“Milliyetler ve Halklar Meselesi” Üzerine Sayın Prof.Dr. Abdülkadir İlgen ile Söyleşi

Türkiye için  en önemli sosyolojik kavramlar arasında “Millyetler ve Halklar Meselesi” nin olduğu açıktır. Bu kavramların etraflıca ve dinamik bir biçimde, milli kimliği olan her kesimin kabulleneceği şekilde tanımlanmaya ihtiyacı vardır. Bu söyleşi de sayın Prof.Dr. Abndülkadir İlgen ile konuya önemli bir ufuk açtığımızı düşünüyoruz.

Değerli Hocam, Millet, ırk, kavim, soy, ümmet kavramları tanım ve işlev olarak ne anlama geliyor?

Kavramlardan biri millet. Eskiden halk ya da ahalinin tamamı anlamında köy, kasaba ve şehir gibi kamuya ait yerlerde yaşayan herkes için kullanılırdı. Günümüzde kullanıldığı şekliyle tedavüle girmesi, Fransız İhtilali sonrasına rastlar. Kavramın hem eski, hem de günümüze ait kullanım biçimlerinde bir sülale ya da kan bağına atıftan ziyade, hiçbir ayrım yapılmaksızın bütün kamu âleme işaret eder. Kavramla bir tür “kamusallık” anlatılmak istenmiş gibidir. Genel kullanım ve Türkçedeki kullanım biçimlerine bakılırsa, bu kolayca anlaşılabilir. Milliyetçilik de, hiçbir ayrım yapılmaksızın kamu-âlemin çıkarını bir görmek, ona hasr-ı nazar etmek demektir. Bu hâliyle “milliyetçilik”, kamusallığın tanımı ve devletle yurttaşlar arasındaki mesafenin eşitlenmesi için kullanılan bir enstrüman olarak karşımıza çıkıyor.

Ümmet kavramı da ilk kullanım şekillerinde bu anlamda, kültürel bir bütünlüğü ifade anlamında kullanılmış. Belli bir “tür” ya da “grubu” anlatma anlamında kullanıldığı da olmuş kavramın. Ümmet zaten Arapça’da anne anlamına gelen “ümm” kelimesinden gelen bir kavram. Millete göre orijin olarak kültürel olana değil, tür ve soya daha yakın bir kavram, ama zamanla o da bütün kavramlar gibi dönüşmüş. Mesela Medine Sözleşmesinin ikinci maddesinde, “Müslümanlar ve Yahudiler bir Ümmettir” şeklindeki tanımlamada kavram, tıpkı Fransız milliyetçiliğindeki “siyasal aidiyet” ya da “yurttaşlık/tabiiyet” temelindeki tanımlamaya benzer biçimde kullanılmış. Buradaki tanımlama siyasal aidiyeti esas alan bir kalıp olarak kullanılmış, öyle anlaşılıyor. Daha sonra aynı kalıp, kültürel aidiyeti esas alan bir kalıp olarak kullanılmış ve bütün Müslümanları içermiştir.

Fakat dikkat edilirse görülür ki, hem millet, hem de ümmet kavramlarının her ikisi de kültürel bir “inşa” ya da “vakayı” tanımlamak ve hukuk önünde mesafeyi eşitlemek için kullanılan bir kavram görünümündedir. Zaten millet kavramıyla yapılmak istenen de budur: devletle yurttaşlar arasındaki mesafeyi eşitlemek ve kamu kaynaklarını hiçbir grup ya da zümreye tahsis etmemek. Milliyetçilik bu anlamda ırkçılık, bölgecilik, nepotizm ve her türlü kayırmacılığın önündeki en büyük engeldir.

İslam’ın da esas olarak karşı çıktığı ve reddettiği husus budur. Irkçılık, kabilecilik ve aşiret asabiyesinin yerine kamu asabiyesini ikame etmek. Kamusal çıkar anlamındaki milliyetçilik de yerel ve aşiret asabiyesinin yerine kamu asabiyesini geçirmek ve ona göre amel etmek davası olarak anlaşılmalı, ona göre muamele görmelidir. Bizde sadece İslamcı ve Marksist gelenekten gelen bazı aydınların değil, kendisine milliyetçiyim diyen çoğu kalem erbabının da anlamadığı husus budur. Gökalp’in de esas olarak çözmeye çalıştığı mesele budur. O bir ideoloji olarak değil, bir mesele olarak bu mevzua girmiş ve çözüm yolları aramıştı. Bizim de ana davamız budur. Modern çağda kendimizi güncellerken, kamusallık nasıl inşa edilecek; devletle kamudaki farklı gruplar arasındaki ilişkiler nasıl tanzim edilecek, meşru müzakere mekanizmaları hangi esaslar üzerine kurulacaktır? Cevaplandırmamız gereken konular bunlardır.

