Ermeni Sorunu; Göçettirme (Tehcir), Sözde Soykırım İddiaları ve Gerçekler

Türk Milleti veya biz Türkler, gerçekte, yeni bir devlet ve yeni bir nesil olarak, gerçekleşmiş olsa bile böyle bir olaydan sorumlu tutulamayız. Ama, bu ithamlar bizde milletçe büyük üzüntü yaratıyor. Bunun en önemli nedeni, karşı karşıya kaldığımız bu haksız ithamlar ve Ermeni Sorunu hakkında yeterli bilgi sahibi olmayışımızdır. Aynı nedenle, bu yersiz iddiada, çoğu insanlarımız haklı taraf olduğumuzu da bilmiyor ve bu haklı dava gerektiği gibi anlatılabilmiş veya anlaşılmış değil. Asıl önemlisi, uluslar arası alanda (gerçekle ilgisi olmayan böyle bir iddia konusunda aslında gerekmeyen) savunmamızı pek dikkate alan da yok. Bunun nedeni; haklılığımızı bilen, sesimizi duyması gereken Batılı devletlerin bu konuda hissedilir ölçüde önyargılı olmaları ve soykırım itham ve iddiasının altında bir takım kendi beklentilerinin bulunmasıdır. Bir diğer neden de, bugün Ermeni Sorunu veya soykırım iddiasının ortaya atılmasında, yine bu devletlerin yaptıkları kışkırtıcılık ve taşıdıkları tarihi sorumluluk nedeniyle gerçekleri pek iyi bilmelerine karşın, bütün sorumluluğu ve suçu Türk Milleti’ne yıkma gayretleridir. Ermeni diasporası olarak adlandırılan kesimin, (mantıksız bir intikam duygusu ile) gerçekleri gözardı ederek, dünya kamuoyunu aleyhimize çevirme gayretlerinin başarılı olduğu görülüyor. Buna karşılık; kendilerinin de içten içe itiraf ettikleri gibi, soykırım iddiaları gerçeği yansıtmıyor.

Ermeni Sorunu; Göçettirme (Tehcir), Sözde Soykırım İddiaları ve Gerçekler[i]                                                                        

 

Dr. Kemal ÇELİK[ii]

 

Öz

Ermeni soykırım iddiaları Avrupalı devletler parlamentoları ile A.B.D.’de sıkça gündeme getirilmekte, bazılarında gerçekten böyle bir soykırım varmış gibi kabul görmektedir. Türk milleti bu haksız suçlamalarla huzursuz edilmektedir.

Türk milletinin bir kısmı bu konuda yeterli bilgi sahibi olmadığı gibi, iddiaların aksine asıl kendisinin haklı olduğunun bilincinde değildir. Bu davayı gerektiği gibi savunamamaktadır.

Aslında gerekmeyen böyle bir savunmayı önyargılı bir yaklaşımla dikkate almayan, Türkiye’den ekonomik ve siyasi tavizler koparmak peşindeki Batılı devletlerden bazıları, geçmişte kışkırttıkları Ermenileri piyon olarak Türk milletine karşı çıkaran, yaşanan olaylar nedeniyle taşıdıkları sorumluluk ve suçu Türk milletine yüklemeye çalışanlardır.

Ermeni diasporası, yersiz bir intikam duygusu içinde gerçekleri gizleyerek dünya kamuoyunu aleyhimize çevirmekte başarılı görünmektedir. Buna karşılık; göçettirme (tehcir) sırasında soykırıma uğratıldığı iddia edilen Ermeniler’in tamamına yakın kısmının yaşadığı, büyük bir kısmının çeşitli ülkelere göçettiği, ölümlerden çoğunun o zamanlar sık görülen bulaşıcı hastalıklardan kaynaklandığı belgelerle ispatlanmaktadır. Ermenileri öldürmekle suçlanarak Malta’ya sürülen Türkleri suçlayacak bir delil bulunamadığı bilinmektedir. Türkleri suçlayan Ermeni belgelerinin sahte olduğu anlaşılmıştır. Böyle olduğu halde, Ermeni iddiaları ısrarla sürdürülmektedir. Oysa; göçettirmenin nedeni Ermenileri soykırıma uğratmak değil, Batılı ülkelerden sağladıkları silâhlarla Türk evlerine, köylerine baskın verip yaşlı, kadın ve çocukları katleden Ermeni çetecilerin cinayetlerine son vermek, savaş bölgesinden uzaklaştırmaktı.

İleri sürülen yersiz iddialara karşılık; bu yazıda, Ermenilerin, Balkan Savaşları’nda Türklere uygulanan katliam ve nüfus azaltma politikasını esas aldıkları, I. Dünya Savaşı sırasında Fransa, Rusya ve İngiltere’nin yanında ve himayesinde özellikle din adamları, lider yöneticileri ve Ermeni komitelerinin plânladığı biçimde, Osmanlı Devleti toprakları üzerinde bağımsızlık kazanmak amacıyla Türk nüfusu katlederek azaltarak, kendilerini çoğunluk hale getirmeye çalıştıkları gerçek plânlı soykırım bilgi ve belgelerle ortaya konulmaktadır.

Bu yazının bir amacı da, Ermeni iddialarına karşı, devlet adamlarımıza, gençliğimize, Türk milletine temel bilgi ve bilinç kazandırmak, tarihi gerçekleri saptıran Ermeni iddialarını etkisiz kılacak cevapların verilebilmesini sağlamaktır.

 

ARMENIAN GENOCIDE CLAIMS

The claims pertaining to Armenian genocide have been frequently debated both in the Eurepan countries and the US, and in some of these countries these claims are often met with approval. Therefore the Turkish people are disturbed by these groundless claims.

Some Turkish people are ignorant of the facts and do not realise that they themselves are in fact the right party in the issue.

Some of the Western countries, as they did in the past, are trying to incite hatred between the Turkish and the Armenians with a view to getting some economic and political previleges.

The Armenian diaspora seems to have been successful in reaching its aim, by persuading the people of the world on the existence of such genocide claims and in the process the truths and facts have been deliberately concealed.

However, it has been proved that the Armenians who are claimed to have been forced to leave the region and to have been killed are in fact alive or died of infectious diseases of the day. Moreover, it has long been known that no evidence has been found to accuse the Turks who were exiled to Malta on the grounds that they had killed Armenians. Armenian documents on this issue have been found to be fake.

The reality behind the forcing of Armenians to move was totally different. In fact, they were murdering innocent Turkish people, so they had to be sent away.

In this essay, in response to these groundless claims of genocide, it has been clearly established through documents that it was the Armenians that killed a great many Turkish people, siding with France, Russia and England during World War I and tried to gain independence of the Ottoman Empire.

Another aim of the essay is to inform the Turkish youth, statemen and the Turkish public of the groundless Armenian genocide claims and try to provide an answer to these distorted realities.

Ermeni Sorunu; Göçettirme (Tehcir), Sözde Soykırım İddiaları ve Gerçekler                                                                            

Ermeni soykırım iddialarının yoğun olarak gündeme getirildiği bir dönem geçirmekteyiz. Hedef Türkiye ve Türk Milleti. Amerika Birleşik Devletleri ile Avrupalı ülkeler parlamentolarında, Ermeni iddialarını gerçekmiş gibi ciddiye alarak, bu konuda Türkiye aleyhine hazırlanan tasarıları görüştüler. Hatta, Fransız Parlamentosu’nun Türkiye’yi rahatsız eden kararı diğer bir kısım Avrupa devletleri parlamentoları tarafından takip edildi. Son günlerde İsviçre ve Belçika, savunma hakkını çiğneyen çağdışı bir kararla “soykırım yoktur” diyenleri tutuklama kararı aldılar (son günlerde Belçika bu kararından vazgeçti). Bazı Avrupalı devletlerle A.B.D. parlamentoları, daha önce de, bu dayanaksız iddiayı her fırsatta gündeme getirerek, Türkiye’ye, devlet ve millet olarak, bu haksız ithamların huzursuzluğunu yaşattılar ve yaşatmaya devam ediyorlar.

Türk Milleti veya biz Türkler, gerçekte, yeni bir devlet ve yeni bir nesil olarak, gerçekleşmiş olsa bile böyle bir olaydan sorumlu tutulamayız. Ama, bu ithamlar bizde milletçe büyük üzüntü yaratıyor. Bunun en önemli nedeni, karşı karşıya kaldığımız bu haksız ithamlar ve Ermeni Sorunu hakkında yeterli bilgi sahibi olmayışımızdır. Aynı nedenle, bu yersiz iddiada, çoğu insanlarımız haklı taraf olduğumuzu da bilmiyor ve bu haklı dava gerektiği gibi anlatılabilmiş veya anlaşılmış değil. Asıl önemlisi, uluslar arası alanda (gerçekle ilgisi olmayan böyle bir iddia konusunda aslında gerekmeyen) savunmamızı pek dikkate alan da yok. Bunun nedeni; haklılığımızı bilen, sesimizi duyması gereken Batılı devletlerin bu konuda hissedilir ölçüde önyargılı olmaları ve soykırım itham ve iddiasının altında bir takım kendi beklentilerinin bulunmasıdır. Bir diğer neden de, bugün Ermeni Sorunu veya soykırım iddiasının ortaya atılmasında, yine bu devletlerin yaptıkları kışkırtıcılık ve taşıdıkları tarihi sorumluluk nedeniyle gerçekleri pek iyi bilmelerine karşın, bütün sorumluluğu ve suçu Türk Milleti’ne yıkma gayretleridir. Ermeni diasporası olarak adlandırılan kesimin, (mantıksız bir intikam duygusu ile) gerçekleri gözardı ederek, dünya kamuoyunu aleyhimize çevirme gayretlerinin başarılı olduğu görülüyor. Buna karşılık; kendilerinin de içten içe itiraf ettikleri gibi, soykırım iddiaları gerçeği yansıtmıyor. Bu gerçek dışı iddianın bir diğer olumsuz yönü de, Ermeniler ve destekçileri tarafından, Türkiye aleyhinde uygulamaya konulan arzu ve plânları gerçekleştirmeleri fırsatını vermeyen Türk Milleti’ne karşı bir öfke ve kin yumağı oluşturmasıdır. Öte yandan, geçmişte böyle bir soykırım gerçekleşmiş olsa bile, bugün Türk Milleti’ni bundan sorumlu tutmaya kalkışmak, Batılı devletler ve A.B.D. yönünden, hukukun temel kuralı olan ve sözde bunun ısrarlı takip ve temsilcisi konumunda göründükleri suçun şahsiliği ilkesine ters düşmektedir. Bugün, herhangi bir Türk’ün veya bir kimsenin yaşamadığı dönemde cereyan eden ve gerçek yönleriyle tam bilmediği bir olayı kabule zorlanması hangi akla, mantığa uyar? Şimdi artık yaşamayan ve bu nedenle kendilerini savunamayacak insanlara işlemedikleri bir suçu isnat etmek ise daha büyük bir adaletsizlik ve mantıksızlıktır.

Bu gerçekten yola çıkarak, öncelikle, Ermeniler ve Ermenistan hakkında kısa ve tanıtıcı bilgi vereceğiz. Bunu takiben, Ermeni Sorunu’nun nasıl ortaya çıktığı ve geliştiği üzerinde duracak, Fransızlar’dan, Ruslar’dan ve Batılı diğer ülkelerden destek alan Ermeniler’in Türkler’i nasıl katlettiklerini, yok etmeye çalıştıklarını, o döneme ait bilgi ve belgelerle ortaya koymaya çalışacağız.

Önce Ermeniler ve Ermenistan’ın tarihi hakkında kısaca bilgi vermeye çalışalım. Bazı Ermeni tarihçileri, Ermeni tarihini M.Ö. 2107’de başlatır, bir kısım tarihçi de Ermeniler’in, M.Ö. VII.-VI. yüzyıllarda, bulundukları bölgeye Frigyalılarla birlikte geldiklerini belirtir ve Ermenistan denilen bölgenin yerli halkı olarak kabul ederler.  Urartu Kralı Aramu’dan sonra, bu krala izafeten,  Ermeni adının kullanıldığı ve bu tarihten itibaren bölgede yaşayan halka Türkçe’de Ermenistanlı anlamında Ermeni adının verildiği düşünülmektedir. Fakat, bu adlandırma yalnız bu günkü Ermeni toplumunu kapsamaz1.

Ermenistan, Büyük İskender’in Anadolu Seferi sonrasında, Makedonya’nın bir ili haline geldi. 301 yılında, Ermeni Prensi Tridate III,  Hrıstiyanlığı kabul etti. Zamanla halk ve diğer Ermeni feodal prensler de Hrıstiyanlığı benimsediler2.

Sasaniler-Büyük Roma İmparatorluğu mücadeleleri sırasında da sıkça el değiştirdi. Sasaniler, Ermeni derebeyleri arasındaki çatışmaları destekleyerek, Ermeniler’i kendi hâkimiyetlerinde tutmak politikası güderken, Bizans, Ermeni derebeylik idaresini yıkıp, bölgeye kendi merkezi yönetimini kabul ettirmek politikası gütmüş, bu plân gereğince, doğudaki derebeyleri ve Ermeni halkı iç bölgelere nakledip yerleştirmişti3.

637’den itibaren, Ermenistan, Arap İslâm orduları tarafından istilaya başlandı. 657’de Muaviye’ye başvurarak Emeviler’e bağlanmayı kabul ettiler. Bu bağlılık 970 yılına kadar sürmüş, daha sonra Ermenistan, yeniden güç kazanan Bizans’ın hâkimiyeti altına girmiştir4.

Basileos II. (975-1025) döneminde daha da güçlenen Bizans, Vaspuragan Bölgesi Krallığı başa olmak üzere, Ermeni Krallık ve Prensliklerini topraklarına kattı. Malazgirt Savaşı sonrasında bir Ermeni topluluğu, Bizans hâkimiyetinin zayıflamasından yararlanarak Adana ve çevresine (Kilikya’ya) göçetti ve yerleşti. Burada, Küçük Ermenistan, Kilikya Ermeni Krallığı veya günümüzde bağımsız olduğu ileri sürülmekle birlikte, hiçbir dönemde bağımsız olamayan Kilikya Tâbi Ermeni Baronluğu kuruldu. I. Haçlı Seferi’nde, Haçlılar tarafından bir askerî üs ve istihbarat merkezi olarak kurulan bu Baronluk, 1095-1375 yılları arasında zaman zaman Bizans, Moğollar, Memlûkler ve daha çok Türkiye Selçukluları’na bağlı kalarak varlığını sürdürdü. Haçlı Seferleri başarılı olamayınca savunma desteğinden yoksun kalan ve Türkiye Selçukluları ile Memlûkler karşısında ağır yenilgiler alan Kilikya Tâbi Ermeni Baronluğu, Memlûkler’e karşı plânlanan bir deniz harekatı için limanlarını Moğollar’ın emrine verdiğinden, 13 Nisan 1375’te Memlûkler tarafından ortadan kaldırıldı 5.

Adana ve çevresi 1516’da Osmanlı idaresine alındığı sırada, Doğu Anadolu’da 470 yıl, Kilikya’da ise 150 yıldır hüküm süren bir Ermeni Krallığı veya prensliği bulunmuyordu. Millet olarak Ermeni Milleti’nden de söz edilmiyordu. XVI. yüzyılın ilk yarısına ait hiçbir yazılı kaynakta da bir Ermeni devleti veya milletinin adı geçmemektedir6.

Bir süre sonra Fransa, İngiltere, Rusya ve Amerika Birleşik Devletleri, Osmanlı vatandaşı Ermeniler arasında giriştikleri misyonerlik faaliyetleri ile Katolik, Ortodoks ve Protestan mezheplerini yaymaya başladılar ve bu toplumu Osmanlı yönetimi ve Türk halkından soğutmaya çalıştılar7.

