Zamanı Tanrı Yaşar

Metin SAVAŞ

Kadim zamanlardan günümüze kadar gelip kesintisizce geleceğe dek sürüp gitmekte olan Dünya Türklüğünün bugünümüze en yakın nüvesi Göktürk Kağanlığı dönemidir. Binlerce yıllık Türk milletinin tarihinde bize en yakın atalarımız olan Göktürklerin o fevkalade değerli yazıtları kültür kodlarımızın birtakım şifrelerini bünyesinde barındırmaktadır. Biz deneme mahiyetindeki bu yazımızda Göktürk yazıtlarındaki Bilge Kağan’ın ağzından aktarılan üç kısa cümleden yola çıkarak “zaman” kavramına gelişigüzel değinmeye çalışacağız:

“Kendim düşünceye daldım. ZAMANI TANRI YAŞAR, insanoğlu, hep ölmek için türemiştir. Bilge Kağan öylece düşünceye daldım.”

Göktürk yazıtlarında karşımıza çıkan bu ifadelerde “tefekkür” dediğimiz son derece derinlikli bir düşünce tecrübesi bulunmaktadır. Bilindiği üzere Tanrı’nın yarattığı şuurlu ve şuursuz bütün varlıklar bir süreye (zamana) tâbidirler. Ve fakat yaratıcı Tanrı hiçbir şeye tâbi olmadığı içindir ki süreye de tâbi değildir. Nitekim Tanrı’nın mazisi ve istikbali (öncesi ve sonrası) yoktur. Tanrı, bizi bağlayan, kısıtlayan veyahut da bizi kuşatan her şeyden münezzehtir. Meşhur bir hadis şöyledir: “Hiçbiriniz ey hasara ve ziyana uğrayası dehr demesin, çünkü Allah dehr’dir.” Bu pek meşhur hadis-i şerifin halk ağzındaki söylenişi ise şu şekildedir: “Zamana sövmeyiniz çünkü zaman Tanrı’dır.”

Halk dilindeki zalim felek veya çarkına tüküreyim tarzında kullanılmakta olan kalıplaşmış sövgü ifadeleri bütün toplumlarda benzer şekilde bulunduğu için Hazreti Muhammed bir uyarıda bulunmayı gerekli görmüş olmalıdır. Bütün yaratılmış varlıklar zamana tâbi iken bizim tastamam idrak edemediğimiz husus şudur ki, Tanrı acaba zamanın dışında mıdır yoksa zamanın ta kendisi midir? Göktürk yazıtlarının birtakım ifadeleri öylesine derinlikli ve düşündürücüdür ki bizler kendimize “Göktürklerde felsefî düşünüş hangi düzeydeydi?” diye sormadan edemiyoruz. İşte bu derinlikli ifadelerden biri de “ZAMANI TANRI YAŞAR” ifadesidir.

Tabii ki işbu ifadenin en basit ya da en yalın anlamı olarak, Tanrı dışındaki her varlığın gelip geçici (ölümlü) olduğuna ilişkin anlam boyutudur.

XIII. yüzyılın büyük sûfilerinden biri olan Azizüddin Nesefî “İnsan-ı Kâmil” konusunu işlediği eserinde şöyle bir inanışı nakletmektedir:

“Her bin yıl bir devir olup, bin yılın sonunda bir kıyamet vardır. Ama bu küçük kıyamettir. Yedi bin yıl bir devir olup, her yedi bin yılın sonunda başka bir kıyamet vardır; bu da büyük kıyamettir. Kırk dokuz bin yıl bir devir olup, kırk dokuz bin yılın sonunda başka bir kıyamet daha vardır. Bu ise en büyük kıyamettir.”

Eski zaman insanlarının bu zaman tasnifinin bilimsel verilere uygun olup olmadığı hususu bizim bu yazımızın kapsamına girmiyor. Nesefî’den naklettiğimiz bu zaman döngüsü Bektaşilikteki “devriye” inancına çok yakındır. Küçük kıyamet, büyük kıyamet ve en büyük kıyamet olarak tasnif edilmiş bu zaman döngüsü Bilge Kağan’ın “insanoğlu hep ölmek için türemiştir” şeklindeki tefekkürüyle bağdaşmaktadır. Dikkat edilirse “hep ölmek için türemiştir” ifadesinde sanki tek bir ölümden söz edilmiyor gibidir. Hindistan’daki “ruhgöçü” inancına benzetilebilecek olan bu ifade bizce çok daha farklı bir tefekkürün yansımasıdır. Fâni dünya hayatında bir kez yaşıyoruz ama ölümden sonra nelerle karşılaşacağımızı bilmiyoruz. Belki de burada sürenin kesintisiz akışına muğlâk bir gönderme bulunmaktadır. Kur’an-ı Kerim ayetleri cennette ve cehennemde (ahrette) ölüm bulunmadığını gayet açık olarak bildirmektedir. Cehennemdekilerin azaptan kurtulmak derdiyle yok edilmeyi isteyecekleri ama “tadın o azabı” karşılığını alarak yok edilmeyecekleri (ölmeyecekleri) de yine kutsal kitapta belirtilmektedir. Nitekim cennet hayatı da sonsuz bir yaşamdır. Tanrı’nın en büyük ödülü ve nimetidir sonsuz hayat.

Bilge Kağan’ın ne dediğini hatırlayalım: “Kendim düşünceye daldım. Bilge Kağan öylece düşünceye daldım.”

