Felsefenin İşlevi ve Din: Doç.Dr. Hasan Aydın ile Röportaj

Felsefenin işlevi ve din üzerine Doç.Dr. Hasan Aydın ile Sayın İkram Çınar’ın söyleşisi…

 

 

 

Bu röportajda Türkiye’nin düşünce evreninin istenmesine rağmen genellikle kapalı tutulan penceresinden, felsefeden, felsefeye bakmak istedik. Görüştüğüm kişi çağı kavrayışı, ayrıntıları fark etmedeki yeteneği, bilimsel yaklaşımı, birikimi ve üretkenliğiyle Türkiye’nin düşünsel geleceğinde önemli bir paya sahip olacağına inandığım OMÜ İlahiyat Fakültesinden felsefeci-ilahiyatçı Dr. Hasan Aydın’dır. Dr. Aydın’ı kitap ve makalelerinden tanıyor ve yıllardır ilgiyle izliyorum. Çok kısa bir özgeçmişini yazının sonunda bulacaksınız.[1] Henüz karşılaşamadık ama beni kırmadı ve sosyal medya üzerinden yazışarak bu görüşmeyi ortaya çıkardık. Onunla felsefe ve felsefi sorunlarımızın bir kısmı üzerine konuştuk, daha doğrusu benim sorularıma cevap verme nezaketi gösterdi. Okuyunca göreceğiniz gibi, ülkemizin hatta genişleterek, İslam dünyasının birçok sorununun altında aslında felsefi-düşünsel sorunlarımızın olduğunu görecek, dahası bu sorunların yüzlerce yıllık olduğunu, adeta çözülemesin diye kilitlenmiş olduğunu düşüneceksiniz. İlgiyle okuyacağınıza inanıyorum.

İ.Ç.: Felsefe nedir?

H.A.: “Felsefe nedir?” sorusu, bir çırpıda yanıtlanamayacak kadar köklü bir felsefi sorundur. Ancak kimilerinin savladığı gibi yanıtlanmaz bir soru da değildir. En azından, etimolojik çözümlemelerden, felsefe tarihinden ve bireysel algılarımızdan, yani felsefe yapış tarzımızdan yola çıkılarak bir şeyler söylenebilir diye düşünüyorum. Etimolojik olarak baktığımızda, felsefe, Grekçede philia ve sophia sözcüklerinin birleşiminden türetilmiştir. Philia, sevmek anlamına gelmektedir, ancak, buradaki sevmek, eros (cinsel sevgi) ve agape (tanrısal sevgi) gibi sevgi için kullanılan diğer sözcüklerden farklıdır.  Philia insanları sevmeyi, dostları, arkadaşları ve sevilen şeyleri takdir etmeyi ifade ettiği gibi, köpek, şarap, beden eğitimi, bıldırcın vb. sevmek ve yüksek değeri olan kavram, idea ve düşüncelere yönelik bağlılığı ifade etmek için de kullanılır.  Sözgelimi, bilgeliğe ve bilgiye olan bağlılığa gönderme yapması buna güçlü bir örnek oluşturur. Nitekim Eski Yunan felsefi yazınında, philosophia (φιλοσοφία) bilgeliği sevmek; philosophos (Φιλοσόφους), bilgelik sever, philosophein (φιλοσοφειν), felsefe yapmak olarak güçlü bir biçimde ifade bulur. Bu sözcüklere, Hadot’un saptamasıyla, MÖ. 5. yüzyılda rastlanır.  Philosophia’da durum bu biçimde olsa da, philia ön ekli sözcükler, oldukça gerilere gider; sözgelimi Plutarkhos’a bakılırsa, MÖ. 9. yüzyılda yaşamış Lykurgos için phlospartan (Spartalıları seven) ve philopolitas (kendi yurttaşlarını seven) nitelemeleri kullanılmaktadır ve Homeros’a ait metinlerde de philia önekli sözcüklere rastlanır. Bu türden sözcükler, yaşam sevgisini, yaşam hazzını, yaşam nedenini, kendini şu ya da bu etkinliğe adayarak bulan kişinin konumunu belirlemek için de kullanılır. Örneğin, philoposasia, içkiye duyulan ilgi ve sevgiyi, içkiden alına hazzı belirtir, philotimia onur kazanmaya duyulan ilgi ve sevgiyi, philosophia da, bilgeliğe duyulan ilgi ve sevgiyi ifade eder.  Anlaşıldığı kadarıyla bilgeliğe duyulan sevgi anlamında sözcüğü ilk kullanan kişi Pythagoras’tır.  Aristoteles, Pythagorascılarca sözcüğe yüklenen dinsel ve ahlaksal anlamı bir parça öteleyerek, onu nedenleri araştıran entelektüel bir disiplin olarak epistemeyle ilişkilendirmiş ve philosophos’un başlangıçtaki bir güçlükten (aporia), çatışan argümanlardan dolayı deneyimlenen bir sıkıntıdan doğduğunu belirterek temeline doğup büyüyen bir hayret ve merak (thauma) duygusunu yerleştirmiştir. O, philosophia kavramlaştırmasına koşut olarak bir kelime oyunu yaparak, philomythos kavramsallaştırmasına da yer verir. Onca, philomythos olan doğal olarak philosophos’tur. Akıl yürütmesi şöyledir: Efsane (mythos), hayranlık verici olaylarla doludur; hayran olan bilgisiz olduğunu bilir; bilgisiz olduğuna inanan bilimi arzular; o halde, efsaneyi seven (philomythos), felsefeyi de sever (philosophos).  Sophia ise, kök itibarıyla herhangi bir zanaattaki akıllığı, becerikliliği ve bilgeliği ifade eder. Grek felsefe literatürüne bakıldığında, pratik yaşam karşısında, içgörü, yargılama yetisi ve pratik beceri için kullanıldığı gibi, yaşamın ve bütün olarak varlığın kuramsal bilgisi için de kullanıldığı gözlenir. Şu halde philosophia, Antik Yunancada, teorik ve pratik bilgeliği sevmek, ona düşkün ve bağlı olmak anlamına geldiği söylenebilir. Burada teorik ve pratik bilgeliğin yanyana anılması oldukça anlamlıdır; çünkü philosophia’da salt teorik bilgelik yetmemekte, ona bağlı olarak eylem de gerekli olmaktadır. Ayrıca teorik ve pratik bilgeliği sevmek, ona düşkün olmak,  Yunancada sevginin genelde endeia olarak nitelendiği düşünülürse, daha da ilginç bir görünüme bürünmektedir. Endeia, insan doğasındaki bir eksikliğin, bir yoksunluğun ve bir gereksinimin giderilmeye çalışılması anlamına gelmektedir. Bu anlamda philosphia, olmuş bitmiş bir şeyi değil, sürekli arayış içerisinde, eksikliği giderme çabasını ifade eder. Kuşkusuz, philosophia sözcüğünün etimolojisi, felsefe hakkında bir sezgi oluşturabilir ancak, felsefenin neliği sorunsalı hala ortada kalır. Felsefeye bilgelik sevgisi, bilgeliğe düşkünlük olarak tanımlamak, matematiği sayı ve şekiller bilimi olarak tanımlamaya benzer. Nasıl sayı ve şekiller bilimi demek matematiğin neliğini açıklamıyorsa, bilgelik sevgisi demek de felsefenin neliğini açıklamıyor.

