına düşmek şüphesiz ki bir talih eseriydi.

Babamın meclisinden Londra’da Musurus Paşa muhitine intikal etmekle edebî zevklerimden kaybetmiş değil, bilâkis kazanmış oldum. Burası öyle bir muhit idi ki kim bulunsa mutlaka şair olurdu. O tarihlerde asır, Victor Hugo asrıydı. Hugo’nun saltanat-ı edebiyyesi (edebiyattaki etkisi) fikirlerde ve kalplerde hükümrândı. Mamafih İstanbullu bir Rum olan sefirimiz Musurus Paşa Victor Hugo’yu Türk düşmanı bildiği için sevmezdi. Burada size Musurus Paşa’ya ait bir hatırayı nakletmek istiyorum. Bu diplomat kendisini Türk addeder ve her vesileyle ispat etmek isterdi. Bir gün meşhur İngiliz başvekili Gladstone, Bulgaristan ihtilâlini parlamento gerisinde teşrîh ederken (izah ederken) Türklerin barbarlığından bahsetmiş ve Musurus Paşa gibi birkaç şahsiyet müstesna, bütün Türklerin barbar olduğu üzerinde ısrar etmişti. Musurus Paşa bu beyanatı protesto etti ve bu istisnaî muameleyi reddetti.

Musurus Paşanın oğlu Fransa’nın namdar şairlerinden Paul Musurus’un musâhabesi beni edebiyata âdeta bir çılgın gibi bağlamıştı. Resmi meşagilden sonra bir araya gelip Victor Hugo’nun, Dante’nin, Shakespeare’in eserleri etrafında musâhabelerde bulunmak en büyük zevkimizdi. Fakat ne kadar yazık ki, Abdülhamit’in müstebit idaresi, edebiyata olan şevk ve galeyanımızı ve bizde neşe namına ne varsa hepsini kırıp mahvediyordu.

Saraydan aldığımız mecnûnane telgraflarda devletin izmihlâlini kemâl-i vuzûh ile okumak kâbildi. O günlerdeydi ki, İngilizler İskenderiye’yi bombardımana hazırlanıyor ve bize Mısır’a müştereken asker ihraç etmeyi teklif ediyorlardı. Bu teklifin ehemmiyetini ve kaybedilmeyecek bir fırsat zuhur ettiğini kaydeden sefaretin telgrafına saraydan gelen cevabı öğrenmek ister misiniz? İşte:

“Gönderilen koyunların yavruları doğdu. Anneleri kuyruksuz olduğu hâlde kendileri kuyrukludur. Bu kuyruklar, kesilecek mi, yoksa kendiliğinden mi düşecek?”

Biz nasıl bir endişeyle, neler düşünerek telgraf çekiyorduk. Onlar, bize evvelce istedikleri için gönderdiğimiz koyunlar hakkında nasıl cevap veriyorlardı. İşte, bütün bu kayıtsızlıklar, şuûrsuzluklardı ki beni ihtilâle sevk etti. Bundan sonraki hayatım, tamamen mücâhede ve mücâdele ile geçmiştir.

Bir gün, yine hiç unutmam. Saraydan bir emir almıştık. Bu emir şapkaya dâirdi. “Sefaret heyetinin cümleten şapka iktisa ettikleri (giydikleri) vâsıl-ı sem-i’ padişahî (padişahın kulağına gitmek)” olduğundan bahsedilerek “bâd-ezin (bundan sonra) hiçbir sebep ve mecburiyetle şapka iktisa edilmemesi” bildiriliyordu.

Emir, bittabi yerine geldi. Fakat bunun neticesi ne oldu, bilir misiniz? Londra’da Osmanlı saltanatını temsil eden sefaret heyetimiz, Çin sefirinden daha gülünç bir vaziyete düştü. Türkiye, İran, Çin mümessilleri, derhal şeklen ayrılmıştık. “Biz Avrupalıyız!” diye sesimin yettiği kadar bağırdığımız o devirde, böyle Asyalılarla, bir safta birleşmek izzet-i nefsime pek ağır gelmişti. O günden itibaren salonlarda tesadüf ettiğim yüksek aileye mensup madam ve matmazeller başımdaki kırmızı fesi ve uzun püskülü görünce bucak bucak kaçmaya başladılar. Hakları da vardı. Bir fesli ile dans etmek, umumi istihzayı üzerlerine celbedebilirdi. Bu vaziyet, elbette ki böyle devam etmeyecekti. Nitekim devam etmedi. Musurus Paşa başta olmak üzere bütün heyet-i sefaret azledildi(1885).” (Yeni Kitap Dergisinde On Yazar On Mülakat, Dergâh Yayınları, İstanbul 2009, s. 84-86.)