Rusya’nın, Ermeni Sorunu’nu ortaya atmaktaki amacının ne olduğu? sorusuna verilecek cevap: Ermeni Sorunu’nu öne çıkaran devletlerin başında gelen Rusya’nın, özetle, bölgedeki Hrıstiyan halkı ve Ermenileri koruyormuş gibi davranarak, Doğu ve Güneydoğu Anadolu’daki Osmanlı topraklarını ele geçirmek, Akdeniz’e inme plânını gerçekleştirmek amacını taşımakta olduğudur. 13 Şubat 1878’de bir dilekçe ile Rus Çarı ve Başbakan Gorçakof’a başvuran İstanbul Ermeni Patrikliği’nin tutumu Rusya’nın hedefine uygun düşmüş, Ermeni Sorunu’nu yeniden ortaya atarak koz olarak kullanmasına yardım etmiştir. Patrik Nerses, Eçmiyazin Katogikosu’na gönderdiği bir mektupta: “Ermeniler’in, Türkiye’nin Asya kısmına sahip olabilmesi konusunda Rusya’nın himayesine muhtaç olduklarını”, yazmıştı. Buna karşılık; Ayastefanos Antlaşması’nda kendilerine muhtariyet verilmesi konusundaki Ermeni istekleri, bu isteğin kendi sınırları içindeki Ermenilere örnek olmasından çekinen Rusya tarafından reddedilmişti8. Ama, bu başvuruyu iyi değerlendiren Rusya, Ermeniler’e bağımsızlık vadederek, Birinci Dünya Savaşı’nda, Osmanlı vatandaşı olan Ermeniler’in desteğini almayı da başardı.

İngiltere’nin Ermeni Sorunu konusundaki politikası ve amacı ise;

1791’denberi izlediği Osmanlı Devleti’nin toprak bütünlüğünü koruma politikasını değiştirmiş olan İngiltere, bu devleti parçalayarak toprakları üzerinde kendisine bağlı millî devletler kurmayı düşünmekte idi. Yine de İngiltere, 1877-1878 Osmanlı-Rus Savaşı’na kadar Osmanlı Devleti’nin toprak bütünlüğünü korumak politikasını sürdürmüştür. Bu savaşta Osmanlı Devleti Rusya’ya yenilince, İngiltere’de ‘artık bu devlet ayakta kalamaz’, düşüncesi hâkim olmuştu. Böylece İngiltere, yeni politik anlayışında Ermeni Sorunu’na yer vermeye başladı. Bunun başta gelen bir nedeni, 1877-1878 Osmanlı-Rus savaşı sırasında, kuzeydoğu Anadolu’da bazı Türk şehirlerini işgal eden Rusya’nın, bölgede yaşayan Ermenileri bağımsızlık vaadiyle Osmanlı Devleti’ne karşı kışkırtmasıdır. 13 Temmuz 1878’de imzalanmış olan Berlin Antlaşması’nı takiben; Rusya’nın, Akdeniz’e inmek konusundaki hedefini bilen, Ermenileri korumak bahanesiyle Doğu Anadolu’yu Balkanlara benzetmesinden ve savaşta kazandığı topraklardan yararlanarak nüfuzunu İskenderun, Mezopotamya ve Basra Körfezi’ne yayarak, en önemli sömürgesi Hindistan yolu ve Süveyş Kanalı’nın güvenliği açısından tehdit oluşturmasından çekinen ve Mısır’ın işgalini düşünen İngiltere, uluslar arası kamuoyunun dikkatini başka bir yöne çekmek ve bölgede tehlikeli olabilecek bir Rus nüfuzu ve hâkimiyetine karşı, doğuda sözde bağımsız bir Ermenistan’ı kendisi kurmayı yeğlemiş ve yine kendi amacı doğrultusunda kullanmak üzere Ermeni Sorunu’nu ön plana çıkarmıştır9. İngiltere’nin bu yeni politikası, Osmanlı Devleti’ni Rusya karşısında yalnız bırakmış, Osmanlı-Almanya yakınlaşmasına ve İngiltere’ye karşı blokta yer alan Osmanlı Devleti’nin çökmesine yolaçmıştır.

Fransa’nın, Ermeni Sorunu’ndaki tutumuna ve amacına gelince; Fransa sömürge ve çıkar elde etmek peşinde idi. Bu amacını gerçekleştirebilmek gayesiyle Ermeniler’i piyon olarak kullanmak istiyordu. Fransızlar’ın bu girişimlerinin temeli Haçlı Seferleri’ne dayanmaktaydı. Haçlı Seferleri sırasında Fransız soyluları, Anadolu’da Urfa ve Antakya Haçlı Kontlukları’nı kurmuşlardı10. Ermeni toplumuna bağımsızlık vadeden Fransa, bu vaadiyle, onları kendi amaçları doğrultusunda kullanmak konusunda da başarılı olmuştur.

Fransa, 1630’dan itibaren, kendi çıkarları uyarınca Ermeniler arasında Katolikliği yaymaya başladı. Siyasî ve ticarî amaçlarla yapılan bu propaganda, Osmanlı topraklarında fesat yuvaları oluşturdu. Kral XIV. Louis (1638-1715) döneminde, Fransa, önce Katolikleştirdiği Lübnan’daki Maruniler’i, daha sonra 1740’ta, Osmanlı vatandaşı Katolikleri himaye hakkını resmen aldı. Rusya da 1774 Küçükkaynarca Antlaşması ile Osmanlı Devleti’nde yaşayan Ortodoksları himaye hakkını aldı. İngiltere ve A.B.D. ise, dini cemiyetler aracılığıyla, Osmanlı vatandaşı Ermeniler’e Protestanlığı benimsettiler.

Daha yakın tarihlere geldiğimizde, Fransa’nın, 1915-1916 yıllarında Osmanlı topraklarını paylaşma projesi kapsamında gerçekleştirilen gizli antlaşmalara dayanarak, Mondros Mütarekesi sırasında, bu gizli antlaşmalar gereği Suriye ile Suriye’nin bir parçası olarak gördüğü kuzey dağlık kesimde Kilikya olarak adlandırdığı (sınırı belirsiz bir bölgeye dahil ederek) Adana, Antakya Gaziantep, Şanlıurfa ve Kahramanmaraş taraflarını, askerî açıdan, doğal yapıya uygun gördüğü ve  Suriye’yi savunmak için bu bölgeyi elinde tutmak istediği anlaşılmaktadır. Fransa, zengin bir tarım, ticaret ve maden bölgesi olan yöreden elde edeceği ürünü ihraç etmek düşüncesiyle, Şam, Halep, Bağdat Demiryolu, Toros Geçitleri ve İskenderun Limanı’nı da elde tutmak istemiştir. Hatta Fransa, bu nedenle, gizli antlaşmalar gereği elinde tutması gereken petrol bölgesi Musul’u, (yine petrol ihraç etmek istediği) İskenderun limanını almak isterken, İngiltere’ye kaptırmıştı. Fransa  bu dönemde de, Haçlı Seferleri döneminden beri ilgilendiği bölge üzerinde tarihî hakları olduğunu iddia etmeyi sürdürdü11.

Rusya, İngiltere ve Fransa’nın, Ermeni Sorunu konusunda takip ettikleri politikalar ve faaliyetleri zamanla olumsuz sonuçlarını göstermeye başladı. XIX. yüzyıla kadar sakin bir hayat geçiren, ticaret ve sanayi ile uğraşan ve devlet hizmetlerinde kullanılan Gregorian mezhebine bağlı Osmanlı Ermenileri’nden Katolik olanlar kendilerini Fransız, Ortodokslar Rus, Protestan olanlar da İngiliz ve Amerikalı gibi görmeye başladılar. Fransız İhtilâli’nin de Ermeni gençleri üzerindeki etkisiyle, 1839 Tanzimat Fermanı’nı takiben, Ermenilik ve Ermenistan’ı diriltme çalışmaları başlatıldı. Böylece Ermeniler, XIX. yüzyılın ikinci yarısında, Hrıstiyan bir topluluk olarak, Avrupa gündeminde yer alma çabasına giriştiler. Rusya, İngiltere ve Fransa gibi, Emperyalist devletler de takip ettikleri çıkar politikasını gerçekleştirmek yolunda Ermeniler’i kullanmayı düşündüler. Gerçekleştirmeyi istemedikleri halde ‘Bağımsız Ermenistan’ kurmak vaadinde bulundular. Ermeniler de, bu hayali vaadlere kanarak, adı geçen devletlerden aldıkları taktiklere uygun hareket ettiler. Ermeni Sorunu’nun, 1877-1878 Osmanlı-Rus Savaşı’nı Osmanlı Devleti kaybettikten sonra daha da güç kazanması bunun önemli bir sonucu idi. Nitekim, 1878 Berlin Antlaşması’na konulan bir madde ile, Ermeni adı ilk kez uluslar arası bir antlaşmada yer aldı. Bu arada; savaş sona erdiğinde, Osmanlı vatandaşı olan İstanbul Ermeni Patriği Nerses Varjabedyan, Eçmiyazin katolikosluğu kanalıyla Ruslar’dan, Doğu Anadolu’da ele geçirdikleri Osmanlı topraklarını geri vermeyerek ilhak etmelerini ya da Bulgaristan’daki gibi özerklik verilmesini, bu da olmazsa Ermeniler lehine yapılacak bir ıslahat gerçekleştirilene kadar Rus kuvvetlerinin bu topraklarda kalmasını istemiştir. Doğu Anadolu’daki bu Rus işgali, Osmanlı Ermenileri üzerindeki Rus etkisini arttırdı. Rus kuvvetleri içinde görevli Ermeni subaylar: “Balkanlar’daki Hrıstiyanlar gibi, Ermeniler’in de muhtar bir idare kurarak Osmanlı Devleti’nden ayrılabilecekleri” fikrini aşıladılar. Yukarıda belirtildiği üzere, Rusya himayesinde Doğu Anadolu’da kurulacak bir Ermenistan’ın, Basra Körfezi ve Süveyş Kanalı ile önemli sömürgesi Hindistan yolu güvenliğini tehlikeye düşüreceğini gören İngiltere, Osmanlı Devleti’nden Kıbrıs’ı almak karşılığında, Ayastefanos Antlaşması hükümlerini uygulatmadı. Berlin Konferansı’nı toplayarak, Berlin Antlaşması hükmünce Rusya’nın, Kars, Ardahan ve Batum dışındaki Osmanlı topraklarından çekilmesini sağladı. Ermeni ıslahatının da bunu takiben ve Avrupalı 5 büyük devlet tarafından yapılması kararı alındı. Osmanlı Devleti’nin toprak bütünlüğünü korumak politikasını terketmiş olan İngiltere, bu topraklarda kendisine dost küçük devletler kurarak, Rusya’ya karşı tampon olarak kullanmak düşüncesiyle Doğu Anadolu’nun en küçük yerleşim birimlerine bile konsolosluklar kurdu. Okullar açtı ve misyonerler gönderdi. Rusya ise; Doğu Anadolu’yu doğrudan kendi topraklarına katmak ve bunun için Ermenileri kışkırtarak kullanmak politikasını sürdürmekteydi. Böylece, Doğu Anadolu’da İngiltere ve Rusya’nın, Ermeniler üzerindeki nüfuz mücadelesi hız kazandı12.

Rusya, İngiltere ve Fransa’nın takip ettikleri politikaların ortaya çıkardığı gelişmelerin etkisiyle; Ermeniler, bağımsızlığı amaçlayan bazı cemiyetler kurdular. Yerel olarak Kara Haç ve Armenakan komiteleri Van’da, Vatan Koruyucuları cemiyeti ise Erzurum’da faaliyete başladılar. Fakat bu komiteler Osmanlı Ermenileri’ni kışkırtmak konusunda beklenen etkiyi sağlayamayınca, bu kez Rus Ermenileri’ne Osmanlı toprakları dışında kurdurulan ve adı ön plâna çıkan iki cemiyetten Hınçak komitesi 1887’de Cenevre’de, Taşnak komitesi ise 1990’da Tiflis’de faaliyete geçirildi. Belirlenen hedef: Osmanlı Ermenileri’ni kurtarmaktı. Osmanlı Hükümeti ve Türkler hedef (düşman) olarak gösterildi. Hedefe uygun olarak Anadolu’da kışkırtma yoluyla isyanlar çıkarılırken, yöntem olarak teröre ağırlık verildi. Osmanlı ülkesine dışarıdan gelen komiteciler, bunları plânlamakla yetinmediler. Osmanlı Hükümeti için çalıştığını düşündükleri Ermeni ve Türkler’i başarabildikleri ölçüde katlettiler. Bu isyan ve öldürme olayları Ermeni komiteleri, Batılı devletlerin konsoloslukları, Hrıstiyan misyonerler ve Batı basını tarafından gerçeğin tam aksine, Hrıstiyan Batı kamuoyuna: “Hrıstiyan masum Ermeniler, Türkler tarafından katlediliyor”, biçiminde yansıtıldı. Bununla gerçekleştirilmek istenen önemli bir amaç ta Batılı büyük devletleri Osmanlı Devleti’ne karşı silâhlı bir mücadeleye çekmekti. Ayrıca; bu cemiyetler, yayınladıkları dergilerle, Avrupa ülkeleri kamuoyunda taraftar kazanmaya, bir Ermeni Problemi bulunduğu görüşünü yaymaya çalıştılar13.

Ermeniler, Doğu Anadolu’yu ‘Batı Ermenistan’ olarak tanımlıyor ve kendi toprakları olarak görüyorlar. Türkler’in, topraklarını aldığını iddia ediyor, bir bakıma Türkiye’nin, bu toprakları kendilerine bırakmasını istiyorlar. Buna karşılık; yukarıda verilen bilgilerde görüldüğü üzere, Türkler, Doğu Anadolu topraklarını iddia edildiği gibi Ermeniler’den değil, Bizans’tan almışlardır. Selçuklu Türkleri, 1043 yılından itibaren Anadolu’ya geldikleri zaman, Ermeni Kral ve Prensleri Bizansla yaptıkları anlaşma gereği, Anadolu’nun iç kısımlarına yerleşmiş, Bizans’ın hâkimiyetini kabul ederek krallık ve prenslik ünvanlarından vazgeçmişlerdi.

Sadık millet (tebaa) olarak tanınan Ermenilerle ilişkilerin ne zamana kadar iyi gittiği ve niçin bozulduğu konusunda bir süre vermek gerekirse, bazı küçük Ermeni ayaklanmaları dışında ilişkilerin 650-700 yıl kadar iyi gittiği söylenebilir. Fransa, Rusya, İngiltere ve A.B.D.’nin, yukarıda belirttiğimiz misyonerlik faaliyetleri, Osmanlı Devleti’nin eski gücünü kaybetmesi ve Ermeniler’in bundan yararlanıp, adı geçen devletlerin desteğini sağlayarak bağımsız devlet kurma isteği Türk-Ermeni ilişkilerinin bozulmasına yolaçmıştır. İlişkilerin bozulduğu dönem XIX. yüzyıl sonlarıdır. Sadık millet deyimi üzerinde de durmak yerinde olacaktır. İlişkiler iyi iken, Ermeniler devlete hizmet etmiş, Türk tarafı da bunu iyi karşılayıp güven duygusunu belirtmek için, Sadık millet olarak tanımladığı Ermeniler’e, mebusluk, paşalık gibi, devletin en üst kademesindeki görevleri vermekte bir sakınca görmemiştir. Ama, Osmanlı Devleti zayıflayınca, dışarıdan da destek sağlayan Ermeniler, Osmanlı topraklarında kendileri devlet kurmak istemiş, sadık denilen, güvenilen bu Ermeni mebus ve paşalar, Ermeni halkı silâhlandırarak, isyana sürüklemiş ve Türk halkının katledilmesinde büyük rol oynamışlardır. Böylece, iki halk arasındaki güven duygusu, yerini güvensizliğe terketmiştir. Son zamanlarda ise; Ermeniler: Biz sadık ve masûm bir millettik, Türkler acımasızca bizi katlettiler, diyerek, sadık, mazlûm ve masûm bir milletimajı yaratmış, Türkler’e karşı işledikleri cinayetlerin etkisini azaltmak amacıyla, dünya kamuoyuna; sadık, uyumlu ve masûm bir topluluk oldukları, halde Türkler tarafından katledildiklerini kabul ettirmeye çalışmışlardır. 