O halde ikinci bir yol olarak, 2500 yıllık felsefe tarihine bakarak, onun neliğini ortaya koyabilir miyiz? Evet, bir yaklaşım olarak bu hiç de yabana atılamayacak bir faaliyettir. Felsefe tarihi açısında bakıldığında, Eski Yunandan günümüze felsefenin, varlık, bilgi ve değer sorunlarına,  dışdünya, düşünce ve dil ilişkileri bağlamında yaklaşan üst düzey bir etkinlik olduğu söylenebilir. Ancak felsefe tarihinde ilginç bir durumla karşı karşıya olduğumuzu belirtmemiz gerekir. Bu durum varlık, bilgi ve değere, dışdünya, düşünce ve dil ilişkileri bağlamında yaklaşan filozofların yaklaşım tarzlarında ortaya çıkar. Kimi filozoflar anılan sorunlara rasyonel ve çıkarımsal bir tarzda yaklaşırken –felsefe tarihinde bu daha yaygın bir yaklaşımdır-, kimisi anılan sorunlara yaklaşımın çıkarımsal olmayan, mistik ve içgörüsel bir tarzda olabileceğini savunur. Kimileri ise, felsefeyi, hiçbir şeyin kanıtlanmayacağı, temellendirilemeyeceğini gösteren bir etkinlik olarak görürler.

Felsefe tarihinin bize gösterdiği şey, felsefenin değil felsefelerin bulunduğudur. Bu felsefeler ise, temel aldıkları yaklaşımlara göre köklü farklılıklar gösterirler. Ancak burada dikkatimizi çeken önemli bir husus vardır; felsefeye ne denli farklı yaklaşımlar olursa olsun, yaklaşımların daima diyalektik içerisinde olduğudur. Bu da gösteriyor ki, felsefe doğası gereği, düşünce üzerinde eleştirel düşünmeyi gerekli kılan bir etkinliktir.

Felsefe nedir sorunsalına benim felsefeye yaklaşımımla bir yanıt verecek olursam, şunları söyleyebilirim. Felsefe, dışdünya (buna nesneler dünyası ve kültür dünyası dahildir), düşünce (özne) ve dil ilişkileri ile bu ilişkilerin doğurduğu sorunsallara, bu sorunsallar üzerine oluşturulmuş düşüncelere, ileri sürülmüş savlara rasyonel, rekfleksif, çözümsel, eleştirel ve diyalektik biçimde yaklaşmaktır. Bu yaklaşımların her birisi kanımca, temellendirme ve gerekçelendirmeyi zorunlu kılmaktadır.

İ.Ç. – Oldukça kapsamlı bir açıklama oldu, teşekkür ederim. Peki, felsefe gerekli bir bilgi türü müdür? Kime, neden gereklidir?

