“İşte Gidiyorum Çeşmi Siyahım”

                                                                                   mahsuni1.jpeg

 

 

 

 

 

Bunca âşıkların bir hoşu Mahzuni…

 Halil ATILGAN

            1940 yılında Kahraman Maraş’ın Elbistan ilçesinin Berçenek köyünde doğdu. (Dostları onun 1938 yılında doğduğunu ifade etmektedirler.) Babası Zeynel, Barginekli Ağuçan Türkmenlerinden, nine tarafı Varto / Hormekan Aşiretinden Razeye’e (Irazca Hatun) mensuptur. Köyünde okul olmadığı için Elbistan’ın Âlembey köyünde Lütfi Efendi Medresesine devam eden Mahzuni burada Kuran eğitimi aldı,  Eski Türkçeyi öğrendi. 1956 yılında köyündeki ilkokuldan mezun oldu. İlkokulu bitirdikten sonra Mersin Astsubay Okuluna giren Mahzuni, 1960 yılında Ankara Ordu Donatım Teknik Okulunu bitirdi. Başarılı oluşu Kuleli Askeri Lisesine girmesini sağladı. Düşüncesi, halk edebiyatıyla yekinen ilgilenmesi ve sair sebepler okuldan ihraç edilmesine vesile oldu. Kuleli Askeri Lisesinden ihraç edilmesi Âşık Mahzuni’nin hayatında yeni bir dönemin başlamasını sağladı. O günden bu yana geleneğin içinde yoğrulan Mahzuni gün oldu ağladı, gün oldu güldü. Ama geçmişini hiç unutmadı. “Benim söylediklerim neyse ben oyum” diye haykırdı. Bağlamasını sevgi için inletti.

            12 yaşındayken amcası Âşık Fezali’den (Behlül Baba) bağlama çalmasını öğrenen Mahzuni:  türküler söyledi yâr üstüne, gurbet üstüne, türkü üstüne. Hasletlerini, anasını, Suna’sını,  köyünün çakırdikenli yollarını türkülerle dile getirdi. Bir türkü duydu yüreği cız etti. Tüyleri diken diken oldu. Yaşadığını hatırladı. Bendini döven ırmaklar gibi taştı, çağladı. Karlı dağların ardındaki hasretler destan oldu türkülerinde. Her bir hasrette ayrı bir tat buldu. İfade edemediği duygularının pınarı oldu türküleri. Deli gönlü abdal etti düştü yollara. Gün oldu Suna’nın peşinde gezdi, bazen da tabansız çarık giydi. Bazen yaz aylarında türlü çiçekler açtırdı,  bazen de: “İşte gidiyorum çeşmi siyahım / Kanadım değdi sevdaya / Sanki ömrüm bir bilmece/ Dumanlı dumanlı oy bizim eller / Dom dom kurşunu / Seher vakti evinize – Girdim gelmez olayıdım” diyerek sazıyla sevişti. “Al kadeh ver kadeh” doldurdu içti. Türkülerini telli duvaklı gelin etti Anadolu’ya. Şiir, türkü, insan sevgisi gönlünde kurduğu duygu yumağının en yücesi oldu. O duygu yumağı; gün oludu bülbül için, turna, seher yeli ve toplum için çözüldü.  Bazen de:

            “Beni merak edip şüphe duyanlar / Kendi bilmezlerin telaşıyım ben

            Aslım Horasan’dan toprağım Afşin / Elbistan düzünün bir taşıyım ben

 