 1877-1878 Osmanlı-Rus Savaşı’nın Ermeni Sorunu’na etkilerine gelince; Osmanlı Devleti, bu savaş sonunda büyük ölçüde toprak kaybetti. Rus ordusu batıda Yeşilköy’e, doğuda Erzurum’a kadar geldi. Bu dönemde Ermeniler, Osmanlı Devleti ile savaşan ülkelerle ortak hareket ederek, onlara gizli raporlar ulaştırdılar, casusluk, klavuzluk yaptılar. Osmanlı Devleti’nin 1877-1878 savaşında yenilmesini ve zayıflamasını fırsat bildiler. Osmanlı’nın yıkılacağını, bölüneceğini düşünerek, kendilerine pay çıkarmak istediler. Rusya, 1877-1878 savaşını başlatırken, hedefini belirlemiş, Osmanlı’dan doğrudan doğruya toprak kazanmak yerine uydusu haline getirmeyi düşündüğü Islav Devletleri kurarak, bunlar arasından Akdeniz’e inmeyi planlamıştı. Rusya’nın Balkanlar’daki propaganda siyaseti bir kuşağın yetişeceği bir sürede yoktan bir halk yaratmaya yönelmişti. Bulgar dili yeniden canlandırılmaya çalışıldı. Fakat, Bulgar sosyal yapısı ayrılıkçı bir harekete hazır olmadığından isyanı başlatmakta zorluk çekildi. Türk çeteleri Bulgar İsyanı’nı 15 gün gibi kısa bir sürede bastırınca, Rusya, kısa bir askerî işgal dönemini takiben, Rus ordusu çekildikten sonra da Bulgar Prensliği’ni kendi başına yönetimi sağlayacak bir güce kavuşturmayı hedefledi. 1876’larda Bulgaristan, mevcut din ve ırk ayrımları nedeniyle ulusal bir devlet kimliği kazanmaktan uzaktı. Türk-Müslümanlar’ın nüfusu Bulgar nüfusuna eşitti. Bu nedenle, ulusal bir Bulgar Devleti’nin kurulması da güç görünüyordu. Bu dönemde, Ruslar tarafından kurulan ve Bulgar topraklarına taşınan Bulgaristan Millî İdare Teşkilâtı çözüm için iki temel ilke belirledi: 1) Nüfus Devrimi. 2) Toprak Devrimi. Bulgaristan’da, iki yıllık Rus işgali sırasında, Nüfus Devrimi’nin ne olduğu ve nasıl gerçekleştirildiği Bulgaristan Mülkî İdare Teşkilâtı’nın başındaki Prens Çerkaşki’nin Rusya Harbiye Bakanı Milyütin’e yazdığı: “Bu bir ırkı (burada Türk ırkını) yoketme savaşıdır”, sözlerinde ifadesini bulmaktadır. Bu hedefe 4 aşamada ulaşılmıştı: 1) Önce, işgal edilen yerlerdeki Türk- Müslüman halk silâhtan arındırıldı. 2) Buna karşılık Bulgarlar silâhlandırıldı. 3) Silâhsız kalan Türk halkı üzerine Don Kazakları saldırtıldı. 4) Rus ordusu Türk halkına saldırdı. Göçen Türkler’in boşalttığı köyler Ruslar tarafından işgal edildi. Bulgarlar göçmekte geç kalan Türkler’i kılıçtan geçirip, evleri yağmaladılar ve köyleri yaktılar. Böylece, nüfus dengesinde oluşan bu değişim, gelecekteki görüşmelerde Bulgarlar’a güç verecekti ve öyle de olmuştur. Rusya ve Ermeniler, Doğu Anadolu’da da aynı plânı uygulamaya koydular.  Ermeniler, 1894 yılından itibaren etkili isyanlar başlattılar. Türkler’den ileri gelen bazı kimseleri öldürerek, Türkler’i kışkırtıp karşılık vermelerini sağladılar. Avrupa’da, Türkler Ermeniler’i katlediyor haberleri yayıldı. Gerçekte, Ermeniler Türkler’i katlederek sayılarını azaltmak ve kendi nüfus oranlarını yükselterek, azınlık olmaktan çıkıp, çoğunluk olmak istediler. Dış destek sağlayarak, Osmanlı topraklarında bağımsız bir devlet kurmaya çalıştılar14.

Birinci Dünya Savaşı sırasında Türk-Ermeni ilişkilerine bakacak olursak; Osmanlı Devleti, Ekim 1914’te Birinci Dünya Savaşı’na katılmadan önce, Haziran 1914’te Erzurum’da, Ermeni Taşnaksütyun Partisi Kongresi sonunda: Osmanlı Devleti’ne mümkünse savaşta tarafsız kalması çağrısı yapılmış, savaş çıktığı takdirde de Ermeniler’in Osmanlı Devleti’ni destekleyeceği bildirilmişti. Aslında, Birinci Dünya Savaşı başlamadan önce, Ağustos 1914’te, Enver Paşa başta olmak üzere Osmanlı yetkilileri, Ermeni ileri gelenleriyle görüşmüş, bir savaş halinde Rusya’ya karşı Osmanlı tarafında yer almalarını istemişti. Ermeni ileri gelenleri ise, tarafsız kalacaklarını bildirmişlerdi. Ama, Ruslar’ı desteklemek düşüncesinde oldukları anlaşılıyordu. Çar Nikola II.’de Kafkasya’ya gelerek, Ermeniler’e, Kafkasya ile Doğu Anadolu’daki Osmanlı topraklarında bağımsız bir devlet kurmak sözünü vermişti. Çar Nikola: “Dünyanın her yerindeki Ermeniler, kanlarıyla Rus kuvvetlerinin zaferine hizmet etmek üzere, şanlı Rus ordusunun saflarına katılmaya koşuyorlar… Rus bayrağı Çanakkale ve İstanbul Boğazları’nda özgürce dalgalansın. Türk boyunduruğu altında yaşayan halklar hürriyetlerine kavuşsun. İsa’ya inandıkları için acı çektirilen Türk Ermenileri, Rus himayesi altında yeni bir hür hayata kavuşsun”, açıklamasını yapmıştı. Bunu takiben, Tiflis’teki Ermeni Millî Bürosu, yayınladığı bir bildiri ile: “Türkiye’de yaşayan ve dünyanın her yanından bölgeye akın eden Ermeniler’in, Rus zaferi için kanlarını akıtmaya hazır olduklarını, Türkiye’deki Ermeni halkın Rus himayesi altında özgürlük kazanacağı”, inancını taşıyan bir bildiri yayınladı. Ermeni azınlık, Çar kuvvetlerine katılma ve Osmanlı ordusunu arkadan vurma plânları hazırladı.

Birinci Dünya Savaşı sırasında, Ermeni toplumu içinden özellikle din adamları, lider yöneticiler ve Ermeni komitelerinin bu görevi üstlenerek Osmanlı Devleti toprakları üzerinde bağımsızlık kazanmak umuduyla Rusya, İngiltere ve Fransa’nın yanında yer aldıkları ve Ermeni toplumunu Osmanlı Devleti yönetimine karşı yönlendirip örgütledikleri ortadadır. Buna karşılık; Doğu Sorunu çerçevesinde, zaten Osmanlı topraklarını paylaşmak için aralarında anlaşmış olan Fransa, Rusya ve İngiltere, Birinci Dünya Savaşı sırasında yaptıkları gizli antlaşmalarla kendi aralarında bu paylaşımı plânlarken, Osmanlı toprağından bir yer ayırmadıkları Ermeniler’i, kendi emellerini gerçekleştirmek yolunda maşa olarak kullanmışlardır. Bağımsızlık kazanmak konusunda bu savaşın kendileri için büyük bir fırsat olduğunu düşünen  Ermeniler ise, yukarıda adı geçen devletlere gönüllü olarak hizmet etmişler, yukarıda da belirtildiği gibi, raporlar vermiş, casusluk, rehberlik yapmış ve hatta, Türk Milleti’nin kanıyla birlikte kendi kanlarını da dökmüşlerdir15.

1 Kasım 1914’te, Osmanlı Devleti savaşa girince; Doğu sınırındaki Osmanlı ordusunda görevli Ermeni subay ve erler, birliklerinden kaçarak Rus ordusuna katıldılar. Erzurum Milletvekili ve Ermeni Generallerinden Garo Pastırmacıyan ile Van Milletvekili Papazyan da bunlara katıldılar. Asker kaçağı Ermeniler’i silâhlandırdılar. Osmanlı ordusu arkadan vuruldu. Türk köyleri ateşe verilerek yakıldı. Ermeni kaçaklar, karşılaştıkları Türkler’i silâh, süngü, kama ve her türlü vasıta ile katlettiler. Erzurum, Van ve Doğu Anadolu’nun Rus-Ermeni saldırısına uğrayan diğer yerlerinde sokaklar Türk-Müslüman kadın ve çocuk ölüleri ile dolmuştu. Kadınların memeleri ve mahrem yerleri kesilmiş, duvarlara çakılmıştı. Karınları deşilen yarı çıplak kadın cesetleri yolların iki tarafına dizilmiş, telgraf tellerine çocuk başları asılmıştı. Rus subay ve erleri bile, Ermeniler’in Türk halkı katlederken sergilediği vahşetten dehşete kapılmışlardır. Osmanlı vatandaşı olan Ermeniler, devlete karşı da ayaklanıp, düşmanla işbirliği yaparak Türk kuvvetlerini arkadan vurdular. Nisan 1915 sonlarında, yukarıda anlatılana benzer şekilde,Türk halkını öldürerek Van’ı ele geçiren Ermeniler, şehri Rus ordusuna teslim ettiler16.

 

Birinci Dünya Savaşı sırasında, Rusya ile savaşan Osmanlı kuvvetlerinin Ermeniler tarafından arkadan vurulduğu bir iddia değil gerçektir. Başta Ermeni kaynakları olmak üzere, Rus ve Fransız kaynakları da bu gerçekleri kanıtlayan bilgiler vermektedirler. Yukarıda Erzurum Mebusu ve Ermeni Generali olduğunu belirttiğimiz Garo Pastırmacıyan, amaçlarını gerçekleştiremeyince gittiği Amerika’da, 1918’de yayınladığı anılarında Ermeni ordusunu nasıl oluşturduklarını, savaşta Osmanlı kuvvetlerine ve sivil Türk halka karşı davranışlarını yazarak anlatmıştır. Agopyan ise; Ermeniler ve Savaş adlı kitabında Ruslar’a nasıl yardım ettiklerini belgeler vererek kanıtlamıştır. Osmanlı Devleti’nin Paşa rütbesi verdiği Boghos Nubar, Birinci Dünya Savaşı sonrasında Paris Barış Konferansı’na bir Ermeni Heyet Başkanı ve temsilcisi olarak katılmıştı. O sıralarda Fransa Dışişleri’nin ‘olağanüstü yetkili’ Bakanı Monsieur Gout’a yazdığı ve Fransız arşivinde bulunan mektubunda: “Sayın Bakan… Ermeniler, savaşın başındanberi savaştılar…”, demektedir. Osmanlı Meclisi’nde Van Mebusluğu yapan Papazyan yayınladığı bildiride: “Kafkasya’da gönüllü Ermeni alaylarının hazır bulundurulmasını, bunların Rus ordusunun öncüleri olarak Ermeniler’in yaşadıkları bölgelerdeki kilit noktaları ele geçirmelerini ve hemen Anadolu topraklarında ilerleyecek Ermeni alayları ile birleştirilmesini”, istemiştir. II. Meşrutiyet’in ilânı nedeniyle Osmanlı ordusuna alınmış olan Ermeniler, silâhlarıyla firar ederek çeteler kurdular veya Rus ordusuna katıldılar. Bu amaçla Ermeni ve misyonerlerin ev, okul ve kiliselerde sakladıkları silâhlar ortaya çıkarıldı. Askerlik şubeleri basılarak yeni silâhlar sağlandı. Osmanlı kuvvetlerinin harekâtı engellendi ve arkadan vuruldu. Köprüler, yollar tahrip edilerek ikmal yolları kesildi. Yaralı konvoyları pusuya düşürüldü. “Kurtulmak istiyorsan önce komşunu öldür”, emri gereğince, yukarıda belirtildiği gibi, erkekleri cephede savaşan Türk şehir, kasaba ve köylerindeki savunmasız yaşlı, kadın ve çocuklar katledildi. Buradan çıkan sonuç şudur: Osmanlı vatandaşı Ermeniler, kendi devletleri durumundaki Osmanlı Devleti’ne ve Türk halkına karşı savaşmışlardır. Bırakalım geçmişi, bugün bir topluluk, vatandaşı olduğu bir devlete karşı savaşırsa ne olur? Buradan “soykırıma uğratılır”, sonucuna varmak yanlış olur ama, yaptığının yanına bırakılacağını da kimse söyleyemez. Ermeniler’in bu davranışının amacı, galip gelen devletler yanında savaştıklarını belgelemek ve toprak talebinde bulunmaktı. Nitekim, bazı anı kitapları ile birlikte bir çok belgede de bu amaçlarını açıkça ifade etmişlerdir. Bir diğer Ermeni kaynağında Fransızlar’ın Ermeniler’e nasıl davrandığı, piyon olarak kullandığı şöyle anlatılmaktadır: “Onların (Fransızlar’ın) tapındığı üç rengin (Fransız bayrağının renkleri olan mavi, kırmızı, beyaz) altında toplanmış şu gönüllülerin… pek çoğu Amerikadaki rahatlarını terketmiş, ailelerinden yaşayanları bulmak ümidiyle gelmişti. Fakat, şimdi bu gönüllüler, hain Fransız diplomasisinin alçakça emelleri için kurban ediliyorlar… Fransızlar, peşlerinden gelen Ermeniler’e engel olmamakla birlikte, açlıktan ölmek üzere olanlara ne ekmek verdiler ne de dönüp baktılar. Kâh sağa kâh sola ittiler, ya da onları isyana teşvik ettiler…”. Bir Fransız yazarın 1926’da Paris’te basılan kitabında ise: ”Savaş sırasında Ermeniler bizim söylediklerimizi yaptılar… Türkler, onların yerini değiştirmekte haklıydılar”, satırları yer almaktadır17.  

Ermeniler’in, Birinci Dünya Savaşı başlayınca, Osmanlı Ordusunu arkadan vurması ve Türk halkını katletmesi karşısında Osmanlı Hükûmeti’nin aldığı önlemlere gelince: Birinci Dünya Savaşı sırasında, Osmanlı Devleti 3-4 cephede savaş içindeydi. Doğu Cephesi’nde Ermeniler’in eylemleri hakkında asker ve sivil yöneticiler başta olmak üzere, çeşitli kanallardan bilgiler geldiğinde Enver Paşa Başkomutan, Talat Paşa İçişleri Bakanı (Dahiliye Nâzırı) idi. Bu arada, Rus ordusu da, Kafkasya’dan harekete geçtiği andan itibaren, bir milyona (1.000.000) yakın Türk’ü önüne katmış, perişan bir halde Anadolu’ya sürmüştü. Enver Paşa, bu gelişme karşısında ne yapılabileceğini düşünmüş, Talat Paşa’ya: “Türkler’in Kafkasya’da boşaltmak zorunda bırakıldığı yerlere Osmanlı’ya sadık kalmayan Ermeniler’i gönderip, bunlardan boşalan yerlere Türkleri yerleştirmenin mi, yoksa sadakatsiz Ermeniler’i başka bir bölgeye nakletmek mi gerektiğini”, sormuştur. Bu şekilde başlayan yazışmalar, acil önlem alınması gerektiğini ortaya koymuş: “Böyle devam edemez… Biz bu Ermeniler’den çok zarar görmeye başladık”, aşamasına gelmiştir. Burada devletin ve milletin güvenliği sözkonusudur. İlk önlem olarak, 24 Nisan 1915’te, İstanbul’da yaşayan Ermeni liderlerle, Anadolu’da lider durumunda olup Ermeniler’i kışkırtan ve ihanete sürükleyen (ikiyüz otuzbeşi İstanbul’dan olmak üzere) binüçyüz yirmiyedi Ermeni, Ankara ve Çankırı hapishanelerine gönderildi. İşte Ermeniler, bunların tutuklandığı tarih olan 24 Nisan (1915)’ı soykırım günü olarak ilân etmişlerdir. Gerçekte, bunların başka kimselerle görüşmeleri ve seyahat özgürlükleri kısıtlanmadığı için, bu bir sürgün özelliği taşımıyordu. Hiç birine de zarar verilmemişti. Fakat, Ermeni hareketleri durulmayınca, Osmanlı yönetimi, isyan eden ve Türk kuvvetlerini arkadan vuran Ermeniler’i savaş bölgesinden topluca göçettirerek, devlete ait daha başka bir bölgeye yerleştirmenin gerektiğini anlamıştır. Osmanlı Parlamentosu, Eylül 1915’te, bununla ilgili Göçettirme (Tehcir) Kanunu’nu kabul etti18.

