Avrupa: Trajedi ve travmaların toprağı

Avrupa’nın sabit sınırlarının olmadığı sıklıkla dile getirilir. Bununla ne anlamalıyız? Bu diğer bazı şeylerin yanısıra Avrupa’nın emperyal yayılmacılığının da örtülü biçimde dile getirilişi olamaz mı? Avrupa’nın edindiği onca zenginliğin önemli bir bölümünü denizaşırı sömürgeciliğe borçlu oldukları hatırlandığında bu ihtimalin akla gelmesi de kaçınılmaz oluyor.

Gerçekten bugün kendi sınırlarını korumak için sıkı önlemler alan Avrupa’nın başkalarının sınırlarını rahatlıkla çiğnemiştir. Ulaşabildiği her yere el atmış, sömürgecilik yoluyla sınırlarını olabildiğine genişletmiştir. Bu anlamda Avrupa’nın coğrafi sınırları sabit değildir. Sömürgecilik, köleleştirme, yerli halkları kitleler halinde katletme, doğal zenginliklerini yağmalama, kültürlerini yok etme… Bu açıdan bakıldığında Avrupa’nın sicili kötü, geçmişi hayli karanlıktır.

*****

Halil TURHANLI[i]

Avrupa çok eski zamanlardan yirminci yüzyılın ortalarına kadar kin ve düşmanlıkların, kardeş kavgalarının, kanlı çatışmaların, yıllarca süren ve on binlerce insanın ölümüne yol açan, trajedi ve travmalarla noktalanan savaşların toprağı oldu.

Roma İmparatorluğu’nun dağılmasından sonra Avrupa’nın hızla Hıristiyanlaşma süreci yaşandı ve tamamlandı. Avrupa Hıristiyan kültürüne geçti. Ancak bu kez de mezheplere bölündü; on yıllarca süren mezhep çatışmaları, bağnazlıkların neden olduğu din savaşları yaşandı.

Katolikler ve Protestanlar arasında on altıncı ve on yedinci yüzyıllarda patlak veren savaşlar sonunda 1648’de Vesfalya antlaşmasıyla bir uzlaşma sağlandı. Modern Avrupa’nın siyasal düzeninin biçimlenmesinde belirleyici olan bu antlaşma kıtaya hiç de kısa sayılmayacak bir dönem için istikrar getirdi. Ne ki, imparatorlukların çözülüp dağılmasıyla ortaya çıkan ulus-devletler yeni bir bölünme ve ayrılma yarattılar.

Modern çağa özgü bir siyasal örgütlenme biçimi olan ulus-devletler Avrupa’da doğdu. Avrupa’nın bu yeni örgütlenme biçimi on dokuzuncu ve yirminci yüzyılda dünyaya dağıldı. Edgar Morin ve Mauro Ceruti’nin deyişleriyle “ dünyasallaştı”. Ulus-devletler etnik bağlar kurarak, halkları etnik temelde birleştirerek, onlara yurttaş kimliği verdiler.

Ulus-devletin çatısı altında ve etnik temelde topladığı insanlara verdiği yurttaş kimliği diğer kimlikleri bastırdı. Ulus-devletler aslında birleştirici, bütünleştirici oldukları ölçüde, hatta belki de daha fazla ayrıştırıcı, dışlayıcıydılar. Ortak kökeni, etnik temeli paylaşmayanları dışlıyorlardı. Yurttaş haklarını ve kimliğini onlardan esirgiyorlardı. 

ETNİK BAĞLAR KURAN BİR ÖRGÜTLENME

Ulus-devlet modern siyasal örgütlenme ama Morin ve Ceruti’nin de belirttikleri gibi aynı zamanda arkaik öğeler içeren, mitlere ve daha başka atavistik kurgulara dayanarak etnik bağlar kuran bir örgütlenmedir. Buna göre, ulus-devlet mitler temelinde bir “ mitsel kardeşlik “ oluşturmuştur. (E.Morin- M.Ceruti, Bizim Avrupamız, çev. Ş.Tekeli, İletişim Yayınları, 2014, s. 24). Kendilerine dâhil olmayanlara, etnik kökeni paylaşmayanlara karşı düşmanlık besleyen kardeşlik.