            Bir gün âşıkların kara gününde / Ah çekip dolaştım sevda yönünde

            Kuran’da okudum mürşit önünde / Saz çalıp söyleyen Bektaşî’yim ben

            Mahzuni Şerif’im yaş oldu elli / Dolaştım elinde beş altı telli

            Ne küstüğüm belli ne neşem belli / Bunca âşıkların bir hoşuyum ben

diyerek kendini tarif etti. O, gerçekten de bunca âşıkların bir hoşuydu. Çünkü yaşanmış duygularını, Berçenek’in çakırdikenli yollarını Ankara’ya, İstanbul’a Gazi Antep’e taşıdı. Kısaca o; hep kendisini yeniledi. Âşıklık geleneğini şehre taşıyan ustaların öncüsü oldu. Kendisini zamana uydurdu. 1989 yılının Şubat ayında Stockholm’da İsveç Merkez Radyo’da yaptığı bir söyleşide Sermin Özürküt’ün: “Son zamanlarda yaygın biçimde dinlenen değişik türküleriniz var. Dom dom kurşunu, Hidayet, Sarhoş gibi… Tıpkı 70 li yıllarda sevilerek dinlenen Nem kaldı, Yiğitler, Erim erim eriyesin gibi… 70’lerle 80 sonrası türküleriniz arasında biçim ve içerik açısından fark var mı”? Sorusuna: “Var tabii… Onu şöyle itiraf etmek durumundayım. 70’li yıllarda güncel konuları işleyen sosyal içerikli türküler yapıyordum. Yine öyledir ama biçim değişikliği yaptım. Eski çalışmalarıma tek sazlı dönem denilebilir. Âşık Veysel türü dönem. Toplumun bugünkü beklentileri farklıydı. Bugün yeni kuşaklar farklı şekilde bilinçli olarak yönlendiriliyor” diye cevap veriyordu. Gerçekten de Mahzuni zamana uymasını bilen, yeniliklere açık toplumcu bir halk ozanı olarak zihinlerde yer etti. Uzun müddet kendini yeteri kadar anlatamayışının sıkıntısını yaşadı.

           

            O kendini anlatamayacağı çileli hayatın yolunda her gün biraz daha ilerlerken biz ve bizim kuşak onun türküleriyle bağlama çalmaya başladı. Bağlamanın telleri onun türkülerini çalarken koptu.

Onun türküleriyle ilk tanışanlardan biri de ben oldum. Adını Türkiye’ye duyurmadan köylüsü, dostu, akrabası Paşa Kul’un Düziçi İlk Öğretmen Okulunda çaldığı Mahzuni türküleriyle tanıdım onu.

            Nasıl mı?

Kader: Adana’nın Karaisalı ilçesinin İncirgediği köyünden aldı götürdü bizi Düziçi İlk Öğretmen Okuluna. 1959 – 1960 öğretim yılında (Haruniye Hacılar Kasabasıyla birleşerek Düziçi ilçesi oldu. Şimdi Osmaniye’ye bağlıdır.) Düziçi İlk Öğretmen Okulunun birici sınıfında öğrenci idim. Adana Tepebağ Ortaokulunda okurken, ikinci sınıfa geçmeme rağmen, öğretmen okulunun birinci sınıfına yeniden kayıt yaptıran türkü sevdalısı biriydim. Türkü sevdam; Karaisalı’nın İncirgediği köyünün tozlu yolarında üzüm çekerken, dağlarında inek güderken, palaz kovalarken başlamıştı. İşte bu sevda ile ilkokul son sınıftayken (1955–56) düğünlerde halay çekiyor, Karacaoğlan türküleri söylüyordum. İlk söylediğim Karacaoğlan türküsü; “Ela gözlüm ben bu ilden gidersem” adlı türkü idi. Zaten Düziçi İlk Öğretmen Okulunu tercihim de bendeki türkü sevdasından kaynaklanmış, sınavını da türkü söyleyerek kazanmıştım. Öğretmen okulu 1. sınıfta Adil İmer Marka 37,5 TL’ye aldığım mandolini kısa zamanda öğrenmiş sınıfın ve öğretmenlerimin dikkatini çekmiştim. (1959–60 ders yılı) İkinci sınıftayken de okulun halk oyunları ekibinde mandolin, sonra da bağlama ve keman çalmaya başladım. Bu faaliyetim mezun oluncaya kadar devam etti.

