Saltanat’ın Saltanat’ı

Muharrem DAYANÇ

Yahya Kemal’in, “Her millette olduğu gibi, bizde de kelimeleri şiir canlandırmışnesir sadece kullanmıştır.”[1]cümlesini bildim bileli sevmiş, biraz da şiire meyilli mizacım nedeniyle doğru da bulmuşumdur. Çıkınımda, dilime pelesenk olmuş üç beş imge, üç beş mısra, üç beş beyit her zaman vardır. Zihnimin arka odasının bu aydınlık misafirleri, emrime amade bir şekilde orada dururlar. Bunların temel nitelikleri, yerli yersiz akla gelmeleri veya bir şekilde kendilerini hatırlatmaları ile içerdikleri hayal, çağrışım ve anlam dünyalarının bir türlü ikna edici bir açıklığa kavuşturulamamasıdır. (“Sen bana kapalı çarşı.”)

“Hiçbir şey lisan kadar bir ağaca müşabih değildir. Lisanlar -tıpkı ağaçlar gibi- mevsim mevsim rengini kaybeder, ölü yapraklarını dökerler ve tazelerini açarlar. Lisanın yaprakları kelimelerdir.” (“Büyük şiirlerin kapıları, tunç kanatlı sağlam kent kapıları gibi, sımsıkı kapalıdır, her el o kanatları itemez ve o kapılar bazen asırlarca insanlara kapalı durur.”[2]) diyen Ahmet Hâşim’in kulakları çınlasın. Bu yüzden hiç eskimez onlar, yıpranmaz, sürekli yenilenir, kendilerini var ederler. Onlarla düşünür, beğenir, uyur-uyanır, düş görür, sevinir-yaşarız.

Bu yazımızda, iniş ve çıkışları, parlayış ve sönüşleriyle “saltanat” sözcüğü üzerinde duracağız. Güce-yöneticiliğe gönderme yapan siyasî karşılıklarının bireyi-toplumu imleyen renkli/ışıltılı nüanslarını (bolluk, zenginlik, şatafat, debdebe vb.) hemen hemen bastırdığı bir sözcüğün örtük/derin yapısına kısa bir yolculuğa çıkacağız, Tanpınar’ın “saray istiaresi”nden mülhem “gün metaforu”yla biraz da. Yan ve mecaz anlamlarına uzanmaya çalışacağız. Bir “saltanat arkeolojisi” deneyeceğiz, yıllardır peşimizi bırakmayan çağrışımlardan beslenerek.

“Saltanat” kelimesiyle aramda, kökü eski zamanlara dayanan cedelleşmenin fitilini herhâlde Berna Moran tutuşturmuştur. Edebiyat Kuramları ve Eleştiriadlı kitabında Rus biçimcilerinden bahsederken, telif hakkı Victor Sklovski’ye ait (“Bir Teknik Olarak Sanat”, 1917) Rusçası “ostranenie”, İngilizcesi “defamiliarization” olan terimi Türkçeye “alışkanlıkları kırma” şeklinde aktaran Moran bu ifadeyi açıklarken, “Biz, dış dünyaya, nesnelere, davranış ve düşünüş biçimlerine baka baka bunları kanıksarız. Şiir ise kendine özgü dili sayesinde bu kanıksamayı sarsarak, nesneleri, davranışları, düşünceleri ve duyguları taze bir bakışla yeniden görmemizi, yeniden algılamamızı sağlar. Çünkü bu dil alıştığımız kullanmalık dilden farklıdır.” der ve söylediklerini Cahit Sıtkı’nın içinde “saltanat” kelimesi de geçen iki mısraından hareketle şöyle örnekler/toparlar:

Bir namazlık saltanatın olacak,

 Taht misali o musalla taşında,

Camide musalla taşına konmuş tabutun önünde cemaatin cenaze namazı kılması, insanların defalarca tanık olduğu ve kanıksadığı bir olaydır. Tarancı musalla taşını bir tahta, ölüyü bir sultana, cemaati de onun önünde elpençe duran ve yerlere kapanan kullarına benzetmek suretiyle kanıksadığımız bu sahneyi bize taze bir şekilde gösteriyor, alışkanlığımızı sarsıyor.

Demek oluyor ki, gerçekliği yansıtmak değil sanat eserinin yaptığı, onu değişik biçimde algılatmak.”[3]

Kemal Özmen, Özdemir İnce gibiler bir kenara bırakılırsa, Berna Moran, Nurdan Gürbilek, Jale Parla, Yıldız Ecevit, Gürsel Aytaç, Nüket Esen gibi klasik Türkoloji eğitiminden geçmeyen araştırmacılar, şiire göre daha Batı menşeli tür olan romana ve roman incelemelerine öncelik vermişlerdir.