 

 

 

 

 

 

 

 

 

Daha çok 19. ve 20.yy’da ortaya çıktığı ileri sürülen bir “milletler ve halklar meselesi”nden bahsedebilir miyiz, bugünkü hayatta bu kavramların önemi nedir?

Millet kavramı, yukarıda da söylediğim gibi bir tür “kamusallığın, yani cumhurun meşruiyet zemini” nedir, nasıl sağlanacaktır sorusunun cevabı olarak sahneye çıktı. Ortaya ilk çıkış amacı buydu. Ulusun bütün bireylerinin çıkarını savunmaya da milliyetçilik deniliyordu. Gökalp kavramı, yerel asabiye olarak cemaat/community kavramının yerine, millet/society kavramını ikame etmek için kullanmıştı. Bu anlamda milliyetçilik cemaat asabiyesi yerine, millet asabiyesini ikame davası olarak gündeme geldi. Hikâyenin özü budur. Fakat bunun da öncesi vardır.

Açalım isterseniz. Anciént Regime, nasıl meşruiyetini Tanrı ve onun yeryüzündeki temsilcisi Kral ve Kiliseden alıyor idiyse, modern çağlar ve bilhassa Aydınlanmayla birlikte meşruiyetin kaynağı da Tanrı’dan insana geçiyor, eksende temelli bir kayma meydana geliyordu. Asıl kırılma burada yaşandı. İnsan temelli dünya görüşü, bundan böyle kendisini “hümanizma” olarak ifade etti. Bu, “insanseverlik” anlamında değil, daha çok “insanperestlik” olarak anlayabileceğimiz bir değişme, eksen kaymasıydı. Tanrı’nın yerini insan, vahyin yerini akıl ve ümmetin yerini millet kavramları almıştı.

Eskiden meşruiyetin kaynağı “Tanrı, vahiy ve şeriat” (zaten meşruiyet de şeriat kelimesinden türetilmiştir) iken, yeni dönemle birlikte bu “insan, akıl ve yasa ya da kamuoyu” (halkoyu) şeklinde yer değiştirmişti. Peki, hâl böyleyse, bugün kendisine millet dediğimiz şey, bir olgu olarak eskiden beri var-olan bir şeyden daha çok, nevzuhur bir kurguyu mu ifade ediyor sorusu akla geliyor. Sanırım siz de bunu kastediyorsunuz. Bilhassa Türk tarihini bilmeyen genç araştırmacılardan bazısı, bunun sentetik bir inşa olduğu zehabına kapılıyor. Evet, “nation-building” anlamında bir millet inşası vardır. Dünyanın birçok yerinde bu yapıldı. Bu doğrudur. Fakat bizde kendisine millet dediğimiz hadise Gökalp’in deyimiyle bir “mefkûre” (kurgu) değil, bir “mevcûde” (olgu) olarak zaten vardı. Yani millet dediğimiz şey sentetik değil, kendiliğinden oluşmuş doğal bir yapı olarak zaten vardı, mevcuttu. Ve bu millet devleti inşa etti, inşa olmadı. Yüzyıllar öncesinde Kaşgarlı’da geçen “İl gider Töre kalır sözü” de bunu ifade eder. Aynı duyarlılıklar, aynı sevinç ve kıvançlar, aynı kaygılar, aynı özlemler, aynı ortak kader, aynı ortak kültürel bütünlük, aynı ortak siyasal bilinç vs şeklinde uzatabileceğimiz kurumsal bir bütünlük zaten vardı.