H.A.: Felsefe elbette gerekli bir bilgi türüdür; kanımca sadece filozoflara ve felsefe öğrencilerine değil, hemen herkese gereklidir. Çünkü diğer bilgi türlerinin, yani bilimsel, dinsel, sanatsal vb. insanın sorunlarına tüketircesine yanıt verebildiklerini sanmıyorum. Örneğin, yaşamın anlamı nedir, iyi nedir, güzel nedir, bilgi nedir, hakikat nedir gibi pek çok nedirli soru ile insan zihni gerçekliği olduğu gibi bilebilir mi, dil gerçekliği olduğu gibi yansıtır mı, x’e inanmak için ne türden gerekçelerim var, varlık, bilgi ve değere ilişkin görüşlerim tutarlı mı, oluşturduğum uslamlamanın temelleri neler, uslamlamamda mantıksal bir hata var mı, uslamlamada kavramları yerli yerinde kullanıyor muyum vb. sorulara, kanımca felsefeden başka yanıt verecek bir etkinlik bulunmamaktadır. Bu tür sorular, inançlarımıza, düşüncelerimize, refleksif ve eleştirel bakma olanağı sağladığı gibi, kavramsal dünyamızı ve farkındalıklarımızı zenginleştirir, hoşgörümüz artırır, dili kullanma becerimizi yetkinleştirir, farklılıkların farkında olmamızı sağlar ve demokratik tutumu içselleştirmemize zemin hazırlar. Bize kafasını omuzların üzerinde taşıyan birey olma, kişi olma, insan olma yolunu açar. Bu nedenle birey olma, kişi olma ve insan olma yolundaki herkes için felsefe kaçınılmazdır.

           

İ.Ç.- Felsefi akımları bilmek gerekir mi? Herkes bir felsefi akıma bağlı olmak zorunda mıdır?

H.A.: Felsefeyi kanımca felsefe tarihinden soyutlayarak ele almak oldukça güçtür. Bu nedenle, felsefeye yönelenlerin doğal olarak felsefe tarihinde çeşitli felsefi sorunlarla ilgili ileri sürülmüş savları, argümanları, bu savlar ekseninde oluşmuş akımları az ya da çok bilmeleri gerekir. Bu süreç, entelektüel zenginliği yakalamak, sorunlara farklı yaklaşımları görmek açısından da önemlidir. Fakat felsefe “izm”lere sadık kalınarak yapılabilecek bir etkinlik değildir. “İzm”ler sorunlara farklı yaklaşımları göstermesi açısından önemlidir; ancak “izm”ler dogmalaşınca felsefe denilen etkinlik, dogmatik bir etkinliğe dönüşür. Felsefede, özne ve kişi olmanın önemli olduğunu düşünüyorum; özne ve kişi, savlarının, çözümlemelerinin, argümanlarının, yaklaşımlarının ve davranışlarının hesabını verebilecek kişidir. 

          

İ.Ç.- “Felsefe sorun çözmez, sadece kafa karıştırır, bu yüzden zararlıdır” önermesi doğru mudur?

H.A.: Felsefe dilimizde, hem esnek hem de yer yer kötü kullanımları olan bir sözcüktür. “Felsefe yapma” denildiği gibi, “felsefe yaparsan dinden çıkarsın”, “benim hayat felsefem şudur”,  “felsefe kafa karıştırır” vb. deyişlerle sık sık karşılaşılır. “Felsefe sorun çözmez sadece kafa karıştırır” deyişi de bunlardan birisidir. Aslında dilde varolan kültürde var olanın bir tür dışa vurumudur. Bizim kültürümüzde, kanımca felsefeye ilişkin üç temel yaklaşım var;  birincisi felsefeyi çok yüceltir; “felsefe çalışıyorum” dediğinizde sizi yere göğe sığdıramaz, büyük, zor ve yüce bir iş yaptığınızı düşünür. İkincisi, felsefeyi aşağılar, dinsizliğin aracı olarak görür, felsefe küfürle iç içe sokar. Sanırım bu tutumun temelinde İslam filozoflarını dinsizlikle suçlayan Gazzali’ci geleneğin büyük rolü vardır. Üçüncüsü ise, felsefeyi boş ve yararsız bir uğraş olarak görür. Kanımca bu yaklaşımların hiçbirisi felsefeyi doğru yansıtmamaktadır.

Felsefe bir düşünce biçimidir ve daha önce de dile getirdiğim gibi, bilim, din, sanat vb. etkinliklerin ele almadığı farklı soruları ele alır, temel inançlarımız sorgular, düşünce berraklığına ulaştırmayı hedefler. Felsefenin ele aldığı sorular üst düzey sorular olduğu ve yaklaşımı olabildiğince kavramsal ve çözümsel olduğu için, ilk bakışta zor görünebilir.  Ancak dıştan bakınca matematik de zor görünür, içine girince anlaşılır ve pek çok sorun çözülür. Felsefe de böyledir; içine girilince görülür ki, ileri sürülen kimi sorunları çözer, kimilerini ise çözemez. Matematik de her matematik problemini çözemeyebilir. Bunda garipsenecek bir şey yok; ama çözmeye çalışır. Felsefenin sorun çözemediğini söyleyenler ile her şeyin çözümünü felsefeden bekleyenler, felsefe etkinliğinin içine girmeyenlerdir. Felsefenin pek çok sorunu çözdüğünün en temel kanıtı, felsefe ve bilimin içiçeliğinde aranmalıdır. Felsefe kültürü gelişkinse bilim de gelişiyor, gözlemler bunu gösteriyor. Yine felsefe algısı yüksek olan toplumlarda, insan hakları ve özgürlükler vb. gelişiyor. Eğer felsefe sorun çözmeyip salt sorun yaratıyorsa, bu gözlemleri nasıl açıklayacağız? Felsefe, elbette büyülü bir değnek değildir; her sorunun çözümünü ondan beklememek gerekir, öte yandan sorun çözmez sorun yaratır ve kafa karıştırır deyip onu bir kenara da itmemek gerekir. Felsefe kafa karıştırır, diyenlerin kafalarını düzenlemek için herkesten daha çok felsefeye gereksinimleri olduğunu düşünüyorum.