Göçettirme (Tehcir) Kanunu çıkarıldığı sırada Osmanlı Ülkesi’nin durumu şöyle idi: Daha önce belirtildiği gibi, Türk erkekleri 3-4 cephede savaşıyorlardı. Evlerde, köylerde eli silâh tutan erkek kalmamış, bıyığı yeni terleyen delikanlılar bile cephelere sevkedilmişti. Ermeniler, cephelerde Osmanlı ordusunu arkadan vurmuş, Rus ordusuna yardım etmişlerdi. Telgraf tellerini kesmiş, karakollara baskınlar düzenlemiş, isyan eden ve Ermeni halkı da isyana teşvik eden Ermeni çeteciler, yukarıda da verilen bilgilerdeki gibi erkeksiz Türk evlerine ve köylerine baskınlar vererek, yaşlı, kadın ve çocuk demeden, karşılaştıkları Türkler’i hunharca katletmişlerdi. Ermeni komitelerinin, Batılı ülkelerden silâh isteklerine ait başvuru belgeleri bugün arşivlerde bulunmakta ve bilinmektedir. İşte, bu başvurular sonunda aldıkları silâhları, cephe gerisindeki masûm silâhsız Türkler’i katletmekte kullanmışlardır19.

Eylül 1915’te kabul edilen Göçettirmenin (Tehcirin) Kanunu’nun bazı maddeleri özetle şöyledir:

  1. Ermeniler, bulundukları yerlere yakın şekilde belirlenen güzergâhlardan, demiryoluyla, karayoluyla (arabalarla) veya (uygun yerlerde) nehir yoluyla sevkedileceklerdi.
  2. Ermeniler, taşınabilir eşyalarını yanlarında götürebileceklerdi.
  3. Evlerini ve götüremedikleri eşyalarını isterlerse satabileceklerdi. Satmadıkları ev ve eşyaları, devlet koruması altında olacaktı.
  4. Ermeniler’in bıraktıkları evlerine ve eşyalarına elkoymak isteyenler şiddetle cezalandırılacaktı.
  5. Götüremedikleri eşyalar karşılığında, gerektiği takdirde, devlet, Ermeniler’e para, sermaye, âlet ve edevat verecekti.
  6. Göç sırasında Ermeniler’in can güvenliği sağlanacak ve eşyaları korunacaktı.
  7. Göç yolunda, Ermeniler’den rüşvet isteyen, mallarına elkoyan veya namuslarına tecavüzde bulunanlar olursa, Harp Divanı’nda yargılanacak, ağır cezalara çarptırılacaklardı.
  8. Gittikleri yerlerde Ermeniler’in yerleşimi devlet tarafından sağlanacaktı.

Bunlar devlet tarafından alınan önlemlerin ancak bir kısmıdır. Hepsini buraya yazmak uzun yer tutar. Göçettirme ile ilgili diğer bilgiler ve belgeler, hem Osmanlı arşivinde araştırıcıların incelemesine açıktır, hem de Batılı devletlerin ve A.B.D.’nin büyükelçilikleri tarafından kendi dillerine çevrilmiş halde, arşivlerinde yer alan belgelerde bulunmaktadır. Bu devletler, aslında gerçekleri çok iyi biliyorlar. Bir örnek vermek gerekirse: A.B.D.’nin Mersin Konsolosu Edward Natan, 30 Ağustos 1915’te, A. B. D. Büyükelçisi Hanry Morgenthau’ya gönderdiği bir raporda20: “Tarsus’tan Adana’ya kadar bütün hat güzergâhının Ermenilerle dolu olduğunu ve Adana’dan itibaren bilet alarak trenle seyahat ettiklerini, kalabalık yüzünden sefalet  ve çektikleri zahmete rağmen, Hükûmetin bu işi son derece intizamlı bir şekilde idare etmekte olduğunu, şiddete ve intizamsızlığa yer vermediğini, göçmenlere yeteri kadar bilet sağladığını, muhtaç olanlara yardımda bulunduğunu”, belirtmiştir. Bu örnekleri çoğaltmak mümkündür.

Göçettirme (Tehcir)’nin nasıl başlatıldığı, göçettirilenlerin Ermeniler’in hepsinin savaş bölgesinde yaşayanlar mı, yoksa tümünün mü yer değiştirmeye tâbi tutulup tutulmadığı sorusuna gelince: Yukarıda belirtildiği gibi, göçettirilen Ermeniler, bulundukları yerlere yakın güzergâhlara toplanıp, demiryolundan trenlerle, karayolundan arabalarla, nehir yoluyla sallar vasıtasıyla ve bir kısmı da yaya olarak nakledildiler.

Göçettirilenlerin çoğu savaş bölgesi içinden olanlardı ama, savaş bölgesine yakın ve uzak bölgelerden olanlar da vardı. Kesin olan şudur ki; Ermeniler’in hepsi göçe tâbi tutulmamıştır. O dönemde Ermeniler, Hrıstiyan dininin Gregorian, Katolik, Protestan ve belki biraz da Ortodoks mezheplerine mensuptular. Bunlardan Katolik ve Protestan mezhebinden olan Ermenilerle, demiryolu işletmesinde çalıştırılan Ermeniler, aileleriyle birlikte yaşadıkları yerlerde bırakıldılar. Dul kadınlar ve yetim Ermeni çocukları da göçettirilmemiş, köylerde veya yetimhanelerde koruma altına alınmış, bunlara devlet tarafından maddî yardım sağlanmıştır21.

Rusya, göçettirme olayından yakın bir zaman önce, Kafkasya’dan bir milyona yakın Müslüman Türk’ü, aç ve perişan bir durumda Osmanlı topraklarına sürerken, bunlardan yüzbinlercesi yollarda Ermeniler tarafından katledilmiş veya çeşitli nedenlerle ölmüştür.

Savaş bölgesi dışında olmakla birlikte, savaş bölgesine yakın olan Ermeniler’in göçettirilme nedeni daha önce verilen bilgilerden anlaşılacağı gibi, o sırada Ermeniler’in, Anadolu’nun birçok yerinde ‘Genel Bir Ayaklanma’ başlatmış, Osmanlı ordusunu arkadan vurmuş, büyük kısmı yaşlı, kadın ve çocuklardan oluşan cephe gerisindeki Türk halkını katletmiş olmalarıydı. Savaş bölgesi dışındaki yerlerin de düşman eline geçmesi ihtimali vardı. Bu yerlerde de Ermeniler katliama girişebilirdi22

Göçettirilen Ermeniler’in nerelere gönderildiği ve ne kadar süre içinde yerlerine ulaştıklarına bakacak olursak: Bu Ermeniler’in çoğu, o dönemde Osmanlı toprağı olan Halep ve Musul başta olmak üzere, Bağdat, Şam, Filistin, Lübnan’a sevkedildiler. Bir kısmı İran ve Kafkasya’ya kaçtılar. Ermeniler’den bir kısmı ise, daha önce, katıldıkları Rus ordusuyla birlikte geri çekilmiş, bir kısmı da daha önce Kafkasya’ya kaçmıştı. Göçettirilenler aynı zamanda birden yola çıkarılmamış ve bu bakımdan göç süresi birkaç ay sürmüştür.

Ermeni kafileleri, gidecekleri yerlere varıncaya kadar bunları korumak üzere Osmanlı askerleri korumasında yola çıkarıldı. Buna karşılık; başlangıçta korumasız yola çıkarılan bazı kafilelerin, göç sırasında, yakınları Ermeniler tarafından öldürülen Müslüman halk, köylüler, Halep ve Deyr-i Zor kesiminde Kürt aşiretleri, Arap aşiretleri, bazı çeteler ve eşkiya tarafından, önceden düşünülmeyen bir takım saldırılara uğradıkları görüldü. Bunu takiben, kafilelerin korumasız yola çıkarılması yasaklandı. Yani iddia edildiği gibi Osmanlı askerleri, göçeden Ermeniler’e saldırıda bulunmamış, aksine göç yolu üzerindeki askerî ve sivil yetkililer: “Bahsi geçen kasaba ve köylerde yerleşik ve nakli gereken Ermeniler’in yerleşme bölgelerine hareket ettirilmeleri ve yolculukları sırasında rahatları sağlanmalı, canları ve malları korunmalıdır” veya “Filanca kafileye saldırı yapıldı… Saldırı yapılacağı haberi alındı… Biz 500 kişi göndermiştik, akibetini merak ediyorum… gelen habere göre, falanca kafileye yolda saldırı olmuştur…”, ayrıca; “Müslüman ve Ermeni gruplarının karşılıklı katliama girişimlerine yol açacak şekilde yerine getirilmesinden kaçınılmalıdır… Bunların yiyecek ve diğer ihtiyaçları karşılanacak, bu amaçla gerekecek harcamalar göçmenlere ayrılan hükümet tahsisatından karşılanacaktır… Bu kişilerin refahı için gerekli önlemler alınmalı, asayiş ve güvenlikleri sağlanmalıdır… Kamplarda veya yolculuk sırasında göçmenlere karşı bir saldırı vuku bulursa, bu saldırılar derhal püskürtülmelidir…”, şeklinde, komutanlık, valilik ve mutasarrıflık gibi, üst makamlara yazılmış yazılar arşivlerde bulunmaktadır23.

Burada dikkati çekmesi gereken bir yön de, bu Ermeniler’e sadece bir yer değişikliği yaptırıldığıdır. Bunlar ‘Toplama Kamplarına’ gönderilmiş değildir. Oysa, İkinci Dünya Savaşı başlayınca, A.B.D. Hükûmeti daha savaşa girmeden önce, kendi ülkesinde yaşayan Japon asıllı kimseleri toplama kamplarına yerleştirmişti. Üstelik, Japon asıllı bu insanlar, A.B.D.’nin düşmanı olan Japonya ile bir işbirliği halinde değillerdi. 

Göçettirilen Ermeni sayısı hakkındaki bilgi ve belgelere gelince; son araştırmalarda ortaya çıkarılan Osmanlı Arşiv belgeleri öncesinde bu yönde kesin bir rakam vermek oldukça zordu ve nüfus istatistikleri ile tahminlere dayanmaktaydı. Yukarıda adı geçen, Boghos Nubar Paşa, 1919’daki Paris Barış Konferansı sırasında, Fransa Dışişleri Bakanlığı (fevkalâde yetkili) Bakanı Gout’a yazdığı (bir rapor hüviyetindeki) mektubunda:     

                                                                                                                                                                                                                                                                                                                                                                                                                                                                                                                                                                                                                                                             

Kafkasya’da                       

:

250 bin          

İran’da                                 

:

40 bin

Suriye ve Filistin’de          

:

80 bin

Musul ve Bağdat’ta            

:

20 bin 

olmak üzere, üçyüzdoksan bin Ermeni’nin Türkiye’den sürgün edildiği, diğer yerlerdekilerle birlikte sürgüne gönderilenlerin toplam altıyüz bin-yediyüz bin kişiye ulaştığını bildirmektedir. Bunlardan Kafkasya ve İran’daki toplam ikiyüzdoksan bin Ermeni göçettirme dışında Osmanlı topraklarını terkettiğine göre; geriye kalan üçyüzdoksan bin veya dörtyüz bine yakın sayıda Ermeni’nin göçettirmeye tâbi tutulduğu söylenebilir. Yakın zamanda tehcire tâbi tutulan Ermenilerle ilgili araştırma ve incelemeler sonucu ortaya çıkarıldığını belirttiğimiz Osmanlı Arşivi Dahiliye Şifre ve Dahiliye Emniyet-i Umumiye Müdüriyeti’ne ait yeni arşiv belgeleri ve göçettirilen Ermenilerle ilgili kayıtlar da bunu büyük ölçüde doğrulamaktadır24.

Ermeniler, Göçettirme (Tehcir) sırasında kesildiklerini, soykırıma uğradıklarını iddia etmekte iseler de; Osmanlı sınırları içinde olup göçettirilen üçyüzdoksan bin veya dörtyüz bin Ermeni sayısı ile, savaş sonrasında 1919’da, Ermeni delegasyonunun verdiği göçettirilenler sayısı, Osmanlı sınırı dışına çıkmış olan Ermeni sayısı ile toplandığı zaman hemen hemen aynı rakam elde edilmektedir. Osmanlı göçettirme belgelerindeki rakamlarla da büyük ölçüde birbirine yakınlık göstermekte, Ermeniler’in katledildiği, soykırıma uğratıldığı iddialarını çürütmektedir. Ermeniler’in, bir Türk propagandası olarak nitelediği, fakat kesinlikle gerçek olan şudur ki: Sözkonusu üçyüzdoksan bin veya dörtyüzkırk bin kadar Ermeni’den bir kısmı başka bölgelerdeki Osmanlı topraklarına göçettirilirken; dokuz bin-on bin kadarı göç yolunda, az yukarıda da belirtildiği gibi, Kürt aşiretleri, Müslüman halk, köylüler tarafından, Halep ve Deyr-i Zor kesiminde de Arap aşiretleri, bazı çeteler ve eşkiya tarafından öldürülmüştür. Yirmibeş bin-otuz bin kadar Ermeni göçettirme (tehcir) sırasında gıda azlığı, tifo, dizanteri ve salgın hastalıklar nedeniyle ölmüşlerdir. Toplam ellibeş bin-altmış bin civarında bir kayıpları vardır. O dönemde, Devletin elinde hastahane yok, doktor yok, aşı yok, ilâç yok, erkekler cephede olduğundan üretim kıt, yiyecek içecek yoktu. O günkü şartlarda bu ölümler kaçınılmazdı. Bir kısım Ermeni de yola çıkmış olmakla birlikte göçettirmenin durdurulması üzerine, yakınında bulundukları yerleşim merkezlerine iskân edilmişlerdir. Ayrıca, göçettirilmesi gereken birçok Ermeni’nin de Rusya, İran, Batılı ülkeler veya A.B.D.’ye kaçtıkları veya kaçırıldıkları bir gerçektir. Bir diğer gerçek Birinci Dünya Savaşı sırasında, iklim şartları, açlık, kıtlık ve salgın hastalıklar nedeniyle cepheler dışında ölenlerin sayısı, cephede ölenlerden her zaman daha çok sayıda olmasıdır. Benzeri nedenlerden dolayı, Birinci Dünya Savaşı’nda Türk tarafının kaybı iki milyondan fazladır. Resmî rakamlara göre: Rus askerlerinden üçyüzdoksanyedi bin, İngiliz askerlerinden yüzsekiz bin, Fransız askerlerinden ise; yüzyetmişdokuz bin kişi salgın hastalıklardan ölmüşlerdir. Ayrıca; Ermeniler, 1914-1922 yılları arasında, Osmanlı Devleti, Ankara Hükûmeti, Gürcüler ve Azeriler’e karşı 10-11 isyan, savaş ve silâhlı çatışmaya katıldılar. İşgal kuvvetleriyle de işbirliği yapan Ermeniler çok sayıda insanı öldürdüler, kendileri de epeyce kayıp verdiler. Sonra, bu savaşlarda hiç bir Ermeni ölmemiş gibi, ölenlerin hesabını bizden sormaya kalkıştılar. Halbuki, katıldıkları savaşlar ve kayıpları Ermeni belgeleriyle de doğrulanmaktadır25.

