Vatan Endişesi ve Cehalet “Mürekkebin Akmadığı Yerden Kan Damlar”

Metin SAVAŞ

Yaşar Nabi Nayır’ın bir anketine verdiği cevapta Ahmet Hamdi Tanpınar şöyle demektedir: “Hiçbir milletin münevveri bizim kadar içtimaî olamaz. Eğer ferde ait bazı tabii hakların bile peşinde koşmamışsak, bu, daimi bir tehlike içinde yaşamamızdan gelir. Türk milleti iki yüz sene muhasara edilmiş bir kale nizamiyle yaşadı. Muhasara şiddetlendikçe fert etkisini cemiyete bağışladı… Bu hal bizim neslimizde büsbütün kuvvetli oldu. Çocukluğumun hangi devresine baksam, etrafımda ve kendi içimde bu vatan endişesini gördüm. İşte mütarekenin eşiğinde bu endişe beni büsbütün kaplamıştı.”[1]

Türk toplumunun en büyük dertlerinden biri vatan endişesidir. Daimi olarak kuşatılmışlık ve süreğen bir şekilde devletimizi-vatanımızı, kısacası millî varlığımızı koruyup sürdürme kaygısı yüzünden Türk toplumu 93 Harbi’nden bu yana rahat bir soluk alamamaktadır. Türkiye Cumhuriyeti’nin kuruluşu sonrasında Anadolu coğrafyası belirgin bir sulh dönemine girmişse de işbu aldatıcı rahatlık fazla uzun sürmemiş, neredeyse on yılda bir tekrarlanan askerî darbeler, Kore ve Kıbrıs savaşları, 12 Eylül öncesinde uzun yıllar sürüp giden sağ-sol çatışmaları hem Türk aydınlarını hem Türk gençliğini hem de Türk subaylarını heder etmiştir. 12 Eylül askerî darbesi sonrasındaki süreçte ise Türkiye’nin çok hızlı bir toplumsal değişim/dönüşüm yaşaması, yetmişli yılların bitimine kadar varlığını sürdürebilen nezih hayat tarzının 12 Eylül’ün ardından süratle yozlaşması, akabindeyse Muhafazakâr/İslamcı siyasetle TC devletinin rejiminin tartışmaya açılarak yıpratılması Türk milletinin şirazesini büsbütün bozmuştur. Bu bozuluşlarla birlikte Türk toplumunun psikolojik sağlığa da bozulunca kendine, devletine, ordusuna, hukuk sistemine, eğitim ve sağlık politikalarına güveni de epeyce sarsılmıştır. Yugoslavya’nın dağılmasının getirdiği Boşnak-Sırp savaşında kaybeden Türkiye olmuş, sınır komşuları Irak ve Suriye’nin iç savaşa gömülmesi ile de Anadolu coğrafyasının demografik yapısı Türklük lehine bir zemin kaymasına maruz kalmıştır.

Tanpınar’ın ifadesiyle, ferde ait bazı tabii hakların peşinde koşamamak demek salt bireyleşmeye (ama müspet anlamda bireyleşmeye) ket vurmak demektir ki bunun getirisi olarak Türk toplumu ferdî hürriyetini çağdaş zamanların gerektirdiği biçimde kendi iradesine yedirememiştir. Hürriyet hissinin kemal bulamaması böylesi bir ortamda sırf dışımıza değil iç dünyamıza da olumsuz yansımaktadır. Şimdiki dilde birey dediğimiz fert iç dünyasını intizamsızlığa sürükleyince dış dünyasında da intibaksızlığa sürüklenmektedir. Birtakım tabii hakların peşinden koşmadığımızda olgun bir demokrasi kültürü zaten mümkün olamayacaktır. Türk toplumunun daimi tehlike psikolojisi içinde kalması hem medenileşme hamlesini sekteye uğratmaktadır hem de her alandaki yaratıcılığını güdükleştirmektedir. Kimileri bunun toplum mühendisliği yöntemleriyle şer güçlerin komplosu olduğunu düşünürken kimileri de bütün suçu Türk aydınına veya Türk siyasetçisine veyahut da Türk halkına yıkmaktadır.

Erol Güngör bir makalesinde şöyle bir saptamada bulunuyor: “Türkiye gibi hazırlıksız bir memlekette süratli nüfus artışının getirdiği en büyük felâket, cahilliğin de aynı süratle yayılması ve nihayet bizzat eğitim müesseselerini bile içine alacak derecede genişlemesidir… Yaygın cehalet Amerikan kapitalistlerinin veya Rus komünistlerinin gizli faaliyetlerinin bir eseri değildir; nüfus artışından ileri gelen şehirleşmenin ve demokratlaşmanın Türkiye gibi büyük sarsıntı geçirmiş bir memlekette doğurduğu tabii bir neticedir.”[2]