Moran’ın, yukarıdaki örneğini, yine “biçimci eleştiri”yi ele almaya devam ettiği sayfalarda Orhan Veli’nin “Kitabe-i Seng-i Mezar III”[4]adlı şiirini yakın okumaya tabi tuttuğu çözümlemeyle birlikte düşündüğümde, İngiliz, Fransız, Alman dili ve edebiyatlarından mezun olan veya klasik Türkoloji eğitimi almayanlarla ilgili ön yargılarımın yavaş yavaş değişmeye başladığını fark ettim.

Ya, bütün bunları aklıma getirecek, bu yazıyı yazdırtacak kadar beni etkileyen/harekete geçiren faktör neydi? Onu da kısaca izah etmezsem olmaz. Yusuf Ziya Ortaç’ın Portreler’ini okurken sıra Süleyman Nazif’e geldi. Ortaç, Fransız general Franchet d’Esperey’in;

-Arrêtez le!… Fusillez le!… (Onu yakalayınız!… Onu kurşuna diziniz!…)

diyerek, ölüm cezasına çarptırdığı “Kara Bir Gün” yazarının portresini anlatırken, bu yazarı mümkün olduğunca doğru/tam ve hakkıyla ifade edecek kelimeler seçmeye/bulmaya çalışır. “Gözü pek, inancında sağlam, fikirlerinde sebatkâr, izzetinefsine aşırı derece düşkün” Süleyman Nazif’i Edebiyat Fakültesi’nde ilk defa gördüğünde yazarla ilgili izlenimlerini; “Başında, kenarları kulak uçlarına değen koyu kırmızı bir fes, arkasında koyu lâcivert bir esvap, kolalı gömlek, kolalı yaka, kolalı ve altın düğmeli kolluklar vardı. Bir Diyarbakır çıbanıyla tırmalanmış yüzü esmer ve çetindi. Kaşları simsiyah ve çatıkçaydı. Gözleri simsiyah ve parıl parıldı. Sakalı simsiyah ve vahşiydi. Karşısında mutlaka ürkek bir saygı duyardınız… Konuşurken, gülerken, ön dişleri bıyıklarının siyah çalısı arasında parlayınca, yırtıcı bir kaplan oluyordu o!” şeklinde dile getiren Ortaç, birkaç paragraf sonra beni böyle bir yazıyı yazmaya ikna edecek şu cümlelere yer verir:

“Saltanatlı bir üslûbu vardır: Yaldızlar, nişanlar içinde… Gök gürler gibi konuşur, kılıç şakırdar gibi yazardı.”[5]

Bu tasarruftaki “saltanatlı” ifadesi görkemli, gösterişli, abartılı, heyecanlı, ulaşılması kolay olmayan gibi anlamlara geliyordu. Bir müddet düşündüm, anlam ve söyleyiş olarak bu ibarenin yerine kullanılabilecek bir başka kelime bulamadım. Sonra aklıma Ahmet Mithat’ın Müşahedat’ının ilk cümlesi geldi: “Mâlûm a, bu muharrir-i âciz Beykozlu’dur. Yaz kış, akşam sabah Beykoz’dan İstanbul’a gelir gider.”[6]Bir hocamız anlatmıştı. Hoca, bu romanı sadeleştirerek yayımlamak ister, ama daha ilk cümlede “muharrir-i âciz” ifadesine takılır ve bir türlü bu tamlamaya karşılık bulamaz, iki yüzden fazla eser veren “hâce-i evvel”e günümüzün bazı araştırmacılarının yaptığı gibi “âciz yazar” diyemez, bu sevdadan vazgeçer. Benzer bir duyguydu yaşadığım. 

1960’lı yıllarda yayımlanmış bir yazıda, bugün için tedavülden kalktığı söylenebilecek, “saltanatlı bir üslûp” ifadesi kullanılıyordu. İç dünyamda bu ifadeye karşılık aramaktan vazgeçmedim. Başlangıçta “olabilir” diye düşündüklerim, Hâşim’in nitelemesiyle “kelimeler serdarı” Süleyman Nazif’i ifade etmede, bir yönleriyle gözüme mâlûl görünüyorlardı. Yazıdaki “saltanat”a dokunmak ibaredeki büyüyü bozuyordu. Bu, Türkçenin, nüansların saltanatıydı çünkü. Sonra; 

