Aşk, Şiir ve Ülkücülük…

Suzan ÇATALOLUK

1678 yılı…

Medine…

Medine’nin giriş kapıları kapandığı için hac kafilesi şehre girememiş,  mola vermişti. Develer ıhtırılmış, insanlar dinlenmeye çekilmişti.

Ama o uyuyamamıştı, uyuyamazdı. Yorgunluktan ölse de gözüne uyku giremezdi. Hayatı boyunca hep ona ulaşmayı hayal etmişti. Onun adını bir an bile unutmamıştı. Nihayet o Sevgilinin çok yakınında olacak, önünde diz çökecekti.

Yıllardır hasretle çarpan kalbi, bu gece heyecandan durabilirdi.

Yavaş yavaş yürüyordu. Bu muhteşem kâinatı yaratan Yüce Allah’a durmadan hamd ediyor, hac vazifesini ifa talihini kendine verdiği için şükrediyordu.

Ama… Medine’ye ulaşmak ve O Sevgilinin makamına kavuşmak çok başka bir aşktı.

Ezel Meclisinde onun yakınında mıydı? Ne çok yalvarmıştı Sevgili Rabbe, ne çok sızlanmıştı. Ebette de O’nun yanında olmayı bütün ruhuyla istiyordu. Her aşk makamını geçerken, menzilleri aşarken rehberi hep Onun ilahi nuru idi.

Hiçbir sorusu yoktu artık, çünkü cevabın içinde gizli olan sonsuz cevapları çözmekle meşguldü. Her cevabı buluşta, aşk karşısına çıkıp yol gösteriyordu.

Yol arkadaşı, aynı deveye bindikleri, aynı mahmili paylaştıkları, İstanbul’dan Medine’ye kadar birlikte geldikleri Eyüplu Râmi Mehmed Paşa üstat bir şair idi. Şairler meclisini hiç kaçırmayanlardandı.

Yol arkadaşıyla birlikte konakladığı yere doğru yavaş yavaş yürümeye başladı.

Ama…  Paşayı gördüğünde hem çok şaşırdı, hem de çok üzüldü. Zira Eyüp’lu Râmi Mehmed Paşa kıble tarafına doğru ayaklarını uzatmış, uyuyordu.

Nasıl üzülmesindi ki?  Bu hal edebe mugayir idi. Yol arkadaşı, dostu farkında olmadan edep dışı bir tavırla gaflete dalıvermişti!

Üzüntü ile kendi kendine söylenmeye başladı, ağzından şu mısralar döküldü: 

Sakın terk-i edepten, kûy-i mahbûb-ı Hüdâdır bu!

Nazargâh-i ilahîdir, Makam-ı Mustafadır bu.

Mürâât-ı edep şartıyla gir Nâbî bu dergâha,

Metâf-ı kudsiyadır, bûsegâh-ı enbiyadır bu. (1) 

Mısralar devam etti, Paşa’nın uykusunu böldü ve onu yerinden hoplattı. Ayağa fırladı yol arkadaşı. Üzüntü içinde sordu:

“- Ey Nâbi, Bunları ne zaman yazdın? Başkası da duydu mu?”   

Yusuf Nâbi edeple cevap verdi:

“-Paşa Hazretleri sizi böyle görünce… Şimdi dilimden dökülüverdi!”

“-Aman! Kimseler duymasın, dedi Paşa büyük bir utançla. Sakın kimesneye söylemeyesin!”

Hemen gidip abdest aldı sonra. Birlikte sabah namazına hazırlık yaptılar.

Ardından kafile ayaklandı. Kapıların açılmasıyla birlikte Medine’ye girdiler. Mescid-i Nebevi’ye yaklaştıkları sırada müezzinler sedaya başladı.

Ama… Yusuf Nâbi ile Paşa şaşkınlıktan donup kaldılar. Nasıl şaşırmasınlardı ki!  Yusuf Nâbi’nin yol arkadaşına ikaz için irticalen söylediği mısra’ları müezzin seslendiriyordu!