            O zaman Düziçi İlk Öğretmen Okuluna Adana, Kahraman Maraş, Hatay ve Gazi Antep illerinden öğrenciler alınıyordu. Okulun en iyi mandolin ve bağlama çalanlarından biri Kahraman Maraş’ın Elbistan ilçesinin Berçenek köyünden Paşa Kul’du. Ben, mandolin çalma sevdasıyla benden büyük olmasına rağmen Paşa Kul’u tanımıştım. Paşa: Okula geç gelmiş, okumayı, okuma yaşının son zamanlarında yakalayanlardan biri idi. O 4., bense 1. sınıfta idim. Buna rağmen müziğe olan merakım Paşa ile Ağabey kardeş olmamızı sağladı. Ben, ondan öğrendiklerimi mandoline aktarıyor, bağlamasını verirse mandolinle çaldıklarımı da bağlamayla çalmaya çalışıyordum. Günler ayları, aylar yılı kovaladı. Ben ikinci sınıfına geçtim. Yıl 1962. Paşa Kul 4. sınıfta kaldı. Çok esmer olduğu için akranları ona Kara Dayı lakabını takmışlardı. 

            İkinci sınıftayken müzik hanedeki sazları öğretmenimiz Paşa’ya ve bana teslim etmişti. Paşa ile birlikte fırsat buldukça bağlama çalıyorduk. Artık ben de okulun iyi mandolin çalanları arasında yerimi almıştım. Müzik öğretmenim de keman öğretiyordu. Boş zamanlarımız müzik hanede geçiyor, yeni parçalar çalmak için sürekli çalışıyor, birbirimizi bütünlüyorduk. O zaman Ahmet Sezgin’in okuduğu Turnamın kanadı al yeşil telden, Yıldıray Çınar’ın okuduğu Badı saba selâm söylen o yâre ve Aman dünya ne darımış,  Muzaffer Akgün’ün okuduğu Bebeğin beşiği çamdan dönemin popüler türküleriydi. Bu türküler çıkacak biz de öğreneceğiz, sözlerini defterimize yazacağız diye hoparlörün dibinde saatlerce beklerdik. İkimizin de türkü defteri vardı. Popüler türkülerin sözlerini radyodan dinlerken sözlerin hepsini yazabilmek için dizeleri bölüşür, 1. dizeyi Paşa, ikinci dizeyi ben, üçüncü dizeyi Paşa, dördüncü dizeyi yine ben yazar türkünün sözlerini tamamlardık. Türkü sevdamız gün be gün yoğunlaştı. İhtisas sahibi olmadıysak da bilinmeyen türkülerin sözlerini diğer öğrenciler ve müzik öğretmenleri bizden öğrenmeye başladı. Okul müsamerelerinde de birlikte saz çalardık. Aşk bizim için ikinci plânda gelirdi. Saz çalıp türkü söylediğimiz için okul öğretmenleri ve öğrencilerinin hepsi bizi tanırdı.

            O zaman öğretmen okullarında On Kasım Atatürk’ün ölüm yıl dönümünde unutulmayacak törenler düzenlenirdi. Bütün sınıflar genel kutlamanın yanında özel kutlamalar yapar, anma köşeleri hazırlarlardı. Okul öğrencileri ve personel bütün sınıfları dolaşarak hazırlanan 10 Kasım Programlarını, Atatürk Köşelerini görür en iyi hazırlayan sınıf Atatürk Köşesi birincisi seçilir, okul idaresi tarafından da ödüllendirildi. Ben ve Paşa Kul birlikte bütün On Kasım günlerinde perde arkasında bağlamayla fon müziği yapar, okunan şiirlere eşlik ederdik.

            Günler yel gibi geçiyordu. Bağlama en iyi dostumuz olmuştu. Arkadaştı. Hasreti bağlama çalmayla giderir, güne bağlama çalarak başlardık. Sıla hasretini bağlama çalarak giderirdik. Özel çalışmalarımızın birinde Paşa, kendi memleketinden bir türkü çaldı. Türkü çok hoşuma gitti. Paşa’ya; türküyü tekrar çalıp okumasını söyledim. Nazlanmadan aynı türküyü tekrar tekrar çalıp okudu. Türkü, Paşa’nın sesinde bile yürek dağlıyor, dörtlükler arka arkaya sıralanıyordu.