Saltanat dedikleri ancak cihân kavgâsıdur 

Olmaya baht u saâdet dünyede vahdet gibi[7](Saltanat dedikleri ancak dünya kavgasından ibarettir. Dünyada birlik, Allah’a yakınlık gibi baht ve mutluluk yoktur.) diyen Muhibbî’ye kulak verdim. Cumhuriyet’e çok şey borçlu bir akademisyen olarak şunu söyleyebilirdim ki “saltanat” bahsi siyasî anlamda devrini tamamlamıştı fakat bu kelimenin tarihsel arka planı tamamen silinmemişti, mecaz ve yan anlamları yaşıyordu. Mehmet Akif ve Yahya Kemal gibi yazarlar şiirlerinde bu kelimeyi kullanmaya devam ediyorlardı. Ayrıca Rıfat Ilgaz oğluna, “Saltanat” başlıklı bir şiir yazmıştı. Şair bu şiirde, Cahit Sıtkı’ya gönderme yaparak, ironik bir dille de olsa, kendi bireysel saltanatını (tacını/tahtını) varisine/oğluna devrettiğini umum halka/okuyucuya duyuruyordu.

“Saltanat” kelimesinin büyülü dünyasına beni çağıran, peşimi bırakmayan üç beş imge, üç beş mısra, üç beş beyitten biri Ahmet Muhip Dıranas’ın, İspanyolca “unutuş” anlamına gelen, “Olvido”sunda geçer: 

Hoyrattır bu akşamüstülerdaima. 

Gün saltanatıyla gitti mi bir defa

(Yalnızlığımızla doldurup her yeri

Bir renk çığlığı içinde bahçemizden,

Bir el çıkarmaya başlar bohçamızdan

Lavanta çiçeği kokan kederleri;

Hoyrattır bu akşamüstüler daima.)[8]

Hatta beyit de değil, yukarıdaki bölümün ikinci mısraındaki bir kelime gözüme aydınlık, gönlüme içli ve munis görünür. Önündeki ve ardındaki kelimeleri kanatlandıran oymuş gibi gelir bana. Mahcup bir sözcüktür bu, zamana yenik düşmüş, yargılanmış, mahkûm edilmiş, ama bir türlü cezasını tamamlayamamış. Böylesine soylu hatıralara yaslanan bir şiirin daha ikinci mısraında kendisine yer bulmasına şaşırmış gibidir. Birinci/literal anlamından uzaklara savrulmuştur. Her şeyiyle geçmişe aittir, daha kötüsü, geleceğe söyleyecek fazla bir sözü de yoktur. Estetik bir amaç ve nüansla şiir denen yapıda/kurguda kendisine yer bularak varlığını geleceğe taşıyabilirdi, olsa olsa. O da olmuştu.

Konuşan, Cumhuriyet sonrası modern şiirin kurucu/yetkin şairlerinden Dıranas’tı.Bir kelimenin bile yok oluşuna gönlünün razı olmadığını yine şiirin iç sesiyle duyurarak, hem de altıncı sıradan bu sözcüğü dizelerine misafir ediyordu. Kelime öylesine bir ses, hayal ve anlam organizasyonunun içine düşüyordu ki, ince/küçük bir dokunuş onu kanatlandırıyordu, hem de dikkatle bakmayanların göremeyecekleri bir ipeksilikle. 

Önce, zihnimdeki büyük resmi açayım: Güneşi, metaforik anlamda, güzellikler tahtına çıkmaya aday bir şehzade yüzü (bir insan) olarak düşünmüşümdür hep ilk iki mısrada. Doğuşla birlikte aydınlanmaya başlayan bu yüz, en parlak zamanını öğle vaktinde/tahta çıktığında/olgunlaştığında yaşar. Taht; vuslat, aydınlık, nümayiş, debdebe, ihtişam, gözlerin kamaşması, nihayette murada ermek olarak da düşünülebilir. Ama uzun sürmez bu kamaşma, perde perde solmaya başlar ışık, can sıkmaya-sıradanlaşmaya başlar ışıltılı günler. İnsan gibi saltanatın da günleri sayılıdır. Güneş batar, ışık söner, saltanat biter, insan ölür ama hayat devam eder. Her bitiş yeni doğuşlara kapı aralar, her doğuş yeni taht-baht hayallerine. (“Sanki tek bir anda gün, saat, mevsim.” veya “Şems-i asr idi asrda şemsin/Zıllı memdûd olur zamanı kasîr.”)