Burada çok bariz bir tefekkür hamlesi görülmektedir. En yakın atalarımız Göktürklerin uçsuz bucaksız bozkırlardaki keçe çadırlarda ilkel bir hayat sürmediklerini kanıtlayan bu tefekkür hamlesi zaman kavramını bile sorgulamaya yeltenmiş derin bir kültür hareketidir. Bu da bize “Kutadgu-Bilig” tarzındaki bir eseri ortaya koymuş olan atalarımızın düşünce ve kültür birikiminin ansızın ortaya çıkmadığına ve zaten çıkamayacağına işaret etmektedir. Daha da ötesinde, atalarımızın yaşadığı coğrafya gerçekten de Moğolistan’dan Macaristan’a kadar uzanan engin bir coğrafyadır. Bu kadar geniş bir coğrafyanın zaman algısı da kendisine özgü olacaktır. Şehirlik yerde adres sorana mekân tarif ederken “yüz metre ileride” diyoruz. Oysaki uçsuz bucaksız bozkır coğrafyasında yüz metre ilerisi tek adımlık bir mesafe gibidir.

Azerbaycanlı felsefe ve filoloji doktoru Fuzuli Bayat “Türk Kültüründe Kadın Şaman” adlı çalışmasında kadın şamanları irdelerken şöyle bir açıklama getirmektedir: “Şaman, cinsiyetine bakmaksızın kendi toplumuyla ecdatlar, yaşayan insanlarla ilk insanlar, ölülerle diriler arasında canlı aracıdır. Şamanlar, şimdiki zamanla geçmiş arasında, var olanla ilk zaman, şimdikiyle yaratılış çağları arasında mediyatörlük yaparlar. Bu arada gelecek hakkında kehanetlerde bulunsalar da (hastalık, savaş, kuraklık, kıtlık, hava vs.) şimdiki zamanı yaşarlar, geleceğe o kadar da önem vermezler, çünkü şimdiki zaman, geçmişle bağlar kopmadıkça, bağlar var oldukça mevcuttur ve şimdiki zaman geçmişin hesabına tekrar tekrar yaratılır.”

Şimdiki zamanın geçmişin hesabına tekrar tekrar yaratılmasından ne anlamalıyız? Bektaşilikteki “devriye” geliyor aklımıza hemen. Bu bir zamansal döngüdür ki, ne başı bellidir ne de sonu. İlle de bir başlangıç bulmamız gerekiyorsa “bezm-i elest” dediğimiz “kâlû belâ” sahnesini tahayyül etmek durumunda kalıyoruz. Nedir bu? Osmanlıca-Türkçe sözlüğün hazırlayıcısı Ferit Devellioğlu’nun kısa izahına göre şudur: Allah’ın ruhları yaratıp “elestü bi-rabbiküm” yani “Ben sizin Rabbiniz değil miyim?” dediği andır. Ama işte bu başlangıcın bir nihayeti var mıdır, varsa bile nasıl bir sondur kestiremiyoruz. Kestiremediğimiz için de eski zaman insanları, Nesefî’nin aktardığı üzere; küçük, büyük ve en büyük kıyamet tasnifine giderek (doğru veya yanlış) bir varsayıma bel bağlamışlardır.

Tanrı gerçekten de dehr (süre) midir yoksa dehr’i de Tanrı mı yaratmıştır sorusuna takılıp kaldığımızda tatmin edici bir cevap üretemeyeceğimiz de apaçık ortadadır. Nitekim “zaman” ile “süre veya dehr” tıpatıp aynı kavramlar değildir. Şöyle ki; zaman, bizim kâinatımıza has parçalı bir süreçtir. Bütüncül değildir. Geçmiş, an ve gelecek şeklinde üç parçalıdır kâinatımızın zamanı. Biz buna “parçalanmış zaman” diyoruz. Dehr veya süre ise yekpare zamandır ki bütüncüldür, yani parçalanmış değildir. Süre, kesintisizce akıp gider. Nereden başladığı ve nerede biteceği belli değildir. Aslına bakılırsa “süre” sonsuzluktur ki işbu sonsuzluğun başlangıcı bulunmadığı gibi finali de yoktur. Yazımızın giriş kısmında “Tanrı’nın yarattığı şuurlu ve şuursuz bütün varlıklar bir süreye (zamana) tâbidir” demiştik. İşte buradaki süre esasen parçalanmış zamandır. Bütüncül ve kesintisiz akış halindeki süreden başka bir şeydir buradaki zaman. Peki ya Tanrı söz konusu edildiğinde geçerli olan nedir? Tanrı, ezeli ve ebedidir. Süre de böyledir. Şu halde şöyle bir çıkarımda bulunabiliriz: “Çünkü Allah dehr’dir.”

İşte atalarımız Göktürklerin “ZAMANI TANRI YAŞAR” şeklindeki tefekkür derinliği Hazreti Muhammed’in “Çünkü zaman Tanrı’dır” öğretisiyle birebir örtüşüyor.

Yazar
Metin SAVAŞ

Metin Savaş, 1965 yılında Balıkesir’de, kalabalık ve nispeten varlıklı, klasik bir taşra ailesinin içinde doğdu. Lise eğitimini Vefa Lisesindeyken yarıda bırakarak çalışma hayatına atılmak zorunda kaldı. Babasının iş dünyas�... devamı

Bu websitesinde farkı kaynaklardan derlenen içerikler yayınlanmakta olup tüm hakları sahiplerinindir. Sitedeki içerikler atıf gösterilerek kaynak olarak kullanlabilir. Yazıların yasal sorumluluğu yazara aittir. Tüm Hakları Saklıdır. Kırmızlar® 2010 - 2024

medyagen