“Türkçenin Kapısı”: Bizim Yûnus

XIII. asrın ortaları ile XIV. asrın başlarında yaşadığı tahmin edilen, ilk Türkçe Dîvân’ı tertip edip Risâletü’n-nushiyye adında bir de Türkçe mesnevî kaleme alan Yûnus Emre, hem Türk tasavvuf hem de Türk edebiyatı tarihinde müstesna bir yere ve konuma sahiptir. O, Türkün yaşadığı hemen her coğrafyada ve mekânda en çok sevilen, beğenilen, takdir edilen; cönklerin ve şiir mecmualarının olmazsa olmazı olan şiirleriyle okunan, okutulan, hafızalarda yer edinen ve nesilden nesile aktarılan şairlerin başında gelmektedir. Dönemini aşarak nevi şahsına münhasır bir şekilde oluşturduğu şiir geleneğiyle kendi “mekteb”ini kurmuş ve birçok muakkip edinmeyi başarmış; büyük, yetkin ve orijinal bir şairdir. Geçmişte olduğu gibi günümüzde de onun mektebinin takipçisi olup onun “ne hoş dediği” şiirlerine benzer şiirler yazmaya çalışanlar bulunmaktadır. Pek çok kişiye ilham kaynağı olan şiirleri, bugün hâlâ yazıldığı dönemdeki hem canlılık ve samimiliği korumakta hem aynı hâletiruhiye ile okunup büyük zevk alınmakta hem de büyük bir vecd ve huşu içinde dinlenmektedir. Yûnus, bu dünyaya hoş bir seda bıraktığı andan itibaren Türk milleti, şiiri ve şairini etkisi altına almayı başarmış yegâne şairlerimizden bir tanesidir. 

Köyünde çifti ve sabanıyla iştigal ederken “çiğ” olan Yûnus Emre, Tapduk Emre’nin tapusuna kul olduktan sonra onun terbiyesiyle “pişmiş”tir. O, Türklerin manevî mürşidi olarak kabul edilen Pîr-i Türkistân Hoca Ahmed-i Yesevî’nin Türkistân’da yaktığı irfan meş’alesini, ondan aldığı feyizle Anadolu’ya taşımış, taşıdığı bu meş’ale, izinden gidenler vesilesiyle başta Anadolu olmak üzere Türklerin yaşadığı bütün coğrafyayı aydınlatmıştır. Böylece Türk kültür değerlerinin oralarda kökleşerek kalıcı olmasını sağlamıştır. Etrafa yaymış olduğu nurla, karanlık gönülleri tenvir kılmış, ölü dillere yeniden hayat vermiş, “çiğ” insanları pişirerek ekmel noktasına taşıyıp “insân-ı kâmil” hüviyetine büründürmüştür. Türk milletini, gerçek sevgili olan Yaratıcısına kavuşturmayı kendisine en önemli düstur edinmiş ve bunun mücadelesini büyük bir iştiyakla vermiştir. Bir taraftan halkın saf ve temiz İslam anlayışını en iyi şekilde temsil etmiş, diğer taraftan da İbn Arabî, Mevlânâ Celâleddîn-i Rûmî ve Ahmed-i Yesevî’nin sahip oldukları irfanî düşünce geleneğini, kendi beceri ve yeteneğiyle mezcedip kendi bünyesinde birleştirerek oluşturduğu anlayışla bu geleneği hem en üst düzeye çıkarma başarısı göstermiş hem de bu anlayışın halkla buluşmasını sağlamıştır. Anadolu’da oluşan tasavvuf geleneğinin en önemli temsilcisi ve aktarıcısı olan Yûnus Emre; halkın duygu, düşünce ve isteklerine tercüman olmuş, onları en veciz ve güzel şekilde dile getirmiştir.

 Anadolu’yu köy köy, şehir şehir gezerek Türk milletine İslâm’ın düstur ve prensiplerini, ahlak anlayışı ve ruh disiplinini aşılamaya çalışmış, tasavvufun vecd ve coşkusunu onlarla buluşturup onlara tattırmaya gayret etmiştir. Böylece Moğolların gerçekleştirdikleri katliam ve yaptıkları zulüm neticesinde kavrulup yanan yürekleri de verdiği moralle ferahlatıp teskin etmiştir. 