 

            “İşte gidiyorum çeşmi siyahım / Önümüze dağlar sıralansa da

            Sermayem derdimdir servetim ahım / Karardıkça bahtım karalansa da

 

            Haydi dolaşalım yüce dağlarda / Dost beni bıraktı ah ile zarda

            Ötmek istiyorum viran bağlarda / Ayağıma cennet kiralansa da

 

            Bağladım canımı zülfün teline / Sen beni bıraktın elin diline

            Güldün Mahzuni’nin garip hâline  / Mervan’ın elinde parelense de”

            Paşa Kul söylüyor, bense öğrenmek için çırpınıyordum. Ama ne Çeşmi siyahı,  ne Mervan’ı,  ne de Mahzuni’yi biliyordum. Paşa: “Türkü bizim köylü ve de akrabam olan Mahzuni’nindir. Çalıp söylediğim türküyü sevdiği kıza yaktı. Bizim köyde saz çalan, şiir söyleyen çoktur. Mahzuni’de Berçenek’lidir. Saz çalar şiir söyler. Besteler yapar. Beni de çok sever. Köye gittiğimde, muhakkak birlikte çalar söyleriz” dedikten sonra uzun uzun Berçenek’i ve Mahzuni’yi anlattı. Yaz tatilinde Berçenek’e gidersek beni Mahzuni ile tanıştıracağını söyledi. İşte ben Mahzuni adını 1960’lı yılların başında Düziçi İlk Öğretmen Okulunda öğrenci iken Berçenekli okul arkadaşım Paşa Kul’dan duydum. “İşte gidiyorum çeşmi siyahım” adlı türküsüyle bağlamam o yıllarda tanıştı. Sonra da dilimize tespih oldu. Söyleye söyleye meşhur ettik türküyü. 

            Günler aylara, aylar yıllara eklendi. Benden bir yıl önce Paşa mezun oldu. Kötü yokluğun derdinden Berçenek’e gidemedik. Kader Paşa ile yollarımızı ayırdı bir daha da kesiştirmedi. Paşa’dan bana Mahzuni’nin “İşte gidiyorum çeşmi siyahım” adlı türküsüyle hâlâ sakladığım kiraz kabuğundan yapılmış tezenesi kaldı.

            Zaman seli önüne kattı aldı götürdü bizi. Hayatımın en güzel günlerini geçirdiğim, şimdi abide olarak düşündüğüm Düziçi İlk Öğretmen Okulundan 1964 – 65 ders yılında mezun oldum. Çapa Müzik Eğitimini kazanmama rağmen kötü yokluk yine önümüze bent oldu. Karlı dağ oldu geçit vermedi. Sonuç da Kastamonu Azdavay Çengel köyünde ilkokul öğretmeni olarak 27 Temmuz 1965 tarihinde göreve başladım. İlkokul öğretmenliğim sırasında müzik eğitimimi tamamladım. Zaman içinde de Anadolu Üniversitesi İktisat Fakültesini bitirdim. Bu zaman içerisinde hiç müzikten kopmadım. Müzik benim için 1960’lı yıllarda temelini attığım Düziçi İlk Öğretmen Okulunun bir yadigârıydı. Onu nasıl bırakabilirdim. Ben onu bıraksam o beni bırakmayacaktı. Çok iyi biliyordum. Hâsılı müzik benim için bir yaşam biçimi oldu. Çengel gecelerimin süsü, yalnız gecelerimin yıldızıydı. Ekmekti, aştı. Uzağımı yakın eden, sevdiğime beste yaptıran, ucu püsküllü bağlama idi. İşte gidiyorum çeşmi siyahım adlı türküyü de hiç unutmadı. Her mecliste onu çaldı.