Sıra ayrıntılarda. Halay başını “hoyrat” kelimesi çeker. İçinde sertlik, haşinlik barındıran bu ifade metne yönelen nazarları önce şaşırtır, sonra sarsar. Şiirsel atmosferi oluşturmak adına şairlerin en çok tercih ettiği zamanlar; güneşin batışı/akşam (“Bir Günün Sonunda Arzu”, Hâşim) ile güneşin doğuşu/seher vaktidir (“Hilâl-i Seher”, Ekrem). Dıranas, bunlardan ilkini tercih eder. Akşamüstü, bir şeylerin bitmesine, yitmesine, farklılaşmasına gönderme yaptığı gibi, süreklilik içeren bir hoyratlığı da bünyesinde barındırır.

Akşamüstlerini hoyrat yapan nedir? Şiirin tamamına bakıldığında bu soruya makul bir cevap bulunabilir, ama niyetimiz böylesine çetin bir metni teşrîh masasına yatırmak değil. Cevaplardan biri şiirin iktibas ettiğimiz bölümünün ilk iki mısraında mündemiç: “Işık, anı ve yaşanmışlıklarla yüklü bir gün(nün) saltanatının bütün ikbal-zeval, güzellik-zorluk, iniş-çıkış, keder ve saadetleriyle gitmeye yüz tutup yalnızlıklara kapı aralaması…” 

Yıllardır içimde büyüyen ve bir türlü beni ikna eden bir karşılığa/sonuca ulaşmayan ifade tam da şurası; “gün saltanatıyla gitti mi bir defa”… Bütün ihtişamıyla, büyüleyiciliğiyle, taht kavgalarıyla, tatlı ve acı meyveleriyle saltanata benzeyen bir günün son bulması. (“Muradiye, sabrın acı meyvesi”, niçin?) Türk edebiyatının hem bireysel hem tarihsel açıdan, en çarpıcı, çağrışım gücü en yüksek benzetmelerinden biri ile karşı karşıyayız. “Gönlümün doğurduğu, büyüttüğü, emzirdiği, kuş tüyünden ve kuş sütünden geceler ve gündüzlerde kelime kelime yükselttiği”bir benzetme, bir mecaz, bir metafor bu.

Bu dokudaki anahtar sözcüklerden biri de “gün” olmalı, çünkü saltanatın üzerinde yol aldığı zemin onun üzerine inşa edilmiş. Aydınlık bir kelime bu. (“Yeter ki gün eksilmesin penceremden.”) Eskitildiği hâlde çağrışımlarından bir şey kaybetmeyen bahtlı kelimelerden. 

“Gün” burada, güneşin ışıklarıyla dünyayı aydınlattığı “gündüz” anlamında daha çok. Bitmedi, “gün” kelimesinin bir de “güneş” anlamı var. Mecazî anlamda, “güzel, mutlu geçen zaman”, “saadet” anlamına da geliyor. (“Asker yolu beklerim/Günü güne eklerim.”) Ya gün görmüş deyimler; “günü ağartmak”, “gün almak”, “gün bugün/dür”, “gün gibi açık/âşikâr/ortada olmak”, “gün görmek/görmemek”, “gün ışığına çıkmak”, “gün koymak”, “gün ola harman ola”, “gün vermek”, “gün yüzlü”, “günü geçmek”, “günü gününe uymamak”, “günü yetmek”, “gününü gün etmek” şeklinde uzar gider “gün(ün) saltanatı.”[9]

“Gün” kelimesini “saltanat”la kavuşturduk mu, üzerinde düşünmeye-konuşmaya değer bir imge çıkar ortaya. Işık ve gölge oyunlarıyla “güneş” karşılığını gerçek anlamıyla birlikte düşündüğümüzde, doğuşla başlatılabilecek bu yolculuk yavaş yavaş zirveye ulaşır. Yolculuğun biricik hedefi olan zirve en az kalınan en hızlı geçilen yerlerdendir aynı zamanda. Sonrasında iniş başlar, ikindi vaktinde günün/güneşin gölgesi dünyayı tutar belki, ama az vakit kalmıştır akşama, akşama yani zevale. Gittikçe mecaz anlama doğru kaymaya başlar şiirdeki imge, ışık şöleninden kızıl aydınlığa/karanlığa. Hangisi kastedilmiş olursa olsun, yirmi dört saatlik zaman da olsa, doğuşla batış arasındaki yarım günlük kısım da olsa, oldukça kısa bir süredir bu. Bu süreye, bütün bunların muhatabı olan insan gözüyle bakıldığında, göz açıp kapayana kadar olup biter her şey. Burada akla gelen kavram “kısalık”tır. (Belki de “yekpâre geniş bir an.”) Bu “kısalık” gençliği, “güzel, mutlu günleri” çağrıştırır. (“Suda sabun gibi eriyor zaman.”) Biraz duralım: Yetmiş senelik ömür, yetmiş tane üç yüz altmış beş günden oluşan bir saltanat mıdır, yoksa uzun sayılabilecek bu yetmiş sene göz açıp kapayana kadar elimizden uçup giden bir an (gibi) mıdır, bir gün (gibi) müdür? (“Ömür bir gündür, o gün bugündür.” veya “Günler gelip geçmektedir, kuşlar gibi uçmaktadır.”)