Yûnus, yaratılanı Yaradan’dan dolayı sevmiş, yetmiş iki millete aynı nazarla bakmış, onları terbiye edip yetiştirmeyi, eğitip aydınlatmayı şiar edinmiştir. Nefis mücadelesine büyük önem vermiş, bizzat yaşam tarzına yansıttığı nefis tezkiyesinin nasıl gerçekleştirilebileceğini de bütün yönleriyle açıklamıştır.Bütün davası “sevi/sevgi” olan Yûnus Emre, “Çalabun tahtı”, “Hakın turakı” ve sevginin merkezi olan gönlü esas almış, onu bütün illetlerden arındırıp hasletlerle donatarak yaratıldığı andaki gibi saf hâle getirip abat kılmaya gayret göstermiştir. Bunun da ancak Allah’ın “kadim pertevinden/ezelî ışığından” olduğunu belirttiği akıl yardımıyla gerçekleştirilebileceğine dikkat çekmiştir. Allah’ın Kur’ân-ı Kerîm’de zikrettiği emir ve nehiyleri, Hz. Peygamber’in hadîs-i şerîflerinde dile getirdiği hususları ve İslâm’ın önemli prensiplerini, halkla buluşturmayı amaç edinmiştir. Bunu yaparken şiirlerinde kullandığı birçok âyet-i kerime ve hadis-i şerifleri lafzen değil Türkçe çevirileriyle vermiş; dinî kavramları ise Türkçeleştirmiştir.   

Yûnus Emre’nin şiirleri, Türklerin, İslâmiyet’ten önce, üst dil diyebileceğimiz “edebî dil” hüviyetine büründürdükleri Türkçeyle oluşturdukları edebî geleneğe dayanmaktadır. Ancak O, İslâmiyet’ten önceki edebî gelenekle sonraki dönemlerde oluşturulup geliştirilen ve kendi rengimiz, kokumuz, sesimiz ve kimliğimizin yansıtıldığı şiir tarzımızı mezcederek kendine has yeni bir eda ve üslupta şiir geleneğini oluşturmuştur. Bunu yaparken de zekâ gücü ve kıvraklığı ile dili kullanmaktaki üstün yeteneği ve başarısını şiirlerine en üst düzeyde yansıtarak kendisiyle özdeşleşen yeni bir nazım dili kurmuştur. Hatta Kâşgarlı Mahmûd’un Dîvânü Lügati’t-Türk’te, Türk dilleri içerisinde en “yeğni” olarak nitelendirdiği Oğuz Türkçesine, Anadolu’da hoş ve zarif bir şiir dili olma özelliği kazandırmıştır. Nitekim Evhadüddîn-i Kirmânî ve Mevlânâ Celâlüddîn-i Rûmî’nin ancak mülemma manzumelerinde yer bulabilen Türkçe, Sultan Veled’de bütün bir gazele yansırken, Yûnus Emre’dedivanın tamamına yayılmış ve müstakil bir mesnevînin yazıldığı dil olmuştur. Yûnus Emre’nin bilinçli ve şuurlu bir şekilde vermiş olduğu bu destekle Oğuz Türkçesinin, “edebî dil” olma vasfı tescillenmiştir. İsmâîl Hakkı-i Bursevî, Türkçeyi hem millî sesi ve dehasıyla buluşturan hem de “millî ve edebî bir dil” hâline dönüştüren Yûnus Emre’yi “hâtem-i lisân-ı Türk/Türk dilinin mührü” olarak nitelendirmiştir.