Yukarıdaki alıntıyı, daha önce söylediklerimizle tekrara düşmeyi göze alarak şöyle toparlayabiliriz:

*Sezai, Hamit’le birlikte Tanzimat döneminin yenilikçi kanadına mensuptur. Bu iki yazarın kendilerine örnek aldıkları ve hemen her platformda savundukları insan Namık Kemal’dir.

*Sezai’nin babası eli kalem tutan ve konağını devrin münevver ve sanatçılarına sonuna kadar açan muhafazakâr bir devlet adamıdır. Çocuklarına düşkün olan bu baba dünya görüşünün aksine demokrat bir insan portresi çizer.

*Sezai’nin dört yıllık Londra hayatında öne çıkan ana şahsiyet sefir Musurus Paşa’dır. Ayrıca Paşa’nın oğlu Paul yazarın yakın arkadaşlarından biridir. Sezai’nin Paul ile ortak noktası edebiyattır. Victor Hugo, Dante ve Shakespeare bu edebiyat ortak paydasının olmazsa olmazlarıdır.

Sezai’nin gözüyle Musurus Paşa’nın en çok dikkati çeken özellikleri, devlete olan sadakati ile değişik olaylar karşısında takındığı milli tavırdır. Mesela Paşa, Türk düşmanı olarak gördüğü Victor Hugo’yu sevmez. İngiliz başvekili Gladstone’un Türkler aleyhindeki ithamlarına gerekli cevabı vermekten imtina etmez.

*Yazının başında da belirttiğimiz gibi bu metnin nirengi noktası bir Tanzimat dönemi aydınının “izzetinefis” konusunda verdiği imtihandır. Künhüne vakıf olmak için bahsin evveliyatını da göz ardı etmemek gerekir. Bu da, Sezai’nin mizacı ile yaşam tarzını doğru okumaktan geçer.

İki örnekle yazarın mizacının kapısını az da olsa aralayalım:

Abdülhak Hamit, 1882’de Sezai’ye bir mektup yazar. Bu mektupta öne çıkan noktalar Sezai’nin “güzellere” olan düşkünlüğü ile “davetlerin, ziyafetlerin” ona bu yolda sunacağı fırsatlardır:

“… Londra’da senin bulunuşun kadar bence mucib-i arzu bir şey yoktur. Güzellerini seveceğini de beyân icap etmez a. Sizin sefirin orada meşâhir-i küberâdan (ileri gelen tanınmış kimselerden) olduğunu ben bir zaman sana söylemiştim. Devlet-i Osmaniye’yi oranın efradına olsun saltanatlı göstermek merakında bir heriftir. Misafiri çok, davetleri, ziyafetleri boldur. O sayede pek çok kişiyle ülfet edebilirsin.” (Abdülhak Hâmid’in Mektupları, Haz. İnci Enginün, Dergâh Yayınları, İstanbul 1995, s. 230.)

Ölümünden yedi yıl önce Sezai ile yapılan bir mülakatta söz döner dolaşır yazarın aşk maceralarına gelir. Bu maceraların merkezinde bulunan kadınlar yazarın mizacı hakkında bize önemli ipuçları verirler:

“… İhtiyar romancının vakıa başı koca yalçın dağlar gibi bembeyazdır. Fakat kalbi hâlâ yirmi beş yaşındadır. Bunun için bahsimiz bir müddet sonra aşk hudutlarının içine girdi. Sevmekten aşktan bahsettik. Bana gençliğini, aşklarını, İstanbul’da sevdiği meşhur bir tiyatro artistini anlattı; Madrit’te âşık olduğu Andozalı dansöz Konsuella’dan bahsetti.” (Himmet Feridun Es, “Samipaşazade Sezai”, Akşam, 4 Haziran 1929.)