Türk milleti kendi vatanını koruma kaygısı içinde çırpınırken psikolojik sağlığını yitirmekle kalmıyor, iç dünyasındaki apayrı gerçeklikle dış dünyadaki cehalet sarmalı arasında sürekli eziliyor. Tasavvuf terbiyesinin bin yıllık o derin etkisi Türk insanında ölüm/şehitlik fikrini bir saplantıya dönüştürürken “hiç ölmeyecekmiş gibi dünya hayatı için çalışmak” ilkesini törpülüyor ve postmodern zamanlardaki tüketim kültürünün aymazlığına saplanıp kalıyor. Halep’te bir facia yaşanırken Türkiye Cumhuriyeti vatandaşları kâh ideolojik bağnazlıkla birbiriyle dalaşmaktadır, kâh sosyal medyada ağıtlar düzmektedir, kâh apaçık bir vurdumduymazlık sergilercesine gündelik yaşamının konforlu tüketim çılgınlığını bir zaruretmişçesine sürdürmektedir. Viyana Bozgunu, Kırım Savaşı, 93 Harbi, Balkanların kaybı, Birinci Dünya Savaşı, Millî Mücadele derken Bosna-Hersek ve Karabağ felâketlerinin ardından Musul-Kerkük-Halep bölgesinde yaşanmakta olanlar, Doğu Türkistan’ın bitmeyen çilesi ve dünyanın diğer yerlerinde Müslümanlara reva görülmekte olan eziyetler realitede hiçbir yaptırım gücü bulunmayan ümmet bilinciyle diğer bütün dindaşlarımızdan çok Türk milletini yaralamaktadır. Kan, gözyaşı, tecavüz, katliam, işkence, İslam coğrafyası şehirlerinin harabeye çevrilmesi din kardeşi olarak bizlere dayatılan Araplardan fazla olarak Türkleri kahretmektedir. Arap kültürünün İslam medeniyetinin bir cüz’ü olduğu hakikati gözlerden kaçırılarak sanki vahyin bir buyruğuymuşçasına Türk Müslümanlığına şırınga edilmesi ise akılcılık mezhebinden uzaklaşmamıza ve açıktan açığa selefileşmemize yol açmaktadır. Elimizdeki son vatan parçası Anadolu’nun ve Türklük kimliğinin apaçık bir şekilde tehdit altında kalması Tanpınar’ın yakınmasının hâlen daha devam ettiğini ve muhasarada kalmışlık psikolojisi yüzünden bilimden sanata her alanda yaratıcı ve üretici olma merhalesine şimdilik yine geçemeyeceğimizi göstermektedir. Türk münevverinin içtimaî sorunlarla boğuşmaktan vakit bulup da Türkiye’yi düze çıkaracak bir yaratıcılık hamlesine uzanması kısa vadede pek mümkün görünmüyor gibidir. Buna rağmen zor şartlar tarihçe sabittir ki beklenmedik sıçramalara zemin hazırlayabilmektedir.

Erol Güngör Türk eğitim sistemini tenkit ederken şunları da yazmaktadır: “İlim ve fikir adamı yetiştirecek yerde okuma-yazma bilen cahiller yetiştirmek üzere milyonlarca lira sarf edilmiş, yüz binlerce Türk çocuğu en güzel yıllarını boşu boşuna geçirmiştir. Türkiye hâlâ bütün köylü vatandaşlara okuma-yazma öğrettiğimiz veya liseye gelmiş herkesi üniversite mezunu ettiğimiz takdirde cehaletten kurtulacağımızı zanneden cahil vatandaşlarla doludur. Böyle bir memlekette fikir münakaşası yerine ideoloji kavgalarının ön plâna geçmesi elbette tabii karşılanmalıdır. Fikir münakaşası fikir sahibi kimseler arasında olur, ideolojik kanaatler arasında münakaşa bahis konusu değildir; onlar sadece kavga veya harp ederler.”[3]

Türkiye ne yazık ki hâlâ bu durumdadır. Herkesi üniversite mezunu ettiğimiz takdirde cehaletten kurtulacağımızı zannetmenin şimdiki zamandaki karşılığı ise neredeyse herkesi İmam-Hatipli kılmakla kurtuluşa ereceğimiz avuntusudur. Türk vatanını selâmete çıkarma gayretleri sağlıklı ve sağduyulu çalışmalara değil, ideolojik kavgalara bel bağlamak zorunda kalmıştır. Musul-Kerkük-Halep bölgesindeki kıyamete çözüm bulma arayışları ideolojik tavırlara kurban edilmektedir. Siyasal İslamcılar şimdiki sorunlara ümmetçilik, Türkçüler milliyetçilik, sosyal demokrat veya ulusalcı olduklarını söyleyenlerse hümanist pencereden müdahil olurlarken katliamlar ve tecavüzler sürüp gitmekte, Türk ve İslam şehirleri yerle bir edilmektedir. Ali Şeriati’nin dediği gibidir vaziyet: “Mürekkebin akmadığı yerden kan damlar.”

Ayarsız, sayı 11, Ocak 2017          

Dipnotlar

[1] Hülya Bayrak Akyıldız, Âraf’ın Estetiği–Tanpınar’ın Romancılığı, sayfa 67, Doğu Kütüphanesi, İstanbul 2016

[2] Erol Güngör, Türk Kültürü ve Milliyetçilik, sayfa 186, Ötüken Neşriyat, İstanbul 2004

[3] Türk Kültürü ve Milliyetçilik, sayfa 219

 

Yazar
Metin SAVAŞ

Metin Savaş, 1965 yılında Balıkesir’de, kalabalık ve nispeten varlıklı, klasik bir taşra ailesinin içinde doğdu. Lise eğitimini Vefa Lisesindeyken yarıda bırakarak çalışma hayatına atılmak zorunda kaldı. Babasının iş dünyas�... devamı

Bu websitesinde farkı kaynaklardan derlenen içerikler yayınlanmakta olup tüm hakları sahiplerinindir. Sitedeki içerikler atıf gösterilerek kaynak olarak kullanlabilir. Yazıların yasal sorumluluğu yazara aittir. Tüm Hakları Saklıdır. Kırmızlar® 2010 - 2024

medyagen