Yukarıda göçettirme (tehcir) sırasında ellibeş bin–altmış bin Ermeni’den bir kısmının öldürüldüğü veya salgın hastalık ve benzeri nedenlerle öldüklerini belirtmemize karşılık; Ermeniler birmilyon üçyüz bin ile ikimilyon beşyüz bin arasında Ermeni’nin soykırıma uğradığı iddiasındalar. İddialarını ilk kez ileri sürdüklerinde ise; göçettirme sırasında, üçyüz bine yakın sayıda Ermeni’nin soykırıma uğradığını iddia ediyorlardı. Zamanla bu rakamı yediyüzelli bine, daha sonra birmilyon üçyüz bine ve yakın zamanlara doğru da ikimilyon hatta ikimilyon beşyüz bine kadar yükselttikleri görülmektedir. Verdikleri ilk sayıyı arttırma gayretleri bile yalanlarını ortaya koymaya yeter. Ayrıca; Osmanlı Nüfus İdaresi ve buna yakın rakamların yer aldığı İngiliz kayıtlarına göre; Osmanlı ülkesindeki Ermeni nüfus, 1885 yılı nüfus kayıtlarında dokuzyüz seksensekiz bin sekizyüz seksenyedi kişi, 1914 yılı nüfus sayımında birmilyon yüzaltmışbir bin yüzaltmışdokuz veya birmilyon üçyüz bin kişi ve 1918’lerde birmilyon beşyüz bin kişi olarak geçmektedir. Şayet iki milyondan fazla Ermeni soykırıma uğradıysa, bu durumda, savaş sonunda sayıları bir milyonu aşan Ermeni nüfus nasıl sağ kalmıştır? Ermeniler tarafından verilen soykırım rakamları ile sağ kalanlar toplandığında: Osmanlı topraklarında yaşayan Ermeniler’in toplam sayısı yaklaşık üçmilyon beşyüz bin veya dört milyona ulaşırdı. Bu sayı gerçek olsaydı, Batılı devletler ve A.B.D., Ermeniler’i o günkü Osmanlı nüfusuna göre küçük bir azınlık olarak görmez, kesinlikle, düşündükleri Ermeni devletini kurarlardı. Günümüzde Ermeni çeteleri tarafından katledilen Türkler’e ait toplu mezarlar ortaya çıkarılırken; kendilerinden katledilen vatandaşlarına ait toplu mezarları göstermeleri istenen Ermeniler, bugüne kadar böyle bir girişimde bulunmamışlardır. Öte yandan; Ermeni nüfus, en yoğun görüldüğü Doğu Anadolu ve Güneydoğu Anadolu’da bile 1896 tarihli bir Fransız belgesine göre nüfusun ancak % 13’ünü oluşturmakta idi. Bundan önce; 1877-1878 Osmanlı-Rus Savaşı’nda yenilen Osmanlı Devleti çok toprak kaybına uğramıştı. Kısa zaman sonra Osmanlı Devleti’nin bölüneceğini anlayan Ermeniler, kendilerine pay çıkarmak istediler. İstanbul’daki Ermeni Patriği, İngiliz Büyükelçisi’ne Ermeniler’in yaşadığı illeri kapsayan bir liste ile giderek, toprak talebinde bulunmuş, İngiliz Büyükelçisi’nden: “İyi ama bu illerin hiç birinde sizin nüfus çoğunluğunuz yok ki… Ermenistan dediğiniz topraklarda siz azınlıktasınız”, cevabını almıştı. Ermeniler, diğer devletlerin Büyükelçiliklerine de benzeri rakamlar getirmişler, bu rakamların abartmalı olduğu belirtilip iade edilince, sayıca azaltılmış yeni listeler getirmiş, bir tür pazarlığa girişmişlerdir26. O dönemde, bütün Batılı Büyükelçiliklerde, demografik yapıyı takip eden uzmanlar görevliydi. Bu gerçeklerin ışığında; istedikleri topraklara oranla çok az sayıda nüfusa sahip oldukları için, A.B.D. ve Batılı devletlerin, bir Ermeni Devleti kurmak yoluna gitmediği anlaşılmaktadır. Ermeniler’in, öldürüldüğü iddia edilen Ermenilerle ilgili abartısı da akla hayale sığmadığı gibi, gerçeklerden çok uzaktır. Yukarıda verilen rakamlarda ve Ermeni iddialarında 1915’te, üçyüz binden başlatılan öldürülen Ermeni sayısının birmilyon beşyüz bin ve daha fazla gösterildiğini belirtmiştik. Buna karşılık 1918’de Amerika’da bastırılan bir afişte, Amerikan halkı  ikimilyon beşyüz bin Ermeni’yi açlıktan kurtaracak bir yardım kampanyasına çağrılıyor. 1915 tehcirinden sonra demografik kayıtları altüst eden bu sayıdaki Ermeni vatandaşı yeniden dirilenler midir27?

Bununla ilgili belirtilmesi gereken bir diğer gerçek te şudur: O dönemde, Ermeni propagandası etkisinde kalarak, bu söylentilere inanmış görünen A.B.D. Büyükelçisi Morgenthau bile, Protestan Ermeniler’in temsilcisi olan Zenop Bezciyan ile görüşmesiyle ilgili olarak, günlüğündeki kayıtta28: “Ermeni Protestanlarının vekili Zenop Bezciyan uğradı. Arshag Schmavonian, kendisini benimle tanıştırdı. Okul arkadaşıymışlar. ‘İçerilerdeki’ şartlar hakkında bana çok şey anlattı. Zor’daki Ermeniler’in hallerinden oldukça memnun olduklarını söylemesine şaşırdım. İşlerini kurup hayatlarını kazanmaya başlamışlar bile. Bunlar ilk gönderilenler olup katledilmeden oraya varmışa benziyorlar. Bana çeşitli kampların nerede olduğunu gösteren bir liste verdi ve Yarım milyon kişinin buralara nakledildiğini sandığını söyledi. Kış bastırmadan, onlara yardım edilmesi gerektiğini söyledi”, yolunda verdiği bilgide, soykırıma uğradıkları iddia edilen beşyüz bin kadar Ermeni’nin yaşadığını öğrenince şaşırdığını saklayamamıştır. Buradan da soykırım iddialarının kendisini etkilediği, önyargılı hale getirdiği anlaşılmaktadır. Zaten, Ermeni belgeleri dahil hiç bir belgede, göçettirme sırasında ikiyüzaltmış bin veya üçyüzdoksan bin Ermeni’nin öldüğü bile yazılı değildir. Daha fazlasının öldüğü iddiası ise, koca bir yalandır. Bütün bunlar göstermektedir ki; soykırım iddiaları gerçek dışıdır.

Yazımızın başından beri sözünü ettiğimiz soykırım teriminin nasıl ortaya çıktığı ve ne şekilde tanımlandığına gelince: İkinci Dünya Savaşı sonunda Birleşmiş Milletler Genel Kurulu’nun 9 Aralık 1948 günlü kararıyla onaylanan ve 11 Ocak 1945’de “Soykırımın Önlenmesine ve Cezalandırılmasına İlişkin Sözleşme” olarak yürürlüğe giren ve Türkiye’nin de onayladığı uluslararası Soykırımı Sözleşmesi’ne göre: Soykırımın tanımlanması üç unsura dayandırılmıştır:

1- Çok sayıda devlet tarafından imzalanan ‘Soykırımı Sözleşmesinde’, herşeyden önce ulusal, etnik, ırkî veya dinî bir grup bulunmalıdır.

2- Belirli bir “grup mensuplarının öldürülmesi” eyleminden “bir grubun çocuklarının başka bir gruba zorla nakledilmesi” ve bu grubun fizikî varlığını sona erdirecek yaşam koşullarına tâbi tutmak” eylemini de içeren bazı işlemler uygulamak.

3- Sözkonusu grubu “kısmen veya tamamen yok etme kastı taşımak”. Üçüncü ve önemli madde, savaşlar, isyanlar ve adi adam öldürme suçları ile soykırımı birbirinden ayırır. Adam öldürme eylemi ulusal, etnik, ırkî veya dinî bir grup üyeleri sadece bu grup üyesi oldukları için açık veya örtülü olarak yokedilmek istenirse, bu eylem soykırıma dönüşür.

1998 Roma Sözleşmesi’nde de benimsenen ve aynen kabul edilen bu tanım gereğince; Uluslar arası Ceza Mahkemesi kurulmuştur. Buna karşılık; 1915 olaylarında, Ermeniler’i sistematik şekilde öldürme girişimi sözkonusu değildir. 1948 Soykırım Sözleşmesi kapsamına giren bir durum yoktur. Dolayısiyle, asıl olarak Ermeni soykırımından sözetmek hukuka uygun düşmez29

Osmanlı yetkilileri Ermeniler’i yoketmeyi plânlamış ve göçettirme (Tehcir) sırasında uygulamaya koymuşlar mıydı ? sorusu ise; yukarıda verilen bilgilerde Osmanlı yetkililerinin, göçettirmeyi hangi nedenlerle uygulamaya koyduğuna bakılınca cevabını bulmaktadır. Görülmektedir ki, Ermeniler’in tek tek veya topluca öldürülmesi ve soykırıma tâbi tutulmaları konusunda verilmiş bir emir kesinlikle yoktur. Tam tersine, göçettirme uygulaması sona erdikten sonra, sorumlu olduğu kafileye yapılan saldırılara karşı koymakta yetersiz kalan, yiyecek yokluğu v.b. konularda gerekli önlemi almadığı iddia edilen, ihmali görülen yüzlerce askerî ve sivil görevli yargılanmış ve bazıları (bir kısmı da İtilâf devletlerinin baskısı üzerine haksız şekilde) idam edilmişlerdir. Yargılananlardan bir kısmı da fırsatçı yağmacılar ve ırz düşmanlarıdır. Bunlar da Osmanlı Devleti tarafından cezalandırılmıştır30. Burada şöyle bir soru sormak yerinde olacaktır: Soykırım kararı alan bir devlet, bunu uyguladığı için kendi görevlisini yargılar ve idam eder mi? Buna karşılık; göçettirme öncesinde Ermeniler’in, Türkler’e karşı giriştiği cinayetler, Türk nüfusu katlederek azaltmayı, böylece kendilerini çoğunluk hale getirmeyi amaçlayan, gerçek anlamda ve plânlı bir soykırımdı. Ermeniler’in yaptığı ırza geçme ve yağmacılığın ölçüleri de çok daha fazladır ve bunlara ait yazılı resmî belgeler Osmanlı arşivlerinde bulunmaktadır31.

Osmanlı Arşivi’nde, Göçettirme (Tehcir) bahanesiyle Ermeniler’in yokedilmesi konusunda bir belge bulunmamasına karşılık; Osmanlı Devleti’nin, soykırımı bir politika olarak benimsediği propagandası yapan Ermeni çevreleri, Talat Paşa tarafından gönderildiği ve General Allenby kuvvetlerince ele geçirildiği ileri sürülen birkaç telgraf örneği ortaya attılar. Bu telgrafların, Naim Bey adında bir Osmanlı memurunda bulunduğu ve İngiliz işgali beklenenden daha kısa sürede gerçekleştiği için imha edilemediği iddia edildi. Bu telgraf örnekleri 1920’de Paris’de Aram Andonian adlı bir Ermeni yazar tarafından yayınlanmış ve Berlin’de Talat Paşa’yı katleden Soghomon Tehlirian’ı yargılayan mahkemeye sunulmuştu. Mahkeme, ortaya konan beş adet ‘sahte’ belgeyi delil olarak kabul etmediği gibi, orijinal bir belge olup olmadıkları konusunda da bir karar vermemiştir. Öte yandan;  Talat Paşa’nın, Ermeniler’in katledilmesi isteğiyle yazdığı ileri sürülen telgrafıyla, yakın tarihlerde gönderdiği telgraflarda iddia edilenin aksine tehcir sırasında suç işleyecek görevlilerin cezalandırılmasını istediği görülmektedir. Talat Paşa’nın, bir emirle Ermeniler’in katlini isterken, aynı tarihlerde böyle bir katliamı gerçekleştirecek görevlilerin cezalandırılmasını istemesi mantıkla bağdaşmaz. Yine aynı tarihlerde, Osmanlı Devleti, bir Amerikan yardım kuruluşu olan Nearest Relief Society’nin, tehcir edilen Ermeniler’e yardım amacıyla Anadolu’daki faaliyetine izin vermişti. A.B.D., İtilâf devletleri tarafında Osmanlı Devleti’ne karşı savaşa girdikten sonra da, Anadolu’daki çalışmalarını sürdürmesine izin verilmiştir. Katliam emri veren bir devlet veya yetkilisi, bir bakıma soykırım iddialarını da inceleyen bu Amerikan cemiyetinin sözkonusu katliama tanık olmasına izin verir miydi? İstanbul, Batı Anadolu ve Trakya Ermeniler’i tehcir kapsamı dışında bırakılmış ve hatta İç Anadolu’da Ermeniler’den bir kısmı yerlerinde bırakılmıştı. Bu gerçek doğrultusunda: Ermeniler topyekün tehcir edilmediğine göre topyekün katliama uğratıldıkları iddiası da gerçek dışıdır. Bu bilgiler doğrultusunda; şayet Osmanlı Hükümeti, Ermeniler’i topyekün yoketmek niyeti taşısa ve böyle bir karar almış olsaydı, A.B.D. ve Batılı devletlerin dikkatini çeken tehcir uygulaması ile değil, özellikle cephelere yakın bölgelerde ve Ermeniler’in yaşadığı yerlerde ve dikkati çekmeyecek şekilde gerçekleştirirdi. Bütün bunlar dışında, aşağıda Andonian belgelerinin niçin ‘sahte’ oldukları geniş biçimde açıklanacaktır. Ama, öncelikle belirtmek gerekir ki, böyle bir soykırım niyeti ve uygulaması varsa, Osmanlı Devleti’nin, Ermeniler hakkındaki tutumunu en iyi şekilde ortaya koyacak belgeler, Osmanlı Arşiv Belgeleri arasında bulunurdu. Çünkü, böyle bir soykırım niyeti ve uygulamayla ilgili yazışmalar, gizli de olsa, ancak Osmanlı resmî yazılarında bulunabilir. Osmanlı belgelerinde ise, soykırım niyeti taşıyan ve soykırım uygulaması ile ilgili herhangi bir belge kesinlikle yoktur. Bugüne kadar böyle bir belge ortaya çıkmamıştır32.   

Akla gelebilecek bir soru da; tasnif çalışmalarının devam ettiği Osmanlı Arşivi’nde göçettirme (tehcir) bahanesiyle Ermeniler’in soykırıma tâbi tutulmasını isteyen bir Osmanlı belgesi çıkmış olsaydı veya ileride çıkarsa bu belge yok edilebilir miydi? sorusu olabilir. Yerli araştırmacıların olduğu kadar, yabancı araştırmacıların da istedikleri zaman çalışabildiği Başbakanlık Osmanlı Arşivi’nde bugüne kadar soykırımın iması hakkında bile bir belge bulunamamıştır. Böyle bir belge ortaya çıksaydı gizli tutulamazdı. Çünkü, arşivde çalışanlar bilirler ki, bu birbirini takip eden bir resmî yazışmalar dizinidir. Böyle bir tek belge bile ortaya çıkması yeterlidir. Bu belgelerden birinin veya birkaçının muhakkak devlete bağlı bir yerlere ve özellikle Ermeniler’in göçettirildiği veya göçtükleri yerlere ulaşmış olması gerekirdi. Bundan sonra çıkarsa da örtbas edilmesi imkânsızdır. Osmanlı Devleti’nin bir takım belgeleri gizlemesi mümkün değildi. Hele hele savaştan yenilerek çıkmış bir devlet olarak!.. Hitler Almanyası, bütün becerisine rağmen, Yahudi soykırımı konusundaki onbinlerce belgeyi gizleyememiştir.