Sabah namazından sonra müezzinlerden birinin yanına gitti Paşa ile Yusuf Nâbi, heyecanla sordular:

“-Allah, peygamber aşkına söyle bize, bu mısraları nereden bildin, öğrendin ey kardeş?”

Müezzin söylemek istemedi önce. Söyletmek istedikleri büyük bir sırdı çünkü. Ancak ısrarcı olununca dedi ki:

“-Ey misafirler, Sevgili Peygamberimiz Muhammed Mustafa Hazretleri (SAV) bütün müezzinlerin rüyalarına şeref verdi ve bizlere buyurdu ki “ümmetimden olan ve beni bütün ruhuyla, gönlüyle seven Yusuf Nâbi Medine kapılarında bana şu beyitleri yazdı. Haydi, kalkın ve bu beyitlerle Yusuf Nâbi’yi istikbal edin, Mescidime gelişini kutlayın” dedi.  Biz âlemlere rahmet olarak gönderilen Efendimizin emrini yerine getirdik.”

Yusuf Nâbi büyük bir aşk ve coşku içinde titreyerek tekrar sordu:

“-Ey kardeş, Allah ve peygamber aşkına söyle. Nâbi benim ümmetimdendir mi dedi?”

Müezzin cevabı tekrarlayınca Yusuf Nâbi bayılıp yerlere düştü. Ayıldığında hem Paşa hem de müezzin hüngür hüngür ağlıyordu!

Evet! Bu güzeller güzeli hadisenin kahramanı ünlü şair Nabi.

Ve Nâbi’nin aşkı nasıl bir aşktır ki müezzinleri dahi dillendirip ağlatıyor, Yüce Allah’ın Habibullah’ı Hz. Muhammet Mustafa’nın (SAV) iltifatına mazhar oluyordu.

Nâbi’nin hayatına baktığımız zaman aynı aşkı gibi tertemiz bir hayat yaşadığını,  devletin çeşitli kademelerinde çalışıp seferlere iştirak ettiğini görüyoruz.

“Nâbi’nin fikir ve düşünceleri gibi dil ve edebiyat hakkındaki görüşleri de kendi çağı içinde ehemmiyetli, kendine özgü ve yenidir.(2)

“Şiirde güzeli aramaktan çok, iyi ve doğruyu bulmak amacıyla yazan  Nâbi’nin sanat anlayışı, büyük Divan şairlerinin hepsinden çok farklıdır.”(3)

Dönemin tarihini, içtimai aksaklıklarını manzum ve mensur eserlerinde dile getirmiş, ahlâki yapıdan asla taviz vermemiştir.

Yani, o kutlu âşık ve büyük şair ilke ve ülkü sahibidir.

Aşk… Şiir…   Ve… Ülkü…

Ebedi ve ezeli olan hakiki aşk kendine ülkülerin bağrında yuva kurmazsa o ülkü, ülkü değildir aslında.  

Aşk ülkülerin kalbinin en derininden başlayarak kök salıp filizler vermeye başlayınca,  şiir annesinin peşinden koşan kuzucuklar gibi geliverir sevda deryalarına!

Ülkü aşkı çağırır, aşk şiiri ünler, bebeği bekleyen anne sütü gibi.

Şiir annenin sütü gibidir ülkü denizlerinde yüzen aşıka, onu besler, coşkuyla ebediyetlere taşır!

Şair ülküsünden uzaklaşırsa şiiri de avuçlarından kayan kumlara dönüşüp rüzgârlara kapılır savrulup gider! Bunayan beyinlere döner kalbi ve artık aşkı yaşamak ne kelime, hatırlamaz olur!

O halde, ülkü sahibi olanın aşık olması,  aşık olunca da şair olması ve şiir sevmesi gibi bir güzellik deryasının içinde bulunması şart!