Hayatının merkezine içinde kadınların da bolca bulunduğu bir tür eğlence anlayışını yerleştiren Sezai’nin yukarıdaki ana alıntıda “izzetinefis” kavramına yaptığı vurgu hem kendisi hem de o dönem aydınları bağlamında önemlidir. Ama bu vurguyu tartışmaya geçmeden önce sözlükte “izzetinefis” ibaresine yüklenen anlama şöyle bir göz atalım:

“İnsanın kendisine karşı olan saygısı, onur, öz saygı.” (İlhan Ayverdi, Kubbealtı Lugatı Misalli Büyük Türkçe Sözlük, Bilnet Matbaacılık, İstanbul 2011, s. 592.)

(“İzzetinefis” kelimesi sözlükte Reşit Akif Paşa’dan bir beyitle örneklenmiş:

Bu izzet-i nefs Reşidâ hudâ emanetidir

Anı fedâ edemem en büyük penâha dahi.)

Bu ön bilgelerden sonra konuyu yavaş yavaş toparlayalım.

Sezai’nin Abdülhamit’le “mücâhede” ve “mücâdele”ye girişmesinin arkasında, şapka giyme mevzuu, kadınlar (güzeller) ve dolayısıyla eğlence bahsi vardır. Şöyle ki:

1885’te İstanbul’dan gelen bir emirde Londra elçiliğindeki herkesin şapka giydiği, hangi nedenle olursa olsun şapka giymenin artık yasaklandığı yazılıdır. Şapka yerine giyilen püsküllü fes, burada çalışanlarla birlikte Sezai’yi de rahatsız eder. Sezai’ye göre elçilik çalışanlarını fes giymek zorunda bırakmak onları rencide etmek, daha açık ifadeyle Avrupalı bir görünümden Asyalı seviyesine düşürmek anlamına gelmektedir. Fakat Sezai’nin isyan etmesinin asıl nedeni bütün bu yaşananların neticesidir ki bu da padişah buyruğundan sonra balolarda ve değişik eğlence yerlerinde karşılaşılan Avrupalı kadınların (yüksek aileye mensup madam ve matmazellerin) fesli biriyle dans etmekten fellik fellik kaçmaları durumudur. Bu kadınlar başında fes olan biriyle dans etmemekte haklıdırlar da, çünkü fesli biriyle dans etmek onları fazlasıyla küçük düşürecek bir durumdur. İstanbul’dan gelen bu emir sonrasında Londra’daki eğlence hayatı sona eren Sami Paşa’nın oğlunun “izzetinefsi” kırılmasın da ne yapsın(!)

Musurus Paşa’nın Londra’daki bir Osmanlı devlet adamı olarak aldığı pozisyon ile Samipaşazâde Sezai’nin bir sefaret çalışanı olarak takındığı tavır Tanzimat devriyle ilgili birçok ön yargıyı kökünden sarsar. Böylesine kritik bir süreçte Fenerli bir Rum ile bir Türk-Müslüman aydınının öncelikleri, hayatlarının merkezlerine koydukları değerler ne kadar birbirinden uzaktır. İnsan onurunu inciten davranış, durum ve tutumlar, bunlara verilen tepkiler, hatta bunlar için göze alınan riskler-tehlikeler hangi değerler etrafında hayat sürüldüğünü göstermeleri bakımından bir zihniyet ölçüsü/terazisi mesabesinde kabul edilebilirler. O halde yazımızı bir soru ile bitirebiliriz: Abdülhamit’e karşı bu kadar bilenen Sezai’nin, bir daha devlet hizmetini kabul etmeme noktasına kadar varan kırgınlığının, hatta kızgınlığının arkasında yatan temel olgu, düşünce, inanç, ideal, duygu acaba ne ola ki? Bu sorunun cevabı, iki yüz yıllık son dönem Türk tarihinin kara kutusunu çözecek kadar
Yazar
Muharrem DAYANÇ

Muharrem Dayanç, Sakarya, Geyve, Karaçam Köyü’nde doğdu. İlkokul, ortaokul ve liseyi Adapazarı’nda tamamladıktan sonra, 1990 yılında, İstanbul Üniversitesi, Edebiyat Fakültesi, Türk Dili ve Edebiyatı Bölümünü bitirdi. Daha sonr... devamı

Bu websitesinde farkı kaynaklardan derlenen içerikler yayınlanmakta olup tüm hakları sahiplerinindir. Sitedeki içerikler atıf gösterilerek kaynak olarak kullanlabilir. Yazıların yasal sorumluluğu yazara aittir. Tüm Hakları Saklıdır. Kırmızlar® 2010 - 2024

medyagen