Ermeniler soykırımla ilgili belgelerden bir kısmını elde ettiklerini söylediler ve yayınladılar. Fakat bu belgeler gerçek değil, sahte belgelerdi. 1920 yılında, Aram Andonian adındaki bir Ermeni, İngilizce, Fransızca ve Ermeni dilinde yayınladığı bir kitapta bazı belgelere yer vermişti. Fakat, Türk ilim adamları, bu belgeleri inceleyerek hepsinin sahte olduğunu ispat ettiler. Ermeni belgeleriyle karşılaştırmalı olarak, gerçek belgeleri yine çeşitli dillerde yayınladılar33. Ermeni tarafı, bugüne kadar Türkler’in bu yalanlamasına cevap veremedi, mevcut belgelerle ve elindeki sahte belgelerle vermesi de mümkün değildir.

Ermeni tarafının bu yalanlamaya cevap vermesi mümkün değildi. Çünkü, bu belgelerin sahte olduğunu kendileri de biliyorlardı. Yapılan incelemeler sonucu, Ermeni tarafının hazırlamış olduğu belgelerin sahteliği şu şekilde ortaya konmuştur34:

  1. Aram Andonian’ın yayınladığı sahte belgelerdeki imzalar sahtedir. Andonian, sözkonusu belgelerde çok sayıda Ermeni’nin göçettirildiği bir yer olan Halep’te valilik yapan Mustafa Abdülhalik Bey’in imzasını kanıt olarak kullanmıştır. Ancak; Mustafa Abdülhalik Bey’in imzasını taşıyan arşiv belgeleri incelendiğinde, Andonian belgelerindeki imzasının sahte olduğu anlaşılmıştır.
  2. Ayrıca; Andonian belgelerine karşılık, dönemin İçişleri Bakanlığı ile Halep Valiliği’nin gerçek yazışma belgeleri incelendiğinde, sahte belgelerden birindeki tarihte Halep Valisi’nin Mustafa Abdülhalik değil, Bekir Sami Bey olduğu görülmüştür. Andonian’ın, bilmediği veya unuttuğu için, belgeleri hazırlarken yaptığı bu tarihlendirme hatası ve diğerleri ileri sürdüğü belgelerin sahte olduğu konusundaki kanaati kesinleştirmiştir.
  3. Andonian belgeleri, İngilizler’in, yargılamak üzere tutukladıkları Türkler’i mahkûm etmek için belge aradıkları bir dönemde yayınlandıkları halde, İngilizler’in bu belgelere dayanmaması ve mahkûmiyet kararı vermemesi dikkat çekicidir. Çünkü; sözkonusu sahte telgraflar 1922’de, İngiltere’de Daily Telegraph gazetesinde yayınlanınca, İngiltere Dışişleri Bakanlığı bir soruşturma yaptırarak, telgrafların General Allenby tarafından bulunmadığını, bir Ermeni teşkilatı tarafından hazırlandığını, dolayısiyle sahte olduklarını ortaya çıkarmıştı.
  4. Andonian’ın yazmış olduğu 18 Şubat 1331 (2 Mart 1916) tarihli mektup, ‘Bismillah’ ibaresiyle başlamakla birlikte Müslüman biri tarafından yazılmayacak biçimde kaleme alınmış, ayrıca; Andonian en büyük hatayı Osmanlı Rumi takvimini Gregorien takvimine çevirirken yapmış, iki takvim arasındaki onüç günlük farkı dikkate almadığı gibi, tarih atarken de şaşırarak 1330 (1915) tarihi yerine, 1331 (1916) yazmıştır.
  5. Andonian’ın yayınladığı bazı belgeler, şifreli yazışmalardı. O tarihte, savaş nedeniyle Osmanlı Devleti de şifreli yazışma yapmıştır. Fakat, dönemin İçişleri Bakanlığı ‘giden şifre’ kayıt tarih ve numaraları ile Andonian’ın sahte belgelerinde görülen tarih ve numaralandırma sistemi arasında da hiçbir benzerlik olmadığı anlaşılmıştır.
  6. Belgelerin şifreleme sistemi de farklıdır. Andonian’ın ‘sahte şifreli’ telgrafları, dönemin gerçek Osmanlı şifreli yazışmaları ile karşılaştırıldığında, kullanılan şifre sistemleri arasında da bir benzerlik görülememiştir. Osmanlılar, iki ayda bir şifre değiştirme zorunluluğu getirmişken, Andonian’ın sahte belgelerinde altı ay boyunca aynı şifreleme metodu kullanılmıştır ki, bu mümkün değildir.
  7. Andonian, sahte belgelerinde çok sayıda, cümle yapısı ve gramer yanlışları bulunmaktadır. Bu yanlışları bir Osmanlı görevlisinin yapması mümkün değildir.
  8. Andonian’ın sahte belgelerinde, iki adet belge herhangi bir Osmanlı postanesinden alınabilecek boş matbu telgraf kağıtlarına yazılmış, bir belgenin Osmanlılar tarafından özel yazışmalarda bile kullanılmayan çizgili kağıda yazıldığı, diğerlerinin ise üzerinde Osmanlı bürokrasisi tarafından kullanılan resmi sembollerin bulunmadığı düz beyaz kağıda yazıldığı görülmüştür.
  9. Andonian tarafından hazırlanmış belgeler gerçek olsalardı, ‘çok gizli’ ibaresi taşıdıkları için telgrafla değil kurye kanalıyla gönderilmeleri ve dosyalarda üç yıl kadar bekletilmek yerine, okunur okunmaz imha edilmiş olmaları gerekirdi.
  10. Andonian’ın hazırlamış olduğu sahte iki belgede de ‘Besmele’ acemice yazılmış -gayrımüslim Osmanlı tebasının Osmanlıca bilseler de yazışmalarında hiç besmele kullanmadıkları için olacak- gerçek Osmanlı belgeleriyle karşılaştırılınca Andonian belgelerinin sahte olduğu anlaşılmıştır.
  11. Ayrıca, belgelerin asılları ile bunları inceleyen bilirkişi raporları, “bu sahteliğin anlaşılmasını istemeyen”, Ermeniler tarafından yokedilmiştir. Andonian’ın kitabında İngilizce ve Fransızca baskılarında tercüme yanlışlıkları veya baskı farkından kaynaklanmış olamayacak kadar önemli farklılıklar vardır.

Bu gerçeklerin bir sonucu olarak; Ermeniler’e yakın ve Ermeni sözcüsü imişçesine davranan bazı çevreler ve yazarlar bile, bu ‘sahte’ belgelere itibar etmemişlerdir. 

Soykırım konusunda Türkler’i suçlayan başka belgeler ve yayınlar da vardır. 1914 yılında Londra’da, İtilâf devletleri tarafından, İngiltere Dışişleri Bakanlığı (Foreign Office)’nın denetimi altındaki resmî ilân kurumu, propaganda amacıyla, 1916 yılında, Ermeniler’in Türkiye’de uğradığı sözde soykırıma, yine “sözde” tanıklık edenlerin anlatımına yer veren ve askerî propaganda aracı olarak ‘Mavi Kitap’ hazırlanmıştır. Kitabın yazarlarından biri de Arnold Toynbee’dir. İngiltere Hükûmeti’ne, Sévres Antlaşması sırasında, Türkler’in Ermeniler’e karşı davranışını koz olarak kullanmasını öneren Toynbee, daha sonra yazdığı: “The Western Question in Greece and Turkey”, adındaki kitabında, Mavi Kitap’ın bir savaş propagandası kitabı olduğunu kabul ve itiraf etmiştir35. Bu örnekleri çoğaltmak mümkündür. Şunu özellikle belirtmek gerekir ki; Ermeniler ve Ermeni Patrikhanesi yanında, Hrıstiyan misyonerler ve bunların etkisindeki Batılı yazarların birçoğu da, Doğu’da Hrıstiyanlığın bir ‘uc beyi’ olarak gördükleri Ermeniler’i, sözde himaye etmek gayesiyle, mazlûm ve masûm göstermek peşindedir.  

Bu Türk karşıtlarının gayreti sonucu; Mondros Mütarekesi’ni takiben Aanadolu’da, İngiliz İşgal Komutanlığı ve emrinden çıkamayan İstanbul Hükûmetleri tarafından bir “insan avı” başlatıldı. Mart 1919-Kasım 1920 tarihleri arasında, Sadrazamlık, Meclis Başkanlığı, Genelkurmay Başkanlığı, Harbiye Nazırlığı, Şeyhülislamlık, Ordu Komutanlığı yapan Paşalar, valiler, tanınmış, gazeteci ve düşünürler ve profesörler dahil, asker-sivil seçkin Türk şahsiyetlerinden yüzkırkdört kişi sorgusuz sualsiz İngilizler tarafından Malta’ya sürüldüler. İngilizler, daha sonra, aralarında Mustafa Kemal (Atatürk) Paşa, Kâzım Karabekir Paşa ve Ali Fuat (Cebesoy) Paşa gibi Millî Mücadele önderlerinin de bulunduğu yüzyetmişdört kişilik bir liste daha hazırlayarak, bunları da sürgüne göndermek ve yargılamak istediler. Fakat, millî hareketin başarılı seyri nedeniyle, bu arzularını gerçekleştiremediler. Malta sürgünleri, İngiltere Başsavcılığı tarafından:

  • Mütareke şartlarına uymayanlar.
  • Mütareke hükümlerinin tatbikini önleyenler.
  • İngiliz subaylarına hakaret edenler.
  • Savaş esirlerine kötü davrananlar.
  • Ermeniler’e ve diğer ırklara zulüm edenler.
  • Yağma, imha ve benzeri suçları işleyenler.
  • Diğer savaş kanun ve kurallarını bozanlar olmak üzere 7 gruba ayrılmışlardı.

Başka bir gruplandırmaya göre de:

  • Siyasî suçlular.
  • Sürgün, yağma ve (soy)kırım suçluları.
  • İngiliz savaş tutsaklarına kötü davranmaktan sanık olanlar, şeklinde 3 grupta toplandılar.

Sévres Antlaşması’nın 230. maddesi, savaş sırasındaki katliamlardan sorumlu kişileri yargılamak yetkisini İtilâf devletlerinden biri olan İngiltere’ye vermiş, Osmanlı Hükûmeti de kovuşturma konusundaki bütün bilgileri vermeyi taahhüt etmişti. İngilizler, işgal ettikleri yerlerde Osmanlı arşivlerine elkoymuş, fakat herhangi bir  soykırım emri bulamamışlardı. Sürgünleri suçlayan ve ‘kara listeler’ hazırlayan Ermeniler, durum ciddiyet kazanınca, bu suçlamaları konusunda mahkemeye delil sunamadılar. İttihatçı düşmanı Damat Ferit Paşa ve Hükümeti de, işlenmeyen böyle bir suçun belgelerini çok aramış ama bir delil elde edememişti. 1918’de İttihatçıların ve Turgut Özal döneminde arşivler açılırken emekli generaller ve diplomatlardan oluşan bir heyetin bu belgeleri temizlediği iddiasında bulunanlar yukarıdaki gerçekleri görmek istemeyenlerdir. Zenginliğiyle ünlü İngiliz arşivinde de böyle bir belge yoktu. İngilizler,  Ermeniler’i katlettikleri iddiasıyla tutuklanan Türkler’e karşı, son ümit olarak Ermeni koruyucusu görevini üstlenen ve muhtemelen soykırımın kaydını tutan  A.B.D.’ye yöneldiler. Amerika’ya çok sayıda “(soy)kırım artığı” olarak tanımlanan Türkiyeli Ermeni gelmişti. Bunlarla birlikte; Ermeni koruyucusu Amerikan misyonerleri, öğretmenleri ve ajanları için mahkeme önünde iddialarını ispatlama fırsatı doğmuştu. Amerikan  Hükümeti’nden de istekte bulunan İngiltere Dışişleri Bakanı Lord Curzon’a, İngiltere’nin Washington Büyükelçisi’nin verdiği cevap: “… Üzülerek arzedeyim ki, (bize sunulan) belgelerin içinde yargılanmak üzere Malta’da tutuklu bulunan Türkler aleyhinde delil olarak kullanılabilecek hiçbir şey yoktur… Korkarım ki, bu konuda yeniden Amerikan Hükümeti’ne başvurulmasından herhangi bir şey elde etme umudu yoktur”, şeklindedir. Malta’da hapsedilmiş olan Türkler’i suçlayacak bir  delil elde edemeyen İngiliz mahkemesi savcısı sonunda: “Şu ana kadar tutuklulara yöneltilen suçlamaların doğruluğunu kanıtlayan hiçbir yazılı tanıklık elde edilememiştir ve bu çeşitten tanıklıklar elde edilmesi de kesin değildir”, diyerek, men’i muhakeme kararı almıştır. Bu karar alındığında, Andonian’ın sahte belgeleri bir yıl önce (1920’de) yayınlanmıştı. Mahkeme Heyeti’nin de bu aldatmacaya itibar etmediği anlaşılmaktadır. Sonunda, Malta tutuklusu Türkler, 25 Ekim 1921 tarihli Türkiye-İngiltere Esir Değişimi Sözleşmesi gereğince, 31 Ekim 1921’de, Ankara Hükümeti yetkililerine teslim edildiler36.