Ahmet Hamdi Tanpınar’ın ifadesiyle Yûnus Emre aslında; “Yaptığını bilen ve bunu bildiği, böyle istediği için yapan şairdir. Tek kelimeyle şairdir.” Benimseyip özümsediği Türkçeyi çok başarılı ve iyi şekilde kullanan Yûnus Emre, dil bakımından çok zengin bir birikime ve kelime dağarcığına sahip olduğu için, en derin duygu ve düşüncelerini samimi bir üslup ve rahatlıkla ifade edebilmiştir. O, Hacı Bektaş’a gittiğinde, önce halkın konuştuğu kelimeleri, halkın yüklediği anlamlarla kullanırken, orada “buğday”a talip olup nasibini kaybetmiş; akabinde Tabduk Emre dergâhına gidip kaybettiğini kazanmak için, bu sefer  “himmet”e talip olmuştur. Talip olduğu bu “himmet” vesilesiyle geçirmiş olduğu manevî merhaleler neticesinde ise, o kelimelere yeni bir ruh ve can verme hüviyetine kavuşmuş; kullandığı kelimelere yeni ve farklı anlamlar yüklemiştir. Onun ulaşmış olduğu bu manevî merhale doğrudan gönlüne oradan da diline yansımıştır. Böylece onun dilinde “metaforlaşma” önemli bir unsur olarak kendini göstermiştir. Bunu sağlayan en önemli etken, hiç şüphesiz içerisinde bulunduğu ve hemhal olduğu tasavvuf düşüncesi ile onun kendisine vermiş olduğu coşku ve vecd olmuştur. Hatta Yûnus, umman mesabesinde olan bu tasavvuf düşüncesini basit ve derin tek bir mısra ile ifade edebilme gücü ve yetkinliğini bile göstermiştir. Bu da, onun kullandığı kelimelere, söylemeyi isteyip de söyleyemediği anlamları gizleme imkânı vermiştir.  

Diğer taraftan Yûnus Emre, izinden gittiği Ahmed-i Yesevî’nin Türkistân’da İslâm’ın ve tasavvufun en karmaşık ve zor meselelerini, halkın anlayabileceği bir dille ve algılayabileceği bir seviyede ifade etme başarısını, onun usta bir manevî öğrencisi olarak Anadolu’da göstermiştir. Nitekim O, özellikle tasavvufî şiirlerde çokça kullanılan, Fars ve Arap asıllı şairler tarafından oluşturulup Türk asıllı şairlerin de gelişmesine katkıda bulunduğu, Arapça ve Farsça kelime ve kavramları Türkçeleştirerek “Türk Tasavvuf lügatini” inşa etmiştir. Hiç şüphesiz Yûnus Emre’nin gösterdiği bu kabiliyet, aynı zamanda Türkçenin sahip olduğu ve bünyesinde barındırdığı kabiliyettir. Türk ruhunun, inancının, hissiyatının, anlayışının, duyarlılığının ve düşüncesinin yansıtıldığı şiirlerinde görülen sadelik, basitlik, tabiîlik ve samimilik, tıpkı Ahmed-i Yesevî gibi Yûnus’un da kendi cemiyetini ne kadar derinden tanıdığını göstermektedir. Bir tasavvuf erbabının kendi kültürüne nüfuzu, cemiyet hayatındaki birliğin, beraberliğin ve en önemlisi millî ve yerli olmanın da şartıdır. Nitekim Yûnus Emre, Ahmed-i Yesevî’nin tesis ettiği Türk tasavvuf geleneğinin önemli bir temsilcisidir. Başta hoşgörü olmak üzere, insan aklının ve duygusunun özünü dile getiren bu yorum, günümüz Türklerinin kayıp mirasıdır. Millî birliğimizin ve beraberliğimizin temini, geleceğe güvenle bakmamızın yolu bu kayıp mirası yeniden keşfedip onunla kucaklaşmakta gizlidir. 

Yûnus Emre, vatan edinilen Anadolu topraklarından yükselen bütün iyiliklerin, güzelliklerin, hoşlukların, acıların, ıstırapların, üzüntülerin, heyecanların ruh, renk, koku ve seslerini Türk halkının diliyle ve konuşma üslûbuyla birleştirmiş; ifade etmiş ve Türkçeye görülmedik bir ahenk, ses ve şiiriyet, içinde bulunduğu irfanî neşveyle de Türk şiirine kalıcı bir lirizm kazandırmıştır. Yûnus Emre,vahdet-i vücud gibi anlaşılması ve algılanması zor ve girift konuları ifade ederken bile, Türkçeyi öylesine rahat ve ustaca kullanmıştır ki, o sisli perdeleri aralayıp anlaşılır bir tarzda Türkçeyi halkla buluşturmayı başarmıştır. Bir önceki kuşaktan İbn Arabî’nin Arapça, Mevlânâ’nın Farsçayla dillendirdiğini, o Türkçeyle hiç zorlanmadan rahat ve mükemmel bir şekilde ifade etmiştir. Yûnus Emre, özellikle bu hüviyetiyle Anadolu’da vücut bulan klasik şiirimizin hem kelime hazinesinin oluşumu ile bu kelimelere yeni anlamların yüklenmesinde hem de muhteva ve anlam dünyası yönünden oluşum evresinde önemli bir yere ve konuma sahip olmuştur.