Mahzuni; bu türküsüyle efsaneleşti. Plâkları kapış kapış. Kanadım değdi sevdaya / Hani bizim Mahzuni’miz derler oy / Muhtar anamı kaçırdı / Duy babo duy duy tellerde nağmeleşen Mahzuni türküleriydi.

             Adana 1960’lı yıllarda sanırım 300 bin nüfusa sahipti. Küçük bir vilayet olmasına rağmen yine Türkiye’nin dördüncü büyük şehriydi. İnönü Caddesinde plâk, müzik aletleri, nota, vb. satan bir Solfej Plâk vardı. Sahibi Kastamonulu Hasan Sarıaslan’dı. Solfej Hasan namıyla ünlendi. Önceleri bağlama tamir eden, satan eski Adana Müzesinin karşısında Özaltınlar İş Merkezinin bulunduğu yerde derme çatma bir dükkânı vardı. İşi ilerlettikten sonra İnönü Caddesine taşındı. (Şimdiki Dörtyol Kavşağında Sabancı İş Merkezinin karşı köşesindeydi. Sanırım şimdi Duygu Oteli var.) Solfej Hasan mahalli sanatçılara kendi adına plâk yapar, yaptığı plakların afişini de en görünür yere asardı.

            Kastamonu’da (Azdavay Çengel köyü)  öğretmenken  (1965 – 66 yılının yazı.) gurbetin getirdiği hasreti yenmek için Adana’ya gelmiştim. Solfej Hasan’ın dükkânına da uğradım. Dükkânın kapısında büyük bir afiş. Afiş: Toroslar’ın, Binboğa’nın, ekin biçen, pamuk toplayan, kekliklerin uçamadığı, yılanların kaçamadığı, suların kandırmadığı Çukurova sıcağında buram buram terlemiş, yaka bağır açık; ben emeğin temsilcisiyim diye haykırıyordu. Evet, bu afiş, öğretmen okulundayken Paşa Kul’un anlattığı Berçenekli Âşık Mahsunî’ye aitti. Yıllardır türküsünü çaldığım, köyüne gidemediğim, İşte gidiyorum çeşmi siyahım diye türkü yakan Âşık Mahzuni Şerif’ti. Evet oydu. O afiş Solfej Hasan’ın dükkânında ben Âşık Mahzuni Şerif’im diye haykırıyordu. (Mahzuni’yi takip edenler o afişini çok iyi hatırlayacaklardır. ) Şimdi ne zaman o caddeden geçsem Solfej Hasan ve Mahzuni’nin o afişi gelir aklıma.

                                   

mahsuni2.jpeg

                                                                                                   

 

 

 

 

 

İşte o afiş.

Saatler günleri, günler ayları, aylar yılları kovaladı. 1962 yılında adını duyup türküsünü söylediğim Mahzuni Ustayla 2000 yılında Ankara’da Mülkiyeliler Birliğinde verilen bir kabul töreninde aradan 38 yıl geçtikten sonra tanıştık. Kültür Bakanlığı Koro şeflerinden Mehmet Özbek, TRT Ankara Radyosu Sanatçılarından Kubilay Dökmetaş da vardı. Hâl hatır ettik. Çok kalabalık olduğundan konuşamadık. Sonra Çankaya Belediye Başkanının verdiği yemekte Âşık Mahzuni ile yine birlikte olduk. Musa Eroğlu, Mehmet Özbek, Yavuz Top, DSP Adana Milletvekili İbrahim Yavuz Bildik, TRT Ankara Radyosundan Nurullah Akçayır. Tesadüf bu ya Mahzuni ile ben yan yana oturdum. Uzun uzun sohbet ettik. 1960’lı yıllarda ismini duyduğumu, türküsünü çalıp söylediğimizi konuştuk. Paşa Kul’u yâd ettik. Gözleri dolu dolu oldu. Çok duygulandı. Paşa Kul’un felç olduğunu, sağlığının iyi olmadığını söyledi. Telefonla da olsa benimle görüştüreceğine söz verdi. Ama maalesef ömrü yetmedi.