Birinci Dünya Savaşı’nın bitmesi ve Mondros Mütarekesi’ni takiben Ermeniler’in; Türkler’e karşı tutum ve davranışlarına gelince; Birinci Dünya Savaşı’nda yenilen Osmanlı devleti, Mondros Mütarekesi’ni imzaladı. Bunu takiben, İngiliz, Fransız, İtalyan ve daha sonra Yunan işgalleri geldi. Savaş propagandası olarak ortaya atılan Ermeni göçü ve soykırım iddiaları, bu kez işgallere gerekçe olarak gösterildi. Savaşın sonlarına doğru, Ermeni ileri gelenleriyle bir sözleşme imzalayan Fransa, Ermeniler’in eski yerlerine dönebileceğini bildirdi. Ermeniler, Fransız işgaline uğrayan Güney Anadolu’da, bu dönemde de işledikleri cinayetler ve zulümleriyle nasıl bir topluluk olduklarını kanıtladılar. Fransa, bu davranışı ile, işgal ettiği yerlerde, Ermeni zulüm ve cinayetlerine ortak oldu. İşgal kuvvetleri arasında Fransız askerî üniforması giymiş dört tabur legionerden oluşan Ermeni alayına yer vermişti37. Mondros Mütarekesi imzalandıktan sonra, göçettirilen Ermenilerle, Rusya, A. B. D. ve dünyanın diğer yerlerinden, Fransız işgal bölgesi olan Adana ve çevresine gelen yüzyirmi bin kadar Ermeni yanında, bunlara gönüllü olarak katılan veya tehdit edilerek katılmak zorunda kalan yerli Ermeniler, Süryanîler ve Rumlarla, Türk geçinen bazı soysuzlar, yani bütün Türk ve Türklük karşıtları, işgalle birlikte, Fransız işgal kuvvetleri komutanına başvurarak, Türkler’i yoketmek amacıyla kurulan müfreze ve karakollara gönüllü kaydolmuş, çeteler oluşturmuş, ellerinde silâh, içlerinde büyük bir kin ve nefretle, baskınlar vererek silâhsız savunmasız Türk evlerini ve köylerini soymuş, yakmışlardı. Bu gözü dönmüş komiteci çeteciler; ele geçirdikleri Türkler’e, yaşlı-çocuk, kadın-kız ayırmaksızın hakaret edip, para ve değerli eşyalarını gaspetmiş, karakollarda süründürmüş, değişik işkence usûlleri uygulamış, para ve hapis cezaları vermiş, daha da ileri giderek ırza tecavüze girişmiş, çok sayıda Türk’ü akla hayale sığmayacak hunharca usûllerle öldürmüşlerdi. Ermeniler, hak iddia ettikleri Doğu Anadolu’da da bütün acımasızlık ve hunharlıklarını gösterdiler. Mütareke şartları gereğince, terhis edilen Osmanlı kuvvetleri, Ocak 1919 başlarından itibaren, Kars, Ardahan ve Batum dolaylarından çekildi. Osmanlı kuvvetlerinin boşalttığı bölgeyi işgal eden İngilizler, Osmanlı ordusu Kars’tan çekildikten sonra, Nisan 1919’da, Türkler tarafından oluşturulan Millî Şûra’yı basarak, üyelerini Malta’ya sürdüler ve yönetime elkoydular. Daha sonra, Gümrü’den gizlice getirdikleri Ermeni kuvvetlerinin, bölgenin her tarafına yayılmasını sağladılar. Osmanlı askerlerinden toplayarak Batum ve diğer yerlerde depoladıkları silâhları Ermeniler’e ve Rumlar’a dağıttılar. İngilizler himayesinde Kars, Kağızman, Sarıkamış ve Ardahan’a yerleşen, Iğdır taraflarında da etkili olan Ermeniler, bundan cesaret alarak her gün daha çok sayıda Türk’ü, bulundukları yerlerde nüfus çoğunluğunu da sağlamak düşüncesiyle ve daha feci işkencelerle katlettiler. Türkler’i keseceklerini, yeryüzünden sileceklerini ilân etmekten çekinmediler. Bir taraftan da Batılı ülkelerde, gerçeklerin tam aksine, Türkler’in Ermeniler’i katlettiği propagandaları yapıldı. O dönemde, genel olarak işgalci düşmana ve özellikle bu Ermeniler’e göre; en büyük suç Türk olmaktı. Gerek kendi aralarındaki konuşmalarda, gerekse karşılaştıkları Türkler’in yüzüne karşı, hemen her ortamda sık sık: “Yaşasın Fransızlarla Ermeniler”, “Artık burası Türkler’in değildir”, “Yaşasın Kilikya Ermenistan’ı, kahrolsun çekemeyenler”, “Yaşasın Fransızlarla Ermenistan, kahrolsun Türkler”, “Türkler’i öldürüp, kadınlarını alacağız”, “Artık Türklük bitmiştir, Türklük ölmüştür. Artık Türklük yok olacaktır, Türklük yokedilecektir”, “Biz Hükûmet kurduk. Türkler’in malı ve canı bizimdir, istediğimizi yaparız”, diyerek, önlerine çıkan her Türk’ün kanını döktüler, gerçekte Ermeniler, Türkler’e karşı soykırıma yöneldiler38. Bu arada, kendileri de kayba uğradılar. Doğu Anadolu’da İngilizler’den, Kilikya adı verilen Adana Cephesi’nde ise Fransızlar’dan aldıkları desteğe rağmen: ‘Büyük Ermenistan’ veya ‘Kilikya Ermeni Cumhuriyeti’ devleti kurarak bağımsızlık kazanmak hayaliyle giriştikleri geniş çaplı bir Türk katliamı sonrasında bile, nüfusları ve güçleri yetmediği için başarılı olamadılar.

Ermeniler, bu başarısızlığı takiben yakın zamanlarda Türk devlet adamı ve diplomatlarını katlederek sorunu yeniden canlandırmak ve Türkiye Cumhuriyeti’ni uluslar arası kamuoyu önünde suçlamak, mahkûm ettirmek yoluna gittiler. Aslında, Türk devlet adamı ve diplomatlarının katli konusu daha geriye gider. Soghomon Tehlerian adlı Ermeni, 15 Mart 1921’de Berlin’de bir caddede Talât Paşa’yı katletti. 1921’de cinayetler serisi devam etti ve 6 Aralık 1921’de, Sait Halim Paşa Roma’da Arshavir Shirakian tarafından katledildi. 17 Nisan 1922’de, İttihat ve Terakki ileri gelenlerinden Bahattin Şakir Roma’da, Cemal Azmi Bey ise Berlin’de, Arshavir Shirakian ve Aram Yerganian tarafından katledildiler. 21 Nisan 1922’de, göçettirme sırasında askerlerinin yemeğini Ermeniler’e yediren, Adana’da Ermeni evlerini onartan ve yetimlerine sahip çıkan Cemal Paşa (Ermeniler tarafından öldürüldüğü kesin olmadığı da söylenir), Tiflis’te, yaverleri Binbaşı Nusret ve Teğmen Süreyya Beylerle birlikte öldürüldü. Ermeniler, 4 Ağustos 1922’de, Orta Asya (Doğu Buhara)’da mitralyözle taranarak öldürülen Enver Paşa’yı da intikam amacıyla kendilerinin katlettiği iddiasındalar. 3 Aralık 1920’de Ankara Hükümeti ile Gümrü Antlaşması’nı imzalayan Ermeniler, buna göre Sévres Antlaşması’nın geçersiz olduğunu ve Türkiye’den toprak talepleri olmadığını kabul ettiler. 13 Ekim 1921’de imzalanan Kars Antlaşması ile de Türkiye-Ermenistan sınırını tanıdılar. Böyle olmakla birlikte, 1922-1923 yıllarında Lozan’da İsmet (İnönü) Paşa’ya suikast girişiminde bulundular. 24 Temmuz 1923’te imzalanan Lozan Atlaşması ise, Ermenilerle ilgili özel bir karar almadı ve Ermeniler’e Türkiye toprakları üzerinde bir hak tanımadı. Talepleri yerinde olsaydı, o dönemde bir hak tanınması gerekirdi. Buna karşılık; Ermeniler rahat durmadılar. Mustafa Kemal (Atatürk)’e de suikastlar düzenlediler. Bunlardan ilki 5 Mayıs 1925’te gerçekleştirilecekti. Ermeni komiteci Manok Manokyan ve iki işbirlikçisinin girişimleri, Manokyan’ın yakalanarak cezalandırılması sonucunda başarısız olmuştur. Atatürk’e karşı ikinci suikast girişiminde: 14 Eylül 1927’de, Mercan Altunyan ve çok sayıda teröristin Dolmabahçe Sarayı’na düzenlediği saldırıda, iki terörist ve polislerimizden ikisi öldü. Suikastın arkasında Sovyet Rusya’nın olduğu idddia edildi. Bu cinayetleri takiben, 1973’e kadar ciddi bir Ermeni terörü yaşanmadı ama, buna karşılık; geçmişte yaşanan başarısızlıklar Ermeni milliyetçilerini yeni hedefler belirlemeye zorladı. İkinci Dünya Savaşı sonunda, Ermeniler’in yoğun yaşadığı Orta Doğu ülkelerinde milliyetçiliğin öne çıkması, Ermeniler’in Batı Avrupa ve Kuzey Amerika’ya yeni bir göç dalgası başlatmasıyla sonuçlanınca, Ermeni kilisesi ve siyasî partileri, ilk olarak ‘Ermenilik’ bilincini yeniden yayarak geniş, dağınık bir coğrafyada farklı diller konuşan Ermeniler’e ‘etnik kimlik aşısı’ yapmaya çalıştılar. Ermenistan da devlet olarak bu faaliyetlere destek verdi. Bunu oluşturabilmek için de, geçmişte yaşanan olayları abartarak, yeni nesillere Türk karşıtlığı ve daha doğrusu Türk düşmanlığı aşıladılar. Türkler, bir insan topluluğu değil de ‘her türlü kötülüğü yapabilecek birer yaratık’ olarak tanıtıldı. Asimilasyon tehlikesi arttıkça bu kampanyaya hız verildi. Bu faaliyetler ilk kez bireysel bir eylemle patlak verdi. Türkiye’nin, A.B.D. Los Angeles Başkonsolosu Mehmet Baydar ile yardımcısı Bahadır Demir, 27 Ocak 1973’te, kendilerini Türkiye’ye tarihi eserler hediye etmek istediğini bildirerek davet eden, Geourgen Yanikian adlı 78 yaşındaki bir Ermeni tarafından vurularak öldürüldüler. Sovyetler Birliği’nin gizli desteği ve Ermeni diasporasının çabasıyla bir Ermeni Terör Örgütü olan: Ermenistan’ın Kurtuluşu İçin Ermeni Gizli Ordusu (ASALA) ortaya çıktı. Adalet Komandoları (JCAG) olarak tanınan sağ görüşlü ırkçı örgütün 1976’da kurulduğu tahmin edilmektedir. Nemesis üyeleri ve Taşnakçılardan oluşmaktadır. S.S.C.B. tarafından kurdurulduğu iddia edilen ve sol görüşlü bir terör örgütü olan ASALA ise, 20 Ocak 1975’de, tahminen Lübnan’da kurulmuştur. ASALA’nın temel hedefinin Doğu Anadolu Bölgesi’ni Türkiye’den kopararak (o zamanki) S.S.C.B.’ne katmak veya Ermeniler’i, S.S.C.B. önderliğinde toplamak olduğu söylenebilir. ASALA ilk terör eylemini 22 Ekim 1975’te Viyana’da Türkiye’nin Viyana Büyükelçisi Daniş Tunalıgil’i öldürerek başlattı. Bu şekilde başlattıkları Türk diplomatlara yönelik cinayetler serisinde, 1994’te, Ermeni Terör Örgütleri’nin katlettikleri Türk diplomatları ve görevlilerin sayısı kırk kişiyi geçmiştir39.

Ermeniler’in, bu cinayetleri işlemekle ve günümüzde sözde soykırımı gündemde tutmaktaki amaçlarına gelince; yukarıda, geçmişte Ermeniler’in, Türk halkını katlederek, kendilerinin Türkler tarafından katledildiği propagandasını yaptıklarını belirttik. Öncelikle belirtmek gerekir ki; bu yazıda, Ermeniler’den kasıt elbette bu cinayetleri düzenleyenler, gerçekleştirenler, geçmişte ve günümüzde bunlara destek verenlerdir. Cinayetler işleyen Ermeniler’in o zamanki amaçları Türk nüfusu azaltmak, toprak sahibi olmak gayesiyle, bir Ermeni Sorunu olduğunu gündemde tutmaktı. Ermeniler, geçmişte olduğu gibi, yakın zamanlarda da bunu cinayetler işleyerek gerçekleştirdiler. Bir süredenberi, dünya kamuoyu önünde, Türk Milleti’ni işlemediği bir suçla itham ediyorlar. Onlara göre: Ermeni Sorunu, sözde ‘Batı Ermenistan’ olarak tanımladıkları Doğu Anadolu’nun bazı yerlerinin kendilerine bırakılması ve Türkiye’nin sözde soykırım iddiasını ve (belki de hayal ettikleri) tazminatı ödemeyi kabul etmesidir. Kars’ta, Adana’da toprağı olduğunu ve bir gün geri alacağını ileri süren Ermeniler var. Bizim de Orta Asya’da, Balkanlar’da ve başka yerlerde terketmek zorunda bırakıldığımız topraklar var. Bir gün bunları geri almayı düşünmedik, düşünmüyoruz da. Yine, bu yazıdaki iddiamız, Ermeni Sorunu hakkında her ne varsa yazmak değildi. Zaten bu sorun böyle dar bir kapsama sığdırılamaz. Sadece, bu haksız ve muhtemel taleplere karşı devlet adamlarımıza, gençliğimize ve topyekün Türk Milleti’ne bu kadarcık da olsa temel bir takım bilgiler vermek, bu bilgiler ve bilinç doğrultusunda, uzun vadede, tarihi saptıran asılsız, haksız Ermeni iddialarını etkisiz kılacak cevapların verilebilmesini sağlamak yönündedir.   

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

1 Ermeniler’in tarihi ve Ermeni sorunu konusunda daha geniş bilgi için bk. Ermeni Komiteleri’nin A’mal ve Harekât-ı İhtilâliyyesi, (Haz.: H. Erdoğan CENGİZ), Başbakanlık Basımevi, Ankara 1983 ve aynı eserin sade bir Türkçe ile yayını olan Ermeni Komiteleri’nin İhtilâl Hareketleri ve Besledikleri Emeller, (Haz.: İsmet PARMAKSIZOĞLU), Birinci Baskı, Ankara 1981.;  Esat Uras, Tarihte Ermeniler ve Ermeni Meselesi, İkinci Baskı, İstanbul 1987, s. 22-42 v.d.;   Kamuran Gürün, Ermeni Dosyası, Ankara 1985, s. 10-13 v.d.;  Mehlika Aktok Kaşgarlı, Kilikya Tâbi Ermeni Baronluğu Tarihi, Ankara 1990, s. XV v.d.;  Kemal Çelik, Millî Mücadele’de Adana ve Havalisi (1918-1922), Türk Tarih Kurumu, Ankara 1999, s. 12, 13 v. d.

2 E. Uras, a. g. e., s. 42.;  K. Gürün, a. g. e., s. 18.;  K. Çelik, a. g. e., s. 13.

3 E. Uras, a. g. e., s. 44-67.;  K. Gürün, a. g. e., s. 18-21.;  K. Çelik, a. g. e., s. 13.

4 Uras, a. g. e., s. 71-75.;  K. Gürün, a. g. e., s. 22.;  K. Çelik, a. g. e., s. 13, 14.

5 Yahya Akyüz, Türk Kurtuluş Savaşı ve Fransız Kamuoyu (1919-1922), İkinci Baskı, Ankara 1988, s. 125.;  M. A. Kaşgarlı, a. g. e., s. XIII.;  K. Çelik, a. g. e., s. 14.

6 Uras, a. g. e., s. 88.;  K. Gürün, a. g. e., s. 27.;  K. Çelik, a. g. e., s. 14, 15.

7 A. İhsan Gencer, “İhtilâlci  Ermenilerin-Kaza İhtilâl Teşkilâtı-Talimâtnâmesi” , Tarih Enstitüsü Dergisi, Sayı: 13, İstanbul 1987, s. 581-584.;  K. Çelik, a. g. e., s. 15

8 Fahir Armaoğlu, Siyasî Tarih 1789-1960, İkinci Baskı, Ankara 1973, s. 288, 289.;  Akdes Nimet Kurat, Türkiye ve Rusya, Kültür Bakanlığı Yay./1194, Sevinç Matbaası, Ankara 1990, s. 105 ve birçok yerde.

9 F. Armaoğlu, a. g. e., s. 272-288.;  Sina Akşin, İstanbul Hükümetleri ve Millî Mücadele, İstanbul 1983, s. 100 v. d.;  Süleyman Kocabaş, Türkiye ve İngiltere, İstanbul 1985, s. 86.;  Yaşar Akbıyık, Millî Mücadelede Güney Cephesi (Maraş), Ankara 1966, s. 7.

10 İsmail Hakkı Uzunçarşılı, Osmanlı Tarihi, Cilt: II, Dördüncü Baskı, T.T.K., Ankara 1983, s. 506.;   E. Ziya Karal, a. g. e., Cilt: VI, s. 36.;  Yahya Akyüz, Türk Kurtuluş Savaşı ve Fransız Kamuoyu 1919-1922, İkinci Baskı, T.T.K., Ankara 1988, s. 61.;  K. Çelik, a. g. e., s. 10, 11.

11 E. Brémond, La Cilicie en 1919-1920, Paris 1921, s.76.;  P. Redan, La Cilicie et Le Probleme Ottoman, Paris 1921, 114-138.;  A. H. Saral, a. g. e., s. 37.;  Y. Akyüz, a. g. e., 175-177.;  Y. Akbıyık, a. g. e., s.57-60.;  K. Çelik, a. g. e., s. 11, 12.  