“Kısalık” ve “geçicilikten” sonra bu sefer “nostalji” veya başka bir ifadeyle “hatıralar kervanı” peşimize takılıyor. “Hatıraların bu uyanma vaktinde” veya günün akşama dönmeye başladığı bu kızıllıkta insana kala kala, geçmişteki güzel günleri, dilden tuğlalarla yeniden örmek, canlandırmak kalıyor. Geçmişi bugüne taşıma çalışmaları, insanın trajedisiyle son buluyor. Ve bir gün “o meşum şafak söküyor”, şairin de dediği gibi, o saltanatın yerinde yeller esmeye başlıyor:

Seyretti havâ üzre denir taht-ı Süleyman

Ol saltanatın yeller eser şimdi yerinde[10]

Hazret-i Süleyman gelmiş geçmiş insanların en kudretlisi ve zenginiydi. Allah’ın bir ihsanı olarak bütün varlıklara (kurda, kuşa, karıncaya, havaya, ateşe, suya…) hükmedebiliyordu. Bu kudretin/ihtişamın bir göstergesi olarak uçan bir tahta sahipti. Dünyanın geçiciliğine, aldatıcılığına bakın ki o saltanatın yerinde şimdi yeller esiyor.Ve insana kala kala bundan ibret almak kalıyor.

Not: Bu yazı, Türk Edebiyatıdergisinin Şubat (2020) sayısında yayımlanmıştır.

———————————-

[1]Yahya Kemal, “Şiir Okumaya Dâir”, Edebiyâta Dâir, İstanbul Fetih Cemiyeti Yayınları, İstanbul 1984, 9.

[2]Ahmet Haşim, “Şiir Hakkında Bazı Mülahazalar”, Bütün Şiirleri -Piyale, Göl Saatleri, Diğer Şiirleri-, Haz. İnci Enginün-Zeynep Kerman, Dergâh Yayınları, İstanbul 1999, s. 73.

[3]Berna Moran, “Şiirde Yazınsallık”,Edebiyat Kuramları ve Eleştiri, İletişim Yayınları, İstanbul 2017, s. 178-179.

[4]Berna Moran, “Yeni Eleştiri”, Edebiyat Kuramları ve Eleştiri, İletişim Yayınları, İstanbul 2017, s. 209-213.

[5]Yusuf Ziya Ortaç, “Süleyman Nazif”, Bir Varmış Bir Yokmuş Portreler, Akbaba Yayınevi, İstanbul 1963, s. 48.

[6]Ahmet Mithat Efendi, Müşahedat, Haz. Osman Gündüz, Akçağ Yayınları, Ankara 1997, s. 7.

[7]Coşkun Ak, “Sultan I. Süleyman (Kanunî) ‘Muhib’, ‘Muhibbî’, ‘Meftunî’”, Şair Padişahlar, KBY, Ankara 2001, s. 173.

[8]Ahmet Muhip Dıranas, “Olvido”, Şiirler, KBY, Ankara 1990, s. 65-66.

[9]Bütün kelime özetleri için bkz. (İlhan Ayverdi, Kubbealtı Lugatı Misalli Büyük Türkçe Sözlük, Bilnet Matbaacılık, İstanbul 2011, 1411 s.)

[10]Ziya Paşa, “Terkibibent”, Ziya Paşa’nın Şiirleri, Buluş Yayınevi, Ankara 1959, s. 46.

Yazar
Muharrem DAYANÇ

Muharrem Dayanç, Sakarya, Geyve, Karaçam Köyü’nde doğdu. İlkokul, ortaokul ve liseyi Adapazarı’nda tamamladıktan sonra, 1990 yılında, İstanbul Üniversitesi, Edebiyat Fakültesi, Türk Dili ve Edebiyatı Bölümünü bitirdi. Daha sonr... devamı

Bu websitesinde farkı kaynaklardan derlenen içerikler yayınlanmakta olup tüm hakları sahiplerinindir. Sitedeki içerikler atıf gösterilerek kaynak olarak kullanlabilir. Yazıların yasal sorumluluğu yazara aittir. Tüm Hakları Saklıdır. Kırmızlar® 2010 - 2024

medyagen