İ.Ç.- Müslüman toplumlar 8. ve 12. yüzyıllar arasında bilim, felsefe ve uygarlığa önemli katkılar yapmış, dünyanın en ileri toplumlarıydı. Aynı toplumlar neredeyse 900 yıldır duraklama ve gerileme yaşamışlar, şimdi ise dünyanın en geri kısımlarını oluşturuyor. İç savaşlar, yoksulluk, adaletsizlik, baskı rejimleri, bilimsizlik vb. Bunun sebebini neye bağlıyorsunuz?

H.A.: İslam toplumlarının tarihini, İslam toplumlarında felsefenin yazgısıyla birlikte ele almak gerektiğini düşünüyorum. Bir gerçeklik olarak, İslam dünyasında felsefe etkinliği olduğunda, bilim de gelişmiş, o durakladığında bilim de duraklamış gibi görünüyor. 8-12 yüzyıllar arasında gelişip filizlenen bilim ve felsefe kültürü ne oldu da aydınlanma yaratamadı ve gelişimini sürdüremedi? Bu soru, enine boyuna araştırılması gereken bir sorudur. Benim İslam düşünce geleneğinden çıkarsadığım bazı saptamalarım var, ama dediğim gibi, bu konunun derinlikli bir araştırmaya gereksinimi var. Bana göre, söz konusu duraklamada hem altyapısal hem de üstyapısal kimi belirleyiciler etkin gibi.  Altyapısal olarak, feodal yapı ve merkeziyetçilik, durağan toplumsal yapı ve gereksinimlerde sınırlılık, iktidar odaklılık, Moğol istilası ve haçlı seferleri, üstyapısal olarak ise, hoşgörüsüzlük, erekselcilik, tanrı odaklılık, ezbercilik, vb. gibi pek çok neden var.

İ.Ç.- Bunu biraz açıklayabilir misiniz?

H.A.: Önce altyapısal olanlardan başlayalım. Feodal toplumların, durağan bir yapıya sahip oldukları bilinir. İslam dünyasında bu yapı, mutlak olduğuna inanılan şeriat ilkeleriyle pekiştirilmiştir. Zira şeriata göre, mutlak olan Tanrı, kutsal kitap aracılığıyla, öncesiz ve sonrasız, değişmez siyasal düzenin ilkelerini ortaya koymuştur. Kuşkusuz bu durağan yapı, insan ihtiyaçlarındaki çeşitlenmeyi engellemekte; var olanla yetinen, kanaatçi ve şükürcü bir zihniyete yol açmaktadır. Çöl koşullarının zorluklarının bir yansıması olarak İslam dinine etki eden kaderci zihniyeti, durağan toplumsal yapının bir destekçisi olarak düşünmek olasıdır. Durağanlık, dini bilimlere de egemen olmuştur, önceki bilginlerin aşılamayacağı, onların her şeyi halletmiş oldukları inancı iyice pekiştirilmiştir. Moğol istilası ve Haçlı Seferlerinin İslam dünyasındaki bilimsel gelişmeleri kısmen de olsa engellediği doğrudur. Fakat bu etkiyi, en azından Ortaçağ İslam dünyası için abartmamak gerekiyor. Çünkü İslam toplumunda savasın, iç ayaklanmaların eksik olduğu dönem neredeyse yok gibi. Bu olgu, Emeviler, Abbasiler, Selçuklular hatta Osmanlılar için geçerlidir. Bir adım daha ileriye giderek, İslam dünyasında bilimin yükseldiği dönemlerde de, savaşların eksik olmadığının altını çizebiliriz. Fakat o dönemlerde İslam devleti güçlüdür; savaşlarda başarı elde etmekte ve hazineyi ganimetlerle doldurmaktadır. Tüm bunlara rağmen, Hulagu’nun, Abbasilerin bilim merkezi olan Bağdat’ı ele geçirmesi ve kütüphanelerdeki kitapları Dicle nehrine döktürmesi tarihsel açıdan oldukça önemli bir olaydır. Fakat bu bağlamda, aynı Hulagu’nun Azerbaycan’daki Maraga sehrinde Nâsır ed-Dîn et-Tûsî’ye rasathane kurdurması ve bir bilim insanı olarak onu koruması olgusunun altı çizilmelidir. Burada, iki zıt tutumun bir yöneticide bir araya gelmesi gibi bir durum söz konusudur ki, bu türden zıt tutumlar İslam dünyasındaki yöneticilerde, neredeyse hiç eksik olmamıştır.  