Türkiye’de de “kadim rejimden” yeni hayata geçiş tasarlanırken bütün bu hassasiyetlere dikkat edilmiş ve “Müslümanın Türkçe konuşanına Türk denir” denilerek genel bir tanıma ulaşılmıştır. Laussane’daki çoğunluk-azınlık temeli de bu esas üzerine oturtulmuş, Müslim ahali çoğunluk, gayrimüslim ahali de azınlık statüsüne sokulmuştur. Bu anlamda Türkiye’deki Türk tanımı İslam ahaliyi tanımlamak için kullanılmıştır. Hatta sırf bu prensipten dolayı Karaman’daki gayrimüslim Türk dilli ahali mübadelede Yunanistan’a gönderilmiştir. Bazılarının büyük bir cehaletle ihanet olarak tanımladıkları Laussane, Türk tanımını ulusal değil, uluslar arası bir güvenceye kavuşturarak, bütün dünyanın kabul ettiği kurumsal bir bütünlüğün nihaî çerçevesidir.

Burada şundan da bahsetmek gerekir. Toynbee, Avrasya stepleriyle Amerikan stepleri arasında yaptığı bir kıyaslamada, neden Asya’da büyük imparatorluk milletleri ortaya çıktı da, Kuzey Amerika’da kabile aşamasından ileri gidilemedi sorusunu yöneltir. Orada pek tatmin edici cevaba varamasa da, benim kanaatim o ki, başlangıçtan itibaren büyük üniversal devletlerle (Çin, İran ve Roma: bu Mançurya’dan Atlas sahillerine kadar eski dünyanın tümü demektir) karşı karşıya gelen, onların çok kapsamlı politik, ekonomik ve kültürel meydan okumalarına maruz kalan Türklük, bu meydan okumalara üniversal devletler kurarak cevap vermiş ve şartların dayatması, çok erken bir tarihten itibaren millet aşamasına geçilmesini kolaylaştırmıştır. Bu konu hakkında müstakil de bir çalışmam olduğu için ayrıntıya girmiyorum.

Türkiye için, kimileri kurucu unsur Türklerdir, millet önemlidir derken, kimileri mozaikten bahsediyor. Ne dersiniz?

Bunu söyleyenler şayet kötü niyetli değillerse, muhtemelen büyük bir cehalet ve yanılgı içindedirler. Elbette, dünyanın hiçbir yerinde saf bir kültür yoktur, beklenemez de bu. Ama mozaik dendiğinde, birbirinden müstakil ayrı cüzlerden bahsediliyor gibi bir çağrışım oluşabiliyor. Oysa burada kurumsal bir bütünlükten bahsetmek için sayılamayacak kadar gerekçemiz var. O kadar ki, daha XIV. Yüzyıl gibi çok erken bir tarihte, Türkiye’de bulunan Macar bir esirin, memleketin muhtelif yerlerinde “Şol cennetin ırmakları akar Allah deyu deyu” şeklindeki mısraların halk arasında vecd içinde okunduğunu söylemesi, ortak bir vicdanın daha o dönemlerde oluştuğunu göstermesi bakımından son derece önemlidir. Bunu, milliyetçi çevrelerden biri değil, Harvard orijinli ve halen de orada hocalık yapan biri, Cemal Kafadar söylüyor.

Bizler “ümmet içinde millet” olmuş bir medeniyetin çocuklarıyız. Tanpınar’ın dediği gibi, gümrüklerimizden giren her şeyi Türk yapan bir deha, bu topraklardan çıkmış, taşı-toprağı her şeyi kendileştirmiş, onunla haşir-neşir olmuştur. Fakat hemen belirtmek lazım gelir ki, bu millet, bu aziz Türkoğlu, mahallenin içinde hep “oğlan evi” gibi davranmış, hadise çıkaran değil, alttan alan biri olarak davranmıştır.

Kurucu unsurun kim olduğuna gelince, bu çok açıktır. Devleti Türkler kurmuş, Türkler inşa etmiştir. Devletin kurucuları da, dili de, gelenekleri de her şeyi Türk’tür. Mülkün sahibi Türk, ona hizmet edenler Türk, tarz Türk, refleksler Türk, hâsılı her şey Türk’tür. Bunda kuşku yok. Bu topraklar bizim kılıç hakkımızdır. 

Türkiye’nin bir “milletler ve halklar meselesi” olduğunu konuşabilir miyiz?