İşte tam da burada aşkın târifini yapmak lazım.

Diyor ki Süleyman Çelebi: 

“Cümle zerrat-ı cihan itti sedâ

Çağruşuben didiler kim merhabâ”(4) 

Yani âşık öyle bir hale gelecek ki sevgilinin adını bütün kâinatın fısıldadığını duyacak ve aşkın sonsuz olduğu gerçeğini yaşayıp sevgiyi böyle bilecek.

Böyle bir sevda, böyle sonsuz bir aşk, böylesine bir ümit var mıdır günümüzde diye bir soruyu ülkü sahibinin sorması mümkün müdür?

Bizce değildir. Çünkü Allah aşkı ile yanan gönüllerde Hz Peygamber (SAV)  ve sevdiklerinin sevgisi vardır, yüreklerinde ilkeleri ve kalplerinde de ülküleri vardır. Vatan aşkı, millet sevdası ve insan sevgisi işte bu sonsuz aşkın neticesidir.

Ol bu sebeple “Vatan sevgisi imandandır” diyor Sevgili Peygamberimiz.

Ol bu sebeple Çanakkale şehitleri bir an bile tereddüt etmeden ölüme gülümsediler.

Ol bu sebeple güzeller güzeli Züleyhâ’yı reddetti de Yusuf, canlar canına koştu.

Ol bu sebeple Mecnun en sonunda kendine görünen Leylâ’yı görünce dedi ki: 

“Ben bulmuşum Mevlâ ‘yı,

Artık neylerem Leylâ’yı” 

Bu yüzdendir ki Kerem yanıp kül olunca külleri aşkını ünledi!

İşte bu sebepledir ki kâtil, emperyalist, kefere yedi düve, Türk’ün üstüne çökende Allah ve Peygamber aşkına, vatan ve millet deyuben istiklâl uğruna ayaklandı bu vatanın âşık ve ülkü sahibi evlatları.  İşte o kimi gazi, kimi şehit atalarımız âşıktılar ülküleri boyunca ve bu kutsal toprakları savunup vatanımızı bize tekrar hediye ettiler.

İşte bu yüzdendir aşk, ülkü ve şiir hep cancanadır.

Yüzyıllar ötesinden seslenen  Ahmet Yesevi aşıkların  bu hallerini şöyle anlatıyor: 

Caşıkların yitti köke yiter ahı

Allah dise yeksan bolur her günâhı

Caşıklar nı rahman igem tekye-gâhı

Cazız yaşı halayıknı nezri bolgay” 

Türkiye Türkçesi ile: 

 Âşıkların yedi göğe yeter ahı

Allah dese, yerle bir olur günâhı

Âşıkların rahman Rabbim tekyegâhı

Aziz yaşı insanların nezri olur” (5) 

Ahının yedi kat göğe yettiği âşıkın,  öyle sıradan, Amerikanvari elektriklenmelerle,  hasretten evvel vuslat palavralarıyla hiç bir bağının olamayacağına ve ne idüğü belirsiz, şahsiyetsiz teslimcilere, aşk adına menfaat dağıtanlara sevdayı anlatıp, böylesi yüce aşkı onlarla yaşayamayacağına göre… Maşuk’un da çok üstün meziyetlerinin olması gerek..

Maşuku tarife ne hacet! Hakiki aşık için bu hal abesle iştigal!

Bu muhteşem destanda şöyle bir güzellik var: Aşık, maşukunu gönlünde, ruhunda ve beyninde, elbette bütün zamanlarda, mekanlarda, hatta lâmekanda ve zamansızlıkta dahi seviyor ve muhafaza ediyor. İhaneti bilmiyor, unutmayı bilmiyor, artık sevmemek gibi bir inkârı bilmiyor! Sadece engin, derin ve sonsuz bir aşkla seviyor ve seviyor.