Yûnus Emre’nin sade ve külfetsiz olan şiir dilinin, ekseriyetle Anadolu halkının o dönemlerde kullandığı kelimelerden oluşması dikkat çekmektedir. Nitekim İ. Hulusi Güngör’ün yaptığı araştırmaya göre Yûnus Emre’nin Dîvân’ında kullandığı 20.275 kelimenin 12.926 tanesi Türkçedir. Bu araştırma, Peyami Safa’nın değerlendirmesiyle “geçmişin, gelenin ve geleceğin” şairi olan Yûnus’un, söz konusu kelimeleri, bizzat halkın yaşam alanlarından ve çevrelerinden seçtiğini; şiirlerinde görüldüğü üzere deyim ve atasözlerini de ihmal etmediğini ortaya koymuştur. Bu tavrın gösterilmesindeki en önemli etkenlerden biri hiç şüphesiz okuma yazma bilmeyen müslüman Türklerin inanç ve iman dünyasını inşa etme endişesidir. Bu da onun, içerisinden çıktığı Anadolu halkını esas aldığını, halk adamı olduğunu, halkla hemhal olmaya gayret gösterdiğini ve halka ulaşmaya çalıştığını göstermektedir. Ancak şunu belirtelim ki, Yûnus Emre’nin rahat ve ustaca kullandığı, söylenmesi çok kolay ve basit olarak algılanan, Türkçe pek çok beyti ve mısraı birer “sehl-i mümteni” örneği olan şiirlerinin, anlaşılması zor olup açıklanmaya ve tahlil edilmeye ihtiyacı vardır. Hele günümüz insanı için bu bir zorunluluk hâline gelmiştir.

Kendisinden önce Ahmed-i Yesevî, sonra Alî Şîr Nevâî, Türkistân’da yazmış oldukları Türkçe şiirlerle, bir taraftan Türk dilinin gelişmesi ve edebî bir dil olmasına büyük katkı sağlamışlar, diğer taraftan Türk milletinin gönlünü fethedip sevgisini kazanarak onları birleştirip tek millet hâline getirmişlerdir. İşte Yûnus Emre, yazdığı Türkçe şiirlerle aynı hüviyeti Anadolu’da gerçekleştiren çağını aşmış eşsiz bir sanatkârdır.

Şeyhi Tabduk Emre’nin dergâhına eğri bir odunu bile uygun görmeyen ve doğruluğu şiar edinen Yûnus, sahip olduğu bütün bu özellikleriyle de diğer Yûnuslardan ayrılarak “Bizim Yûnus” olma hüviyetini kazanmıştır. Ahmet Hamdi Tanpınar’ın tespitleriyle deBizim Yûnus; “Türkçenin kapısıdır”.

Prof. Dr. Ahmet KARTAL

Yüksek Öğretim Dergisi, sy. 20, 2021, s. 24-27.

Yazar
Ahmet KARTAL

Prof.Dr. Ahmet KARTAL, Eskişehir Osmangazi Üniversitesi Fen Edebiyat Fakültesi Türk Dili ve Edebiyatı Bölümü öğretim üyesidir.

Bu websitesinde farkı kaynaklardan derlenen içerikler yayınlanmakta olup tüm hakları sahiplerinindir. Sitedeki içerikler atıf gösterilerek kaynak olarak kullanlabilir. Yazıların yasal sorumluluğu yazara aittir. Tüm Hakları Saklıdır. Kırmızlar® 2010 - 2024

medyagen