Böyle bir soru, çok da anlamlı değil. Millet ve halk: her iki kavram da kurumsal bütünlüğü ifade eden ve devletler hukukunda da karşılığı olan kavramlardır. Bu coğrafyada kurumsal bütünlüğü olan ve uluslar arası anlaşmalarla (Loussanne) da teyit edilmiş kurumsal bir bütünlük olarak sadece Türk Milleti vardır. Atatürk’ün “Türkiye Cumhuriyetini kuran ahaliye Türk milleti denilir” ifadesi bunun en veciz ifadesidir.

Türk milleti sizce nedir; bir soy birliği mi yoksa kültürel bir birlik mi?  Mehmet Akif Ersoy’u, Şemsettin Sami’yi, Tatyos Efendiyi, Sarkisyan’ı, Ahmet Haşim’i, Zenci Musa’yı nasıl değerlendirmeliyiz?

Tabii ki kültürel birlik. Millet olma toprak yanımızdan (kan) sıyrılarak, kültürel olana evirilme anlamında bir tür feragat, arınmadır. Türk veya Fransız, şu, ya da bu olmak tamamen bir hissetme meselesidir. Kendini Türk hisseden herkes Türk’tür. Haşim de, Akif de o güzelim mısraları kadar özbeöz Türk’tür. Bir Şehzade Camii, bir Süleymaniye, bir Selimiye ne kadar Türk’se, Enderûn’dan yetişen Sinan da o kadar Türk’tür. Trablus çöllerinde Teşkilat-ı Mahsusa adına, din-ü devlet için feday-ı can eylemekten bir lahza kaçınmayan Zenci Musa’nın Türk olmadığını kim iddia edebilir. Türk müziğinin en büyük ustalarından biri olan Tatyos Efendi’yi nereye koyacağız? O da, eseri kadar Türk ve bu toprakların çocuğudur. Kamûs-i Türkî’yi yazan adamı nereye koyacaksınız?

Bugünkü Türkiye için, “milliyet ve halklar meselesi” nasıl yorumlanmalıdır? Milliyetçilerin ya da milli düşünenlerin “milliyetler ve halklar” konusundaki görüşü-ideolojik değerlendirmesi nasıl olmalıdır?

Bizim geleneğimizde çokluk içinde birlik diye bir deyim vardır. Devlet, tabii ki Üniter’dir, bölünemez. Fakat insanlar “üniform” değildir, olamaz. Çünkü insan tek nüshadır. Teksir edilemez. Bu her yerde böyledir. Milliyetçilik, yukarıda da temas ettiğimiz üzere, yaratılıştan gelen bu farklılıkları yok saymak değil, bunların hepsiyle devlet arasındaki mesafeyi eşitlemek için bulunan bir çözüm yolu, bir araçtır. Herkesin çıkarını kendi çıkarı görmenin adıdır milliyetçilik. Sosyal barışın sağlanması için devreye sokulan bir araç: İdeolojiden çok, teknik bir araç.

Milliyetler ve halklar meselesi öyle herkesin kendi kafasına göre şu şudur diyerek tanım yapabileceği bir mesele değil, daha çok devletler hukukunu, antropoloji, sosyoloji, siyaset bilimi, tarih vs gibi sosyal ve beşeri bilimleri ilgilendiren bir konu olarak oldukça kapsamlı bir konudur. Burada herkesin yerleşik bir düzeni, ekonomik çıkar ilişkileri, tarihten gelen aynı kaygı, keder, tasa, kıvanç gibi birliktelikleri yanında, “kendiliğindenlik” olarak da adını koyabileceğimiz bir yığın benzerliğin oluşturduğu kurumsal bir bütünlüğü vardır. Bunlar öyle sabahtan akşama oluşan, biriken, damıtılan hasılalar değil, binyılların biriktirdiği ortak bağlardır ve şu ya da bu bilim adamı veya düşünürün kafasına göre değişebilecek bir realite de değildir.

Değerli hocam, ilginiz için çok teşekkür ederiz.

 Sayın Prof.Dr. Abdülkadir İlgen Bilecik Şeyh Edebali Üniversitesi öğretim üyesidir (E).

 

Yazar
Kırmızılar

Bu websitesinde farkı kaynaklardan derlenen içerikler yayınlanmakta olup tüm hakları sahiplerinindir. Sitedeki içerikler atıf gösterilerek kaynak olarak kullanlabilir. Yazıların yasal sorumluluğu yazara aittir. Tüm Hakları Saklıdır. Kırmızlar® 2010 - 2024

medyagen