Bu bakımdan, ilâhi aşkın ilk basamağı olan karşı cinse tutulan ülkü sahibi, yani ülkücü, sevdiceğini herkesten korumalı, hatta kendinden bile, öyle değil mi ya?

Şimdilerde deniliyor ki:   Hangi çağdayız, modern zamanlarda böyle bir aşk tarifi, böyle bir aşık ve böyle arı, duru sular gibi maşuk olur mu?

Hem korumak da ne demek, bu zamanda kadın özgür ve zaten kendini koruyor.

“Vatan” dersen… Alt tarafı bir toprak parçası. Hele üzerinde para babalarının gözünü döndürecek tesis veya kuruluş varsa, kısacası paraya tahvil edilecek bir hali varsa, babalar gibi satılıverecekse, satarsınız, sen de kazan, ben de kazanayım!

Uğrunda şehitler mi verilmiş? Canım o, o zamanmış!

Şimdilerde deniliyor ki:  Allah, peygamber aşkı mı? Kim gitmiş ki öte dünyaya? Babalarımız inanmış. Biz de öylesine inanıyoruz veya inanıyor görünüyoruz. Hem, be kardeşim, dünya nimetlerinden de faydalanmalı. Öyle mütevazi olup, tembelliğinden başarı kazanamayan, sıfırı tüketmiş fukarayı  ben mi düşüneceğim millet ve milliyetçilik adına.

Şu sözler de hain ve gafillerin sivri dillerinden dökülmektedir, soru sormak ve tenkit etmek adına: Kürşat ihtilâli’ni bir masal gibi anlatıp duruyorsunuz, Oğuz Destanını, Ergenekon’u,  Mete Han’ı,  Kül Tigin’i, Alper Tunga’yı, Alp Aslan’ı, Osman Gazi’yi, vasiyetini, Abdülhamit’in vatan satmamak için ettiği mücadeleyi ve Atatürk’ü efsaneleştirerek anlatmak gayretindesiniz de hangisi doğru bunların? Bu konuda var mı belgeniz? Hem yanında mıydınız?

Bu soruları soranların karşısında  diğer devletlerin kültür politikalarına bakmalarında fayda var: Isıtıp ısıtıp tekrar önümüze konan yemekler gibi değil mi Robin Hood?  Son zamanların Kral Arthur’lar, büyücü Merlin’ler, yuvarlak masa şövalyeleri ve Drakula vampirleri çok mu belgeli?

Üstelik bizi biz yapan bütün değerler yabancı tarihlerde anlatılırken?

Ayrıca, kaç zamandır insanımızın içini yakan bu ve benzeri kasıtlı soruları bizden görünen gafil ve hainlerin sorduğunu,  hilekâr  ve yalancı cennetler vaat eden cevapları da kendilerine uygun bir biçimde, yine kendilerinin  verdiğini  söylememize hacet yok herhalde.

Evet, Ne diyor güzelim atasözümüz:

“Ot kökünün üstünde biter, otu çek, köküne bak!” (6)

Binlerce yılda meydana gelen ve İslam ile şereflendikten sonra daha da zenginleşen  Türk Kültürü…

 Ve…

Bir takım gafil ve hainlerin Türk Kültürüne mensup olanların ülkülerini demokrasi ve özgürlük masallarıyla değiştirmeye, hattâ yok saymaya kalktıkları,  gençlerimizi devşirmek için en son teknolojilerle yabancı ve yoz kültürleri sanki bizimmiş gibi ortalıklara saçtıkları yetmezmiş gibi, insanımızı birbirine kırdırmaya hep çok hevesli hediyelik hayalperestler ileri adımlar atmaya başladılar.

Oysa… Yüz yıl bile geçmedi o emperyalist kefere yedi düvel Çanakkale’de bize saldıralı.