            Ankara Dikmen’de, İsmail Görer’in saz atölyesinde Mahmut Makal’ın da katıldığı meşklerde merhumla müteakip defalar birlikte olduk. Çaldık söyledik. Meşkin birinde söylediğim Öksüz Ali Bozlağı pek hoşuna gitmişti. “Hocam bu bozlağın altını çiziyorum. Beraber olduğumuzda yine çalıp okursunuz değil mi?”dedi. Sonraki meşklerimizden birinde de Ceyhanlı Âşık Ferrahi’nin İstemem dünyada süsü ziyneti adlı türküsü çok etkilemişti onu. Ferrahi ile 60’lı yıllarda birlikte konserler verdiğini, ilgili bir de hatırasını anlattı. O gece sonunda arabayla evine bıraktım. “Hocam arayı uzatmayalım. En kısa zamanda yeniden birlikte olalım” diyerek vedalaştık.

            Ben arayı uzatmadım. Ama ölüm dediğimiz gerçek onu çekti çıkardı. Hem de Öksüz Ali Bozlağını dinlemeden. Tekrar birlikte olamadık. Çünkü o; 23 Mayıs 2002 tarihinde türküleriyle, şiirleriyle, deyişleriyle gönüllerimizde yaşayacak bir Mahzuni Usta bırakarak aramızdan ayrıldı.

            O Usta ki: şiirlerinde toplumun duygularını dile getiren, Köroğlu gibi heykiren Karacaoğlan gibi güzeli seven, gönlü insan sevgisiyle dolu bir Mahzuni.

            O Usta ki: Atatürk’ü milletimiz için Allah’ın bir lütfü olarak gören, şiirlerinde:

            “Sana hasret sana hayran gönlümüz / Sarı saçlım mavi gözlüm nerdesin

            Bu gemi bu Karadeniz / Sarı saçlım mavi gözlüm nerdesin

 

            Kara peçe yakışmıyor kullara / Kurban olam şu gittiğin yollara

            Hele uyan bir bak bizim hallara /  Sarı saçlım mavi gözlüm nerdesin

 

            Bulutlar terinden dağlar kokundan / Sarhoştur Mahzuni senin kokundan

            Bir daha gel gel ha Samsun’dan / Sarı saçlım mavi gözlüm nerdesin” diyerek

avazı çıktığı kadar bağıran Mahzuni.

            O Usta ki: “Ben doğada bulunan her canlının içinde seçkin bir yeri olan insan sıfatında dünyaya geldiğim için, hep bununla gurur duydum. ” 

 

(…) Somut olarak söyleyebilirim ki, insan sevgisi benim öz dinim oldu. Hiçbir mezhebi kendime yön olarak tayin etmedim. Zira mezhepler benim indimde tarihi hikâyeciliklerden öteye gitmedi. Ancak Ehli Beyte gönül verdiğim ve Ali Evlâdı’na bel bağladığım doğrudur. Bu da sadece tarihe verdiğim önemden ileri gelmektedir.”

            (…)”Ben insanları sevmekten hiç fire vermedim. Zaman zaman sevilmememe rağmen dünyanın altıda, üstüde bir olduğuna inandığım için ne dünyaya ne de sevdiklerime hoşça kal demek içimden gelmiyor[1] diyen Mahzuni. 

            Yolun sonunda adlı şiirinde:

            “Bu bahçeden gün gelince giderim / Ardım sıra dedikodu olmasın

            Yaşadığım değil benim kaderim / Gönül kalsın fakat yollar kalmasın”diyen Mahzuni.

            O Usta ki şiirin hasını tıpırtısından bilen, Öksüz Ali Bozlağını dinleyip sözlerini tekrar tekrar okutan, şiirdeki ayağa hayran olan, benimle kavilleştiği hâlde Öksüz Ali Bozlağını tekrar dinleyemeden aramızdan ayrılan Mahzuni.