Üstyapısal olarak bakıldığında, daha komplike nedenler olduğunu düşünüyorum. Bunların ilki Tanrı odaklı ve erekselci düşüncedir.  Bu yüzden, ilk yaratıcı Arap filozofu sayılan Kindî felsefe ve felsefi bilimlerle ilgilenmenin dinen meşru/caiz olup olmadığını tartışma gereği duymuştur. Aynı tartışma İhvân es-Safa, Âmirî, Fârâbî gibi düşünürlerde, hatta felsefenin İslam dünyasına girişinden itibaren 300 yıl geçmiş olmasına rağmen İbn Rüşd’de bile devam etmektedir. Gazzâlî’yi Tehâfüt el-Felâsife’yi kaleme aldıran da, kelâmcı, fıkıhçı ve hadisçilerce dillendirilen bu dinsel meşruluk sorunudur. İkincisi, pragmatizm ve iktidar eksenliliktir. Eski Yunan, Hint ve Fars kültüründen İslam dünyasına Beyt el-Hikme2de yürütülen çeviri etkinliklerinin ve felsefi çalışmaların en yaygın olduğu dönem, imparatorluklaşma dönemidir ve bu dönem toplumsal gereksinimlerin çeşitlendiği dönemdir. Tıp hastalıklarla mücadelede, astronomi, ibadet zamanlarını belirleme ve iklimsel değişimleri saptamada, matematik, arazi ölçümü, mirasın hesaplanması, bina inşası, kanal yapımı vb. işe yarıyor. Coğrafya ise fetihlerin yönlendirilmesinde ve ticarette işlevseldir. Yine astroloji kehanette, kentlerin, savaşların ne zaman ve nerede yapılacağını belirlemede kullanılıyor vb.. Bu pratik gereksinimler, hem çevirileri hem de çevirilerle gelen malzemeyi işleyip geliştirmeyi tetikliyor. Bu pragmatik tutumun, olumlu yanı olduğu gibi olumsuz yanları da bulunmaktadır. Eğer toplum statik bir toplumsa, gereksinimleri çeşitlendirecek bir rekabet de bulunmuyorsa gereksinimleri karşılayan birikim oluşunca doğal olarak duraklama yaşanıyor.

Üçüncüsü, aşılmazlık duygusu ve her şeyin çözüldüğü anlayışıdır. Bu bütüncül yapının oluşması ve dogmatikleştirilmesinden kaynaklanmaktadır. Felsefede aşılamazlığı İbn Sînâ, teolojide ise Gazzâlî simgelemektedir. Nitekim İbn Sînâ’dan sonra Şiî çevrelerde varlığını sürdüren felsefe onun hikmet’ül meşrikiyye (doğu felsefesi) anlayışı doğrultusunda tanrısal aydınlanma odaklı işrakiliğe dönüşmüştür. Nitekim sonraki döneme ait Sühreverdî, el-Muhakkik et-Tusî, Şehrezurî, Şirâzî, Molla Sadrâ gibi düşünürler, İbn Sînâ’yı bütünüyle aşan yeni söylemler ortaya koyamamışlardır; aynı paradigmada felsefe yapmışlardır. Teoloji’de ise, özellikle Sünnî dünyada, Gazzâlî egemenliğini hissettirmiş ve onun teolojik örgüsü inanç nesnesi haline gelmiştir.

Dördüncüsü, hoşgörüsüzlük ve dinsizlikle suçlamadır. Gelenekçi çevrelerde bugün de süren bu tutum, ortaçağlarda, bir cedel (tartışma, çekşme) yöntemidir ve Gazzâlî’de zirveye ulaşır. Onun filozofları dinsizlikle suçlaması, hatta bilimi ve felsefeyi dinsizliğe yol açıyor diye mahkûm etmesi oldukça önemli etki uyandırmıştır. Dinsizlikle suçlanmanın ve hoşgörüsüzlüğün bedelini canlarıyla ödeyen, kütüphaneleri yakılan ve zindanlara atılan İslam düşünürlerini anımsamak gerekir.

Beşincisi, medreseleşme ve statükolaşmadır. Bu ilginç bir durumdur; çünkü İslam dünyasında yetişmiş önemli bilim insanları medresede yetişmemiştir. Medrese geleneği önce Şiîlerde görünmüş, sonra 10. yüzyıllarda Şiîliğin egemenliğini kırmak için Sünnîlerde işlevsellik kazanmıştır. Sünnî Medreseler Cüveynî ve öğrencisi Gazzâlî ile birlikte Eş’arî teolojiye yönelmiş ve felsefeyi dolayısıyla da bilimi dışlamıştır.  

Altıncısı, bilginin tanrısal aydınlanmaya indirgenmesidir. Bu durumda, Aristoteles’in etkin aklının yeni Platoncularca insanın dışına yerleştirilmesinin ve İslam filozoflarınca bir melek olan Cebraill’le ilişkilendirilmesinin köklü bir rolü olmuştur. Böylelikle din ve felsefe aynı kökene bağlanmış, etkin akıl bireyin muhayyile yetisini aydınlattığında simgesel nitelikli dinsel bilginin, aklını aydınlattığında dolayımsız olan felsefi bilgini ortaya çıktığı ileri sürülmüştür. Dolayısıyla her türden bilgi bir biçimde tanrısal sezgi ve ilhama indirgenmiştir. Bu yapı daha sonraları tasavvuf ve tasavvufu sünnileştiren Gazzali tarafından yaygınlaştırılmış gibi görünmektedir.