Avrupa’yı “bireyin özne olarak yaşadığı toplumsal ve tarihsel mekân “ olarak tanımlayan Jorge Semprun, Husserl ve Patocka’yı izleyerek Avrupa kültürünü akıl temelinde oluştuğunu ileri sürüyordu : “(D)ünyanın bütün kültürleri arasında tek akıl kültürü, Avrupa kültürüdür. Hayat dünyasının bütün temel konularında, teorik ya da pratik düzeyde olsun, belirleyici rolü akıl üstlenir.

İşte Avrupa kültürünün kökten özerkliği bu ayırt edici özelliğine dayalıdır “ ( Semprun – Villepin, Avrupa İnsanı, çev. A. Cıngı, Agora Kitaplığı, 2006, s.44 ). Jorge Semprun’a göre Avrupalı eleştirel ve sorgulayıcı öznenin, hak ve özgürlükler sahibi yurttaşın kökleri Antik Yunan’a uzanıyor.

Ancak burada hatırlamamız gereken tarihsel bir gerçek var: Yirminci yüzyılın ilk yarısında Avrupalı insanın aklı tutulmuş, bunun sonucunda yargılama, sorgulama ve eleştirme yeteneklerini yitirmişti. 1930’larda yukarıdan tek adamın, Führer’in ve diğer diktatörlerin gösterdiği yolu hiç sorgulamadan izlemişti. Max Horkheimer ve Frankfurt Okulu’nun diğer düşünürleri akıl tutulmasını öngörmüş, bunun hiç sorgulamayan, itaatkâr insanlardan oluşan kitleler yaratacağını ve bu ortamda otoriter düzenlerin ortaya çıkacağı, onların uygulayacağı kıyım politikalarının dehşet verici sonuçlar doğurabileceği konusunda uyarıda bulunmuşlardı. Maalesef öngörüleri doğrulandı.

On altıncı yüzyıldan itibaren, özellikle Fransa’da insanın en yüksek, en üstün zihinsel gücü kabul edilen akıl 1930’ların Almanya’sında güçten düşmüş, artık dünyaya ışık tutmaz, dünyayı aydınlatmaz olmuştu. İşte o zamanlar aklın ve Aydınlanma’nın ışığından yoksun kalan Avrupa karanlığa gömüldü, “karanlık kıta “ oluverdi. Bunun da ötesinde söz konusu akıl tutulması Avrupa sınırlarını aşan, bütün insanlık açısından ürküntü veren, dehşete düşüren trajik sonuçlar doğurdu. Holokost akla gelen ilk örnek.

Yirminci yüzyılın ilk yarısında aklın tutulduğu ulus-devletler Avrupası’nda öncekilerden daha kanlı savaşlar patlak verdi, Avrupa halkları birbirlerini boğazladılar. Özellikle de o güne kadar kıtanın gördüğü savaşların en ürkütücüsü olan ikincisi birleşik Avrupa projesi açısından dönüm noktası oldu. İkinci büyük savaş uzun uzun düşünülmüş, ayrıntılı olarak planlanmış ölüm kamplarıyla, insanları kitleler halinde öldüren zehirli gazlarıyla, tutsaklar üzerinde gerçekleştirilen tıbbi deneyleriyle modern teknolojinin desteğiyle gerçekleştirilen bir barbarlıktı. Siperler, ölüm kampları, kitlesel kıyımlar, hava bombardımanlarında yerle bir olan şehirler, yüzbinlerce insanı ölüm kamplarına taşıyan trenler Avrupalıların ortak belleğinde silinmez izler bıraktı.

İkinci Dünya Savaşı’nın ertesinde birleşik Avrupa idealini gündeme getiren ve onu bir projeye dönüştüren ortak bellekte kalıcı iz bırakan bu tarihsel olaylardı. Savaşların yarattığı trajedilerin tekrarını önleyebilmek, travmaların üstesinden gelebilmek için barışı sürekli kılacak yeni bir örgütlenme, yeni bir düzen kurma kaçınılmaz olmuştu. Ölüm kamplarında, siperlerde, hava saldırılarında ölen binlerce insanın anıları bunu dayatıyordu.