            O: Türk olduğunu unutmayan, şövenist olmayan, vatanperver, Atatürk’ü Allah’ın bir lütfü olarak kabul eden ve de “Benim yolum Atatürk yoludur” diye haykıran bir Mahzuni idi. O toplumların hayatında türkü kültürünün önemine inanmış, türkülerle bütünleşmiş, sevincini, kederini, kara gününü türkülerle dile getirmiş, türkü üstüne türkü yakan bir Mahzuni.

O öleceğini bilen, onun için de:

            ” Yine bahar geldi nedir yaradan / Bilmem neden yaprak açmaz güller oy

            Karlı dağlar kalkmadıkça aradan / Korkarım ki dosta ermez yollar oy

 

            Ne dağı var ne ormanı çınarı / Ne bağı var ne bostanı pınarı

            Kimse bilmez gizli gizli yananı / Ah derdini dökemeyen diller oy

            Kimi murat almış gezer salınır / Kimi yaralanmış bağrı delinir

            Bir gün şu dünyadan adım silinir  / Hani bizim Mahzuni’miz derler oy “ diyen

bir Mahzuni.

            Evet, biz “Hani bizim Mahzuni’miz” demiyoruz. Çünkü o, cismi giden, eserleriyle ilelebet Türk milletinin gönlünde yaşayacak olan bir Mahzuni…

            O Usta ki: “Bir ülkenin türkülerini yapanlar, kanunlarını yapanlardan daha güçlüdür” özdeyişine sadakat duyan, bu özdeyişi diline pelesenk eden bir Mahzuni. İşte o: Bu özdeyişi söyleye söyleye göçüp gitti dünyadan. Ölüm dediğimiz gerçek onu bizden aldı, kara toprağa gelin etti. Ona Tanrı’dan rahmet diliyor, tekrar dinleyemeden aramızdan ayrıldığı için, çok sevdiği Öksüz Ali Bozlağının sözlerini onun için yayımlıyor, ruhu şad olsun diyorum.

            “Yüzünü sevdiğim gül yüzlü döndü / Sen gülünü kime sundun evvela

            Kirpiklerin can almaya kast’eder / Kele nolur uçlarını iğele

 

            Sizde ne derler de güzel sevene / Kaşların benzettim gümüş çövene

            Yapalağı yaralatman doğana / Şahin gelir pençe vurup avala

 

Cırnağını yedin mi bu çayanın / Bak ağzına tavus kuşu sevenin

            Sahibi olamaz o sen mayanın / Teslim etme dost kendini oyala

 

Leyla’nın bekçisi mecnun ben oldum / Gark oldu gemim de deryaya daldım

            Esef etme kömür gözlüm ben geldim / Sen ağlama yak kınanı ağ ele

 

Aslım Reyhanlı da gurbette yârim / Sevdiğim yoluna veririm serim

            Vuslat bu güneymiş Mevlâ’mız kerim / Teslim olma bu davayı oyala

            Zarbını yedin mi bozdan sayanın / Sahibi olaman sen bu mayanın

            Bak ağzına tavus kuşu sevenin / Yağar yağmur püsem püsem cığala

 

Öksüz Ali’m avluğunda avında / Kahpe düşman gaybetinde govunda

            Sultan Kırşehrin Mucur elinde / Yeni buldum bir gözleri Göğala”

[1]Süleyman Zaman, Âşık Mahzunî Şerif. Yaşamı – Dünya Görüşü – Şiirleri, Başkent Matbaacılık 1999 Ankara.

Yazar
Halil ATILGAN

Bu websitesinde farkı kaynaklardan derlenen içerikler yayınlanmakta olup tüm hakları sahiplerinindir. Sitedeki içerikler atıf gösterilerek kaynak olarak kullanlabilir. Yazıların yasal sorumluluğu yazara aittir. Tüm Hakları Saklıdır. Kırmızlar® 2010 - 2024

medyagen