Yedincisi, doğal nedenselliğin teolojik gerekçelerle yadsınması ve bunun Gazzâlî tarafından dinsel bir inanç hailine getirilmesidir. Buna göre sürekliliği olan bir evren imgesi, Tanrı’nın anlık yaratıcılığı, kudreti, iradesi ve mucizevî olguların olurluluğu ile örtüşmemektedir… Yağmuru yağdıran, güneşi doğuran, depreme neden olan Tanrı’dır. Tanrı dilediğinde âdetini değiştirebileceğine göre, evrende belli bir düzen ve bu düzene dayalı değişmez doğa yasaları da yok demektir. Doğal neden-sonuç ilişkisini dışlayan bir anlayışın, insan ile eylemleri ve bu eylemlerden doğan diğer zincirleme eylemler arasındaki ilişkileri askıya alıp, kaderci bir öğretiyi benimsemeye iteceği ortadadır. Bilgiyi tanrısal aydınlanmaya bağlayan, doğal nedenselliği, yani neden-sonuç ilişkisini yadsıyan ve kaderciliği benimseyen bir felsefi anlayış, kuskusuz üreticiliği dışlayan, insanın kendine güvenini yok eden, itaati, boyun eğmeyi talep eden bir sosyal yapının ürünüdür ve bu yapı da, krallık yönetimleriyle oldukça uyumludur. Bu yapı, Abbasilerle birlikte sistemleştirilmiş; Selçuklular ve Osmanlılar tarafından da aynen sürdürülmüş gibi gözükmektedir. 

Sekizincisi, eski Yunanlı filozofların görüşlerini tanrısallaştırma ve ezberci eğitim olarak karşımıza çıkmaktadır. Buna göre büyük düşünürler ya peygamber ya da peygamberlerden etkilenmiş, onlardan ders almış düşünürlerdir. Bunun en ilginç örneğini Fârâbî’nin Kitâb el-Cem Beyn Re’yeyy el-Hakîmeyn el-Eflâtun el-İlahî ve Aristutâlîs adlı yapıtın anılan adından çıkarsamak olasıdır. Yapıt açıkça Eflatun’u tanrısallaştırmaktadır. Tanrısallaştırmaların olduğu bir ortamda eleştiriden söz etmek anlamsızlaşmakta ve eskiler bir dogma gibi izlemektedir. Çünkü kutsanan eleştirilemez ve yadsınamaz; sadece şerh edilir; bilgi de yorum ve şerhe indirgenir. Eğitim ise kutsanan bilgilerin ezberlenmesi olarak görülür. İslam dünyasında yazılan yapıtların, çoğunun kısmi farklılarla bir birinin benzeri oluşunun temelinde bu kutsallaştırıcı ve ezberci mantık yatmaktadır. Buna maddeyi kötü sayan, ruhsallığı önemseyen Yeni Platoncu anlayışın etkisini de eklemek gerekmektedir. Maddenin kötülendiği, küçümsendiği bir ortamda bilime ve felsefeye ne ölçüde olanak kalır? Varın siz karar verin.

 

 

 

İ.Ç.- İslam toplumlarındaki altın çağın neden sürmediğini anladım. Kırılmama noktası hangi gelişmeydi?

H.A.: Kırılma noktası olarak göstereceğim, şu olaydır diyebileceğim bir şey yok; ancak Gazzali’den sonra, duraklama kronik bir hal almaya başlıyor gibi. Felsefe ve felsefi bilimler medrese programına alınmıyor ve statüko sürdürülüyor. Teoloji ve fıkıh her şeyi egemenliği altına alıyor, bilim ve felsefeyi yutuyor.

İ.Ç.- Din ile felsefe ilişkilerini nasıl açıklamalıyız?

H.A.: Bu kompleks bir soru; bu konuda pek çok yaklaşım var. “Din ve felsefe ayrıdır” diyeninden tutun da, “din ve felsefe çatışır”, “din ve felsefe birbirini tümler” gibi pek çok alternatif görüş var. Ben dinin ve felsefenin otonom alanlar olarak kalması ve birbirine karıştırılmaması gerektiğini düşünenlerdenim. Tabi diyeceksiniz ki, din felsefesi diye bir alan var, hem dini hem de felsefeyi bir araya getiriyor. Evet, bu doğrudur, ama din felsefesi, felsefenin yöntemleriyle dini analiz etmeye çalışıyor, dinsel argümanları, savları, kavramları felsefi bir yöntemle inceliyor. Burada kritik nokta şu: Felsefe her şeyi, kendisine konu edinebilir, inanma ve din de buna dahildir. Ancak felsefi yöntemlerle bunu yapar. Felsefi yöntemleri dine ve dinsele uygular. Bir de bunun aksi bir yaklaşım var, dinsel felsefe denilen şey. Burada dinin ilkeleri ve kuralları felsefeye uygulanmak istenmektedir. Bu felsefe değil, olsa olsa teoloji olabilir ve felsefe içinde yerinin olmadığını düşünüyorum. İslam dünyasında Gazzali bunu yaptı ve felsefe yok olup gitti, ya da daha doğru bir deyişle din tarafından yutuldu ve teolojiye dönüştü. Eğer dinsel felsefe yapanlar çıkarsa, -Türkiye’de böyle bir akım vardır ve felsefeyi İslamileştirmek istemektedir- felsefeci, din ve felsefe ayrı ayrı etkinliklerdir deyip, bunu görmezden mi gelecektir? Hayır, gelmemelidir, felsefeyi dinselleştirenlerin argümanlarıyla felsefi yöntemlerle hesaplaşmalıdır, yaptıklarının felsefe olmadığını göstermelidir diye düşünüyorum. 

İ.Ç.- Bir toplumun bilim ve felsefede ilerleyebilmesi için nasıl bir siyasal, kültürel ve entelektüel ortam gerekir?