Avrupa’nın sabit sınırlarının olmadığı sıklıkla dile getirilir. Bununla ne anlamalıyız? Bu diğer bazı şeylerin yanısıra Avrupa’nın emperyal yayılmacılığının da örtülü biçimde dile getirilişi olamaz mı? Avrupa’nın edindiği onca zenginliğin önemli bir bölümünü denizaşırı sömürgeciliğe borçlu oldukları hatırlandığında bu ihtimalin akla gelmesi de kaçınılmaz oluyor.

Gerçekten bugün kendi sınırlarını korumak için sıkı önlemler alan Avrupa’nın başkalarının sınırlarını rahatlıkla çiğnemiştir. Ulaşabildiği her yere el atmış, sömürgecilik yoluyla sınırlarını olabildiğine genişletmiştir. Bu anlamda Avrupa’nın coğrafi sınırları sabit değildir. Sömürgecilik, köleleştirme, yerli halkları kitleler halinde katletme, doğal zenginliklerini yağmalama, kültürlerini yok etme… Bu açıdan bakıldığında Avrupa’nın sicili kötü, geçmişi hayli karanlıktır.

SÖMÜRGE İNSANLARINA ESNEK OLMADI

Avrupa kendi sınırlarını sömürgeleştirdiği coğrafyanın insanlarına hiç de esnek tutmamıştır. Geçit vermez sınırlar oluşturmuştur. Bugün de sabit sınırları olmadığı söylenen Avrupa, göçmenlere karşı sınırlarını tahkim ediyor, Batı dışından gelenlere karşı müstahkem mevkiler inşa ediyor. İçeri aldıklarına da sınırdaşı etme tehdidinde bulunuyor. İkinci büyük savaş sonrasında yıkılmış ekonomilerini onarabilmek için dışarıdan işgücü alan ülkeler yabancı işçileri bile işlerini bitirdikten hemen sonra ülkelerine dönmeye hazır olmaları konusunda uyarmışlar, onları ”misafir işçi”ler olarak adlandırmışlar, her koşul altında “öteki” olarak yaşamaya zorlamışlardı. 

Fakat kabul edelim ki Avrupa‘nın sınırları bir başka açıdan da geniştir. Demokrasi ideali, insan hakları, bu idealleri besleyen değerler Avrupa’nın ötesine geçerek evrensellik kazanmıştır. Kısacası, Avrupa birbiriyle çelişen ilke ve değerleri içerir. Edgar Morin ve Mauro Ceruti’nin vurguladıkları gibi , “ Avrupa hukuktur, ama aynı zamanda keyfiliktir. Avrupa demokrasidir, ama aynı zamanda baskıdır. Avrupa insan onurudur, ama aynı zamanda ırkçılıktır” .( Morin-Ceruti, Bizim Avrupamız, s.18 ). Ve Avrupa bunlara benzer daha başka çelişkilerin toprağıdır. Gerçekten “ Uygarlık ve barbarlık Avrupa tarihi boyunca daima el ele yürümüşlerdir.”

Avrupa’nın günümüzde yaşadığı birçok önemli sorun mevcut. Ben bitirmeden önce bunlardan iki tanesine kısaca değineceğim. Biri kapanma, diğeri kayıtsızlık. Avrupa yersiz ve temelsiz bir korkuyla kendini Batı dışındaki kültürlere kapatıyor. Onlarla diyalog kurmayı reddediyor. Bu kültürlerin taşıyıcısı olan insanları sınırlarından içeri almıyor. Oysa Avrupa kültürünün Batı dışındaki kültürlere olabildiğince açık olması onu çok daha zenginleştirecek.

Yakıcı bir sorun daha var: Avrupa’nın kendinden olmayanın, uzaktaki “yabancılar”ın mağduriyetlerine, acılarına, uğradıkları kıyımlara karşı kayıtsızlığı. Yirminci yüzyıl sonlarında biri Afrika’da, diğeri Balkanlar’da yaşanan, iki soykırım karşısındaki tavrı bunun örneği. Daha açık bir anlatımla Avrupa, Ruanda ve Bosna’da etnik, ırksal ve dinsel farklıkların kanlı çatışmalara, giderek etnik temizliklere, soykırım politikalarına dönüşmesine uzaktan baktı