İstiklâl Marşımızın gönlüne ve kalemine kutsal bir ilham olarak aktığı büyük şair ve ülkü sahibi Mehmet Akif Ersoy o destan savaş için  şöyle haykırıyordu: 

“Bu taşındır” diyerek Kâbeyi diksem başına;

Ruhumun vahyini duysam da geçirsem taşına;

……………………………………………

Tüllenen mağribi, akşamları sarsam da yarana…

Yine bir şey yapabildim diyemem hatırana…(7)

Bize tarihimizi ve böylesine zengin kültürü miras bırakanların hafife alındığı bu zamanda aşk ve ülkü, elbette şiir ne kadar da çok mühim hakikat haline geldi.

Ama gerçek ve sonsuz aşktan yola çıkan hakiki şiir…

Şimdi, yüzyıllar ötesine gidelim ve  Hüs-ü Aşk’ın sahibi Şeyh Gâlip Üstad’a kulak verelim: 

Yine zevrâk-ı derunum kırılıp kenâre düştü

Dayanır mı şişedir bu reh-i sengsâre düştü

…………

Erişüb bahâre bülbül yenilendi sohbet-i gül

Yine nevbet-i tahammül, dil-i bikarare düştü.

……………

Reh-i Mevlevi’de Galib, bu sıfatla kaldı hayran

Kimi terk-i nâm u şâne, kimi i’tibâre düştü. (8) 

Şeyh Galib’in bestelenip pek sevilen bu gazelinde gönül parelenmesini, kalp kırıklığını, yürek hüznünü, gönül gemisinin karaya vurması ile anlatıyor.

Öyle ya, aşığın gönül gemisi hep sonsuz deryalarda yüzmektedir. Kimi zaman atlas çarşaflara benzeyen bir ümit sakinliğinde sonsuz hakikate yol almakta,  kimi zaman da deli dalgalar halinde gelen umutsuzluklarla boğuşmaktadır. Onu kurtaracak olan Sevgililer Sevgilisine yönelen havf ve reca halidir. “Tevekkeltü TealAllah” ona sonsuz dayanma gücü vermektedir.

Neyse…

Gerçek aşkın deryasına düşmüş sevdalı ruhun bu şiir vadisinde gönül yolculuğu yapması,  Şeyda gönlün  bu  büyülü aşk ikliminde keşiflerde bulunması, ülkü şairinin ve ülkücü okuyanın bu  derin, bu engin, kutsal esrara bürünmüş, aşk renkli sonsuz sularda kulaç atması, esas hayatın amacını yakalamasıdır,  onu sonsuz ufuklara doğru kanat açtıran.

Şeyh Gâlib’in, gönül gemisinin karaya oturması, billurun kırılması misâli çilelerin çekildiği hasret hikâyesini anlatan gazeli, bize gönül ile ilgili başka bir gazeli daha hatırlattı, deyip günümüze gelelim ve bu günün şiirine dair misâller verelim. İlk misâlimiz usta şair Nusret Çam’dan, buyurunuz Efendim, birlikte okuyalım: 

GÖNÜL

Aşk ile yanmak isterse, mum fitile muhtaç olur

Düşerse vefasız eline, bir yele muhtaç olur

 

Düşmeye görsün bir âşık, şu fâni âlemde bir kez

Saltanat dar gelir ona, Mecnun çöle muhtaç olur

 

Gel hor görme ey sevgili sen de şu fakir kulunu

Binmek isterse atına, sultan kula muhtaç olur

 

Çiğdemi ve çiçeğiyle bir dağ olur da gelin

Gün gelir, sarılmak için bir yola muhtaç olur

 

Bir körpecik girmeyegörsün, koynuna bir gölün

Soyunup benlikten umman, bir göle muhtaç olur

 

Sanma ki zulm ü haşmet sende bâkidir ey yâr

Bir mazlumun âhıyla, Firavn Nil’e muhtaç olur

 

İster ise âşık lâhutî âlemden bir sükûn

Nağmeler, sözler biter de, dil dile muhtaç olur

 

Gezer arı misali daldan dala şu Nusret

Gelir sonunda bir zâlim gönüle muhtaç olur

 

Bu misâl de şair Mehmet Ali Kalkanlı’dan: 

 

AŞK HERŞEYİN ÖTESİDİR

Gönlünde gün batmayana göklerin kenarı ne,

Yolunda yolcu olanın kışı ne, baharı ne,

İnsan vaktin çocuğudur, ondadır ebed-ezel,

Onsekizbin âlem içre Kenan’ın diyarı ne.