H.A.: Benim temel kanım şu: Aydınlanmacılık ve Hümanizmacılık olmayınca ne bilim, ne felsefe, ne sanat, ne de teoloji vb. gelişiyor. Dünyaya bakın, nerede Aydınlanmacılık ve hümanizma varsa orada bilim ve felsefe gelişiyor, teosentizm ve totalitarizmin olduğu yerlerde, bunların esamisi bile okunmuyor. Siyasal ve kültürel ortamın sürekli aydınlanmayı ve hümanizmayı desteklemesi gerekiyor. Tabi siyasal kültürün eğitimin odağına, dogmalar yerine, aklı, bilimi, felsefeyi, evrensel insani değerleri oturması gerekiyor ki, aydınlanma ve hümanizma filizlensin ve gelişsin.

İ.Ç.- Hümanizmadan sosyal düzenlemelerin devlet ve din için değil, insanı merkeze alarak kurgulamayı anlıyorum, ki, bu da laiklik ve demokrasiyle ilgili bir durum. Totaliter anlayıştan neyi kastediyorsunuz ve aydınlanmaya kısaca değinebilir misiniz?

H.A.: Hümanizmanın özü, insan odaklı bakmaktır; bunun almaşığı kanımca tanrı odaklı bakıştır. Biz insan olarak sınırlılıklarımızı bilmek zorundayız; insani bir ontoloji ve insani bir epistemolojiden kurtulmamız mümkün değil. Tanrı değiliz ki teosentrik bakalım. Kaldı ki, teosentik olarak önümüze sunulan şeyler de, buram buram insanî yaklaşım, insanî düşünce ve insanî argümanlar kokmaktadır. Ancak tanrısallaştırılmış bir kılıkta sunulmaktadır. Bunun insanın haddini bilmemesi olduğunu diye düşünüyorum. Hümanizma, insani temelde bilgi ve değer üretmeyi gerektiriyor. Bu ise laik ve demokratik bir düzeni zorunlu kılıyor. Totaliter anlayışlar, kanımca insanı araçsallaştıran, dogmatik, eleştiriye kapalı yapılardır. Bu yapıların seküler biçimleri olduğu gibi, dinsel biçimleri de var. İslam dünyasında dinsel biçime bürünmüş, baskıcı, ceberrut, insanı araçsallaştıran, kul haline getiren, onu cendereye alan, farklılığa tahammül edemeyen totaliter yapılar hala etkin gibi görünüyor. Bu yapı yüzünden her gün insanlar öldürülüyor, ilkellik bitmiyor. Bu yüzden de ne hümanizma ne de aydınlanma gerçekleşiyor. Aydınlanma, özne olmayı, kişi olmayı, insanî bir epistemoloji ve ontoloji ile bakmayı, eleştirel olmayı, bilim, sanat ve felsefeyi öncelemeyi gerektiriyor. İslam dünyası bunu başarmak zorunda diye düşünüyorum. İslam dünyasında seküler, aydınlanmacı ve hümanist bakışa yönelik müthiş bir korku ve endişe var. Bizim ülkemiz de bile benzer sorunlar yok değil. Bu sorunları aşmak zorundayız ve entelektüellerimize çok rol düşüyor.

İ.Ç.- Türkiye’de felsefenin durumu nedir?

H.A.: Türkiye’de kanımca Cumhuriyet sonrası felsefe alanında atılan tohumların filizlendiğini ve yeşerdiğini düşünüyorum. Diğer İslam ülkeleriyle kıyaslandığında bence çok ilerideyiz. Hatta kanımca batı felsefecileriyle boy ölçüşecek düzeyde filozoflarımızın da olduğunu düşünüyorum. Yine de alınacak çok yolumuzun olduğunu düşünüyorum. Ayrıca, tam bu bağlamda Türkiye’de felsefeye yönelik (buna bilimler, özellikle sosyal bilimler de dahildir) üç tehlikeye işaret etmeden geçemeyeceğim: İlk tehlike vefasızlıktır. Felsefi geleneklerin inşası için, filozoflarımızın, yer yer kendi geçmişlerine yönelmeleri, onları ortaya koymaları gerekiyor; oysa bu konuda vefasız olduğumuzu düşünüyorum. Genç felsefecilerimiz ve filozoflarımıza, kendi felsefe geleneklerimizi, bulup ortaya çıkarmada büyük bir görev düşüyor. Felsefe tarihiyle varolan bir etkinlik ve tarihsel tutamakların güncellenmesi, yeniden inşa edilmesi, onlarla eleştirel de olsa sık sık diyalogların kurulması gerekiyor. İkinci tehlike, İslamileştirme ya da çeşitli inanç gruplarının egemenliği sorunudur. Ben bu tehlikeye sık sık değiniyorum; biliyorum ki, geçmişte İslam dünyasında din felsefeyi yuttu ve teolojiye dönüştürdü. Bu İslamileştirme akımı, bugün de Türkiye’de etkin olarak işliyor. Hatta yeni açılan felsefe bölümlerini deyim yerindeyse kuşatıyor diye gözlemliyorum. Umarım yanılıyorumdur. Üçüncü tehlike ise, postmodernizmdir. Postmodernizmin her şey giderci tutumu, Türkiye’de hem bilimin hem de felsefenin altını oyduğunu düşünüyorum. Bunda aktarmacılığın da köklü bir rolünün olduğuna inanıyorum.

İ.Ç.- Postmodernizme şimdilik girmeyelim. Felsefe eğitiminde durumumuz nasıldır, aksayan yönler var mı?