12 F. Armaoğlu, a. g. e., s. 272-274.;   “Ermeni Sorunu: 10 Soru, 10 Cevap”, Dışişleri Bakanlığı İAGM Dairesi Broşürü, s. 7, 8.

13 Bk. Ermeni Komitelerinin İhtilâl Hareketleri ve… (Haz.: İ. Parmaksızoğlu), s. 9-200.; Ahmet Hulki Saral, Türk İstiklâl Harbi IV, Güney Cephesi, Gn. Kur. Yay., Ankara 1966, s. 9.;  G.eorges de Maleville, 1915, Sözde Ermeni Trajedisi, Birinci Baskı, İstanbul 1991, s. 93-97.;  “Ermeni Sorunu: 10 Soru, 10 Cevap”, Dışişleri Bakanlığı İAGM Dairesi Broşürü, s. 8-10.;  Yusuf Halaçoğlu, Ermeni Tehciri ve Gerçekler (1914-1918), Türk Tarih Kurumu, s. 16-19.;  Sedat Laçiner, “Ermeni İddiaları ve Terör“, Ermeni Sorunu El Kitabı, Ermeni araştırmaları Enstitüsü (ER-EN, ASAM), Ankara 2002, s. 78-81.  

14 Bu Ermeni isyanları ve sonuçları için bk. Ermeni Komiteleri’nin A’mal ve Harekât-ı İhtilâliyyesi Haz. H. E. Cengiz.)…,;  Ermeni Komiteleri’nin İhtilâl Hareketleri ve Besledikleri Emeller, (Haz.: İ. Parmaksızoğlu),;  E. Uras, a. g. e.;  K. Gürün, a. g. e.; İsmet Binark, Asılsız Ermeni İddiaları ve Ermeniler’in Türkler’e Yaptıkları Mezalim, Yazılı Arşiv Belgeleri ve Fotoğraflarla, Ankara Ticaret Odası Yayını. No: 16, Ankara 2001;  “Ermeni Sorunu: 10 Soru, 10 Cevap”, Dışişleri Bakanlığı İAGM Dairesi Broşürü, s. 7, 8.;  Y. Halaçoğlu, a. g. e.;  K. Çelik, a. g. e., ve daha birçok kitap ve makalenin ilgili sahifeleri.

15 Bu konu için de bk. Dipnot 13’teki kitaplara ek olarak; Azmi Süslü, Ruslara Göre Ermenilerin Türklere Yaptıkları Mezalim, Ankara Üniversitesi Basımevi-Ankara 1987 veYaşar Akbıyık, a. g. e.’de ilgili yerler.

16 A. Süslü, a. g. e., s. 10-82.;  Cemal Anadol, Tarihin Işığında Ermeni Dosyası, Turan Kitabevi, İstanbul 1982, s. 262-286.;  İ. Binark, 48-52.;  “Ermeni Sorunu: 10 Soru, 10 Cevap”, Dışişleri Bakanlığı İAGM Dairesi Broşürü, s. 8-16.;  Y. Halaçoğlu, a. g. e., s. 37-46.

17 Türkkaya Ataöv, “Soykırım Yalan, Ermeni Belgeleri Sahte”, (Emin Çölaşan’ın röportajı), Hürriyet, 23 Nisan 1989.;  Azmi Süslü, Ermeniler ve 1915 Tehcir Olayı, Ankara 1990, s. 109-146.;  Talat Paşa’nın Anıları, Yay. Hz. Alpay Kabacalı, İletişim Yay., 3. Baskı, İstanbul 1994, s. 70-77.;  İ. Binark, a. g. e., s. 31-84.;  “Ermeni Sorunu: 10 Soru, 10 Cevap”, Dışişleri Bakanlığı İAGM Dairesi  Broşürü, s. 14, 15.;  Y. Halaçoğlu, a. g. e., s. 31-84.

18 T. Ataöv, “Soykırım Yalan, Ermeni Belgeleri Sahte”, (E. Çölaşan’ın röportajı), Hürriyet, 23 Nisan 1989.;  A. Süslü, a. g. e., s. 109-146.;  Talat Paşa’nın Anıları, s. 82-85 ve 162.;  “Ermeni Sorunu: 10 Soru, 10 Cevap”, Dışişleri Bakanlığı İAGM Dairesi Broşürü, s. 17.;  İ. Binark, a. g. e., s. 31-84.;  Y. Halaçoğlu, a. g. e., s. 31-84.

19 T. Ataöv, “Soykırım Yalan, Ermeni Belgeleri Sahte”, (E. Çölaşan’ın röportajı), Hürriyet, 23 Nisan 1989.;  A. Süslü, a. g. e., s. 109-146.;  “Ermeni Sorunu: 10 Soru, 10 Cevap”, Dışişleri Bakanlığı İAGM Dairesi Broşürü, s. 14, 15.;  Y. Halaçoğlu, a. g. e., s. 78-81.

20 T. Ataöv, “Soykırım Yalan, Ermeni Belgeleri Sahte”, (E. Çölaşan’ın röportajı), Hürriyet, 23 Nisan 1989.;  C. Anadol, a. g. e., s. 348-355.;  A. Süslü, a. g. e., s. 109-146.;  “Ermeni Sorunu: 10 Soru, 10 Cevap”, Dışişleri Bakanlığı İAGM Dairesi Broşürü, s. 15, 16.;  Y. Halaçoğlu, a. g. e., s. 47-82.

21 “Ermeni Sorunu: 10 Soru, 10 Cevap”, Dışişleri Bakanlığı İAGM Dairesi Broşürü, s. 15, 16.;  A. Süslü, a. g. e., s. 109-146.;  Y. Halaçoğlu, a. g. e., s. 47-84.

22 “Ermeni Sorunu: 10 Soru, 10 Cevap”, Dışişleri Bakanlığı İAGM Dairesi Broşürü, s. 15.;  Y. Halaçoğlu, a. g. e., s. 47, 48.

23 T. Ataöv, “Soykırım Yalan, Ermeni Belgeleri Sahte”, (E. Çölaşan’ın röportajı), Hürriyet, 23 Nisan 1989.;  “Ermeni Sorunu: 10 Soru, 10 Cevap”, Dışişleri Bakanlığı İAGM Dairesi Broşürü, s. 15, 16.;  Y. Halaçoğlu, a. g. e., s. 59-69.

24 T. Ataöv, “Soykırım Yalan, Ermeni Belgeleri Sahte”, (E. Çölaşan’ın röportajı), Hürriyet, 23 Nisan 1989.;  Y. Halaçoğlu, a. g. e., s. 72-81.;  Ş. Kantarcı, “Tarih Boyunca Ermeni Sorunu”, Ermeni Sorunu El Kitabı, Ermeni Araştırmaları Enstitüsü (ER-EN, ASAM), s. 34.

25 T. Ataöv, “Soykırım Yalan, Ermeni Belgeleri Sahte”, (E. Çölaşan’ın röportajı), Hürriyet, 23 Nisan 1989.;  A. Süslü, Tehcir.., s. 109-146.;  “Ermeni Sorunu: 10 Soru, 10 Cevap”, Dışişleri Bakanlığı İAGM Dairesi Broşürü, s. 20’de de Ermeni kaybı 300 bin olarak gösterilmekle birlikte, sözkonusu broşürde Tehcir kayıtlarına ait yeni arşiv belgelerinin değerlendirilmediği anlaşılmaktadır.;  Daha önce yayınlanan bir kitabımda, göçettirme belgeleri ortaya konmadığı için, ben de, nüfus istatistikleri ve tahminlere dayanarak 300 bin Ermeni’nin ölmüş olabileceğini yazmıştım. Bk. K. Çelik, Millî Mücadele’de Adana ve Havalisi, (1918-1922), T.T.K., Ankara 1999, s. 21. Fakat bugün yukarıda yer alan yeni belgeler ışığında bunu düzeltiyorum.;  Y. Halaçoğlu, a. g. e., s. 78-84.;  Ş. Kantarcı, “Tarih Boyunca Ermeni Sorunu”, Ermeni Sorunu El Kitabı, s. 34, 35.

26 Ermeni nüfusun nerelere göçettiği veya göçettirildiği ile sayısını gösteren belge için Bk. EK- 1, Bilâl N. Şimşir, The Deportees of Malta and the Armenian Question, Foreign İnstitute, Ankara 1984, s. 55.; T. Ataöv (E. Çölaşan’ın röportajı), Hürriyet, 23 Nisan 1989.;  “Ermeni nüfus hiçbir ilde çoğunlukta değildi… Anadolu’daki Ermeni nüfus yoğunluğu en yüksek yer olan Van’da bile Ermeni nüfusun toplam nüfusa oranı ancak yüzde 43’tü.” Bk. G. Maleville, a. g. e., s. 31-99.;  “Ermeni Sorunu: 10 Soru, 10 Cevap”, Dışişleri Bakanlığı İAGM Dairesi Broşürü, s. 11 ve 20, 21.;  İlter Türkmen – Gündüz Aktan – Justin McCarty, ABD Temsilciler Meclisi’nin Gündemindeki SÖZDE SOYKIRIM İçin Ne Yapılmalı?, T. C. İstanbul Kültür Üniversitesi 2000-2001 Panel ve Söyleşiler Dizisi-1, s. 10-54.;  Ş. Kantarcı, “Tarih Boyunca Ermeni Sorunu”, Ermeni Sorunu El Kitabı, s. 26-28.

27 Bk. EK- 2, “Kırılma Noktası”, Atlas, Aylık Coğrafya ve Keşif Dergisi, Sayı: 134, Mayıs 2004, s. 132.

28 T. Ataöv, (E. Çölaşan’ın röportajı), Hürriyet, 23 Nisan 1989.;  Arshag K. Schmavonian, Morgenthau’nun Ermeni tercümanıdır ve önyargılı olmasında etkili olmuştur. Bk. Y. Halaçoğlu, a. g. e., s. 71-91.

29 “Ermeni Sorunu: 10 Soru, 10 Cevap”, Dışişleri Bakanlığı İAGM Dairesi Broşürü, s. 13.;  İbrahim Kaya, “Ermeni Sorunu’nun Hukuksal Boyutları: Ulusal ve Uluslararası”, Ermeni Sorunu El Kitabı,  s. 58, 59.   

30 T. Ataöv, (E. Çölaşan’ın Röportajı), Hürriyet, 23 Nisan 1989.;  Y. Halaçoğlu, a. g. e., s. 85-87.

31 “Ermeni Sorunu: 10 Soru, 10 Cevap”, Dışişleri Bakanlığı İAGM Dairesi Broşürü, s. 15, 16.;  Y. Halaçoğlu, a. g. e., s. 87.;  Ş. Kantarcı, “Tarih Boyunca Ermeni Sorunu”, Ermeni Sorunu El Kitabı, s. 36-38.

32 “Ermeni Sorunu: 10 Soru, 10 Cevap”, Dışişleri Bakanlığı İAGM Dairesi Broşürü, s. 16-19.;  Y. Halaçoğlu, a. g. e., s. 88.;  S. Laçiner, a. g. m., Ermeni Sorunu El Kitabı, s. 82.

33 Şinasi Orel-Süreyya Yuca, The Talat Pacha-Telegrams-Historical Fact or Armenian Fiction, Published by K. Rüşti and Brother, Cyprus 1983, s. 35-99.;  T. Ataöv, (E. Çölaşan’ın röportajı), Hürriyet, 23 Nisan 1989.;  G. Maleville, a. g. e., s. 60-64.;  İ. Binark, a. g. e., 76-78.;  Y. Halaçoğlu, a. g. e., s. 71.

34 Ş. Orel-S. Yüca, a. g. e., s. 35-99.;  G. Malville, a. g. e., s. 60, 61 ve 85.;  “Ermeni Sorunu: 10 Soru, 10 Cevap”, Dışişleri Bakanlığı İAGM Dairesi Broşürü, s. 17-19.;  İ. Binark, a. g. e., s. 76-78.

35 T. Ataöv, (E. Çölaşan’ın röportajı), Hürriyet, 23 Nisan 1989.;  G. Maleville, a. g. e., s. 63, 64.;  Y. Halaçoğlu, s. 71-73.

36 Bu konuda daha geniş bilgi için bk. Bilal N. Şimşir, Malta Sürgünleri, İkinci Basım, Bilgi Yayınevi, Ankara 1985, s. 9-248.;  K. Gürün, a. g. e., s. 238-247.;  G. Maleville, a. g. e., s. 84, 85.

37 M. Asaf, a. g. e., s. 17-45.;  Salâhi R. Sonyel, Türk Kurtuluş Savaşı ve Dış Politika, 2. Baskı, C. I., T. T. K., Ankara 1987, s. 39-51.;  S. J. Shaw, a. g. m., s. 198, 199.;  K. Çelik, a. g. e., s. 24-75.

38 M. Asaf, a. g. e., s. 17-45.;  Damar Arıkoğlu, Hatıralarım, İstanbul 1961, s. 78, 79.;  Şeref Genç ‘Yılmaz Efe’), “İstiklâl Savaşında Mersin’i Kurtarma Savaşı”, Kuva-yı Milliye, Sayı: 59, 60, Mersin 1965, s. 10-12.;  Kurtuluş Savaşında İçel, (Anonim), Türkiye Kuva-yı Milliye Mücahit ve Gazileri Cemiyeti Mersin Şubesi Yayını 1, İstanbul 1971, 46-53.;  K. Karabekir, a. g. e., s. 292-319.;  Ali Neşrî Atlay, “Millî Mücadele’de Mut”, Kuva-yı Milliye, Yıl: 9, Sayı: 105, Mersin (Mayıs) 1969, s. 15, 16.;  Rus Generali Mayevski ile Ruslar’ın, Ermeniler’in Türkler’e yaptıkları mezalim ve sahte Ermeni belgeleri hakkında daha geniş bilgi için bk. A. Süslü, …Mezalim, s. 92 v.d.;  Y. Akyüz, a. g. e., s. 127-129.;  C. Anadol, a. g. e., s. 150-209.;  S. R. Sonyel, a. g. e., s. 23.;  S. J. Shaw, a. g. m., s. 198, 199.;  K. Çelik, a. g. e., s. 19-24.;  İ. Binark, a. g. e., s. 53.;  Kemal Çelik, Mut Müdâfaa-i Hukuk Cemiyeti Karar Defteri ve Millî Mücadele’de Mut, Atatürk Araştırma Merkezi, Ankara 2001, s. 97, 98.

39 Kandemir, ATATÜRK’e İzmir Suikatından Ayrı 11 Suikast, Tarih Yayınları, İstanbul 1955, s.  110-113.;  Şevket Süreyya Aydemir, Makedonya’dan Ortaasya’ya ENVER PAŞA (1914-1922), Cilt: 3,  Remzi Kitabevi, İstanbul 1972, s. 683-686.;  Ermeni İddiaları ve Türkiye, (Bilal N. Şimşir’in konuşması), Kocaeli Üniversitesi, Ankara 2001, s. 49-64.;  Ş. Kantarcı, S. Laçiner, “Ermeni İddiaları ve Terör”, Ermeni Sorunu El Kitabı, s. 39 ve 82-93.

————————————————————————–

[i] Bu makale Ankara Üni. Türk İnk. Tarihi Enstitüsü Atatürk Yolu Dergisi, Cilt: 8, Sayı: 31-32’de yayınlanmıştır.

[ii] Başkent Üniversitesi ATATÜRK ARAŞTIRMA MERKEZİ Öğretim Görevlisi.

Yazar
Kırmızılar

Bu websitesinde farkı kaynaklardan derlenen içerikler yayınlanmakta olup tüm hakları sahiplerinindir. Sitedeki içerikler atıf gösterilerek kaynak olarak kullanlabilir. Yazıların yasal sorumluluğu yazara aittir. Tüm Hakları Saklıdır. Kırmızlar® 2010 - 2024

medyagen