 

Gece gündüzü kovalar, ara yerde bir akşam,

Gördüğünü ele verir sır saklamaz sırlı cam,

Odunların çokluğundan yanan ateşe ne gam?

Dünya bir okyanus olsa balığa zararı ne.

 

Topraktan vara gidenler göğe doğru yükselir,

Her yükselen en sonunda yine toprağa gelir,

Ol aynalar suretedir, sireti bilen bilir,

Son dediğin başa döner, gölgenin esrarı ne.

 

Yedi iklimin içinde kara bende, ak bende.

Çektiğim kendi yüzümden hırs ve gaflet çok bende,

Gökle çimen arasında dağ dayanmaz yük bende,

İçi ateş, başı duman… Dağların efkârı ne.

 

Su dediğin suya benzer dolaşsan diyar diyar,

Ummanlara koşan sular vuslat ile bahtiyar,

Kıyıların denizleri, güneşin güneşi var,

Yanmadan önce yanana Nemrut’ların narı ne.

 

Yanlış kapıyı çalanlar dünyanın ham ervahı,

Göreni görmez olanın boşunadır eyvahı,

Günü gelir bir gecenin kıyamettir sabahı,

Ölüm ile yok olanın elindeki varı ne…

 

Evet, aşk, şiir ve ülkü… Ülkücülük.. Şiirleşmeli ülkücülük, destanlaşmalı.  Her ülkü sahibi ülküsünün yolunu aşkla ve şevkle, şiirle süslemeli. Büyük devlet adamı ve büyük siyasetçi, aynı zamanda üstad şair Babür Şah’ın şu dizelerinde olduğu gibi: 

Canım-dın özge yar-ı vefadar tabmadım

Gönglüm-din özge mahrem-i esrar tabmadım

……………………………

Babur özüng-ni örkete gör yarsuz ki men

İsteb cihanı munça kalıb yar tabmadım 

 

KAYNAKLAR

1-S.Muhammed Saki Haşimî: Arifler Yolunun Edebleri, İstanbul, 2003, 3.

2-Hüseyin Ayan, Hamit Bilen Burmaoğlu: Büyük Türk Klasikleri, İstanbul, 1987, s. 267

3-Ahmet Kabaklı: Türk Edebiyatı, İstanbul, 1978, s. 564

4-Ahmet Kabaklı: a.g.e.  s.338

5-Kemal Eraslan: Ahmet Yesevi, Divan-ı Himett’ten Seçmeler, Ankara, 1993, s.242-243

6-Atasözleri Ve Deyimler Sözlüğü, Kare Yayınları, İstanbul, 2004, s112

7-Ahmet Kabaklı: Şiir İncelemeleri,  İstanbul, 1992, s. 199

8-Ahmet Kabaklı,   Şiir İncelemeleri,  İstanbul, 1992, s.158

9-Osman Nuri Ekis, Müslim Ergül: Ali Şir Nevai, Çağatay Edebiyatı,  İstanbul, 1986, s. 66-67

 

 

Yazar
Suzan ÇATALOLUK

Bu websitesinde farkı kaynaklardan derlenen içerikler yayınlanmakta olup tüm hakları sahiplerinindir. Sitedeki içerikler atıf gösterilerek kaynak olarak kullanlabilir. Yazıların yasal sorumluluğu yazara aittir. Tüm Hakları Saklıdır. Kırmızlar® 2010 - 2024

medyagen