H.A.: Elbette var; Türkiye’de eğitim sistemi tam bir yozlaşma içerisinde ve 4+4+4 ile daha da yozlaşıyoruz. 2012 PISA sonuçlarına göre yaklaşık 15 yaşındaki çocuklarımızın % 55’i okuduğunu anlayamadığı gibi bir sonuç çıkmış durumda. Bu vahim bir sonuçtur. Bu sonucun bize gösterdiği en temel şey şu olmalı diye düşünüyorum: Son on yıldır eğitimde yapılan reformlar durumu daha da yozlaştırmıştır; bir an önce eğitimde köklü reformlara gidilmelidir. Alan uzmanı olmayan öğretmenler, alanlarına çekilmelidir. Felsefe dersleri, düşünce becerilerini kazandırmaya dönük olarak yeniden yapılandırılmalı ve ilkokul ikinci sınıflara değin geriye çekilmelidir. Ortaöğretimdeki felsefe dersleri felsefe tarihi ve dinsel-mistik ağırlıklı olmaktan kurtarılmalıdır ve fen, edebiyat, yabancı dil ağırlıklı okul ayrımı gözetilmeksizin, felsefi içerikli dersler zorunlu olmalıdır. Yine yükseköğretimde, tüm alanlarda felsefi içerikli dersler konulmalıdır. Felsefi eğitimin, eğitimimize ve toplumumuzun gelişmesine büyük katkısının olacağını düşünüyorum.

İ.Ç.- Çok teşekkür ederim. Kendi adıma çok yararlandım. Eğitişim Dergisi okuyucularının aydınlıklarına aydınlık da kattınız. Minnettarız. Derler ki, “yiğit düştüğü yerden kalkarmış”. Müslüman toplumlar içine düşürüldüğü ve çıkamadığı felsefesizlikten felsefî bilinçle yoğrulmuş sizin gibi aydınlarımızın yol göstericiliğinde yollarını bulsun artık, diyorum.

——————————————–

[1] Dr. Hasan Aydın,10.05.1971’de Ordu/Ünye’de doğdu. İlk ve orta öğrenimini Ünye’de; yüksek öğrenimini ise, Samsun’da, Ondokuz Mayıs Üniversitesi İlahiyat Fakültesinde tamamladı. Üniversiteyi bitirdiği yıl, aynı üniversitenin ‘Sosyal Bilimler Enstitüsü’ne araştırma görevlisi olarak atandı ve 1994-1996 yılları arasında yüksek lisans öğrenimini tamamladı. 1996 yıllında, ‘Malatya İkinci Ordu Komutanlığında kısa dönem olarak askerlik görevini yaptı. Askerlik dönüşü, çeşitli özel ve devlet okullarında öğretmenlik yaptı. 2001 yılında ‘OMÜ Sosyal Bilimler Enstitüsünde doktora öğrenimine başladı ve 2004 yılında, ‘Gazzâlî’nin Tanrı ve Evren Tasarımı ve Günümüze Yansımaları’ adlı çalışmayla bilim doktoru unvanını aldı. 2004 yılında OMÜ Sinop Eğitim Fakültesi Sınıf Öğretmenliği Anabilim Dalına Yrd. Doç. olarak atandı. 2012 yılından beri OMÜ İlahiyat fakültesinde öğretim üyesi olarak çalışmaktadır. Genel olarak felsefe tarihi, İslam felsefesi, eğitim felsefesi ve teoloji/kelam alanlarına ilgi duyan Aydın’ın çeşitli dergilerde yayımlanmış makaleleri dışında şu kitapları bulunmaktadır:

*İslam Düşünce Geleneğinde Din, Felsefe ve Bilim. Naturel Yayınları. Ankara 2005.

*İslam Düşünce Geleneğinde Bilgi Kuramı (Eleştirel Bir Yaklaşım). Naturel Yayınları. Ankara 2005 (Yüksek Lisans Tezi)

*Gazzâlî, Felsefesi ve İslam Modernizmine Etkileri. Bilim ve Gelecek Kitaplığı. İstanbul 2012. (Doktora Tezi).

*Postmodern Çağda İslam ve Bilim. Bilim ve Gelecek Kitaplığı. İstanbul 2008.

*Eski Yunan’dan İslam’ın Klasik Çağına: Neden Kavramı ve Nedensellik Sorunu. Bilim ve Gelecek Kitaplığı. İstanbul 2009.

*Felsefi Temelleri Işığında Yapılandırmacılık. Nobel Yayınları. 2. Basım. Ankara 2012.

*Mitostan Logosa Eski Yunan Felsefesinde Aşk, Bilim ve Gelecek Kitaplığı, İstanbul 2013.

—————————————————————-

 

Bu mülakat aşağıdaki adresten alınmıştır:

Röportaj: İkram ÇINAR

Kategori: Sayı 41- Ocak 2014

http://www.egitisim.gen.tr/tr/index.php?option=com_content&view=article&id=538&catid=49&Itemid=176

 

Yazar
Kırmızılar

Bu websitesinde farkı kaynaklardan derlenen içerikler yayınlanmakta olup tüm hakları sahiplerinindir. Sitedeki içerikler atıf gösterilerek kaynak olarak kullanlabilir. Yazıların yasal sorumluluğu yazara aittir. Tüm Hakları Saklıdır. Kırmızlar® 2010 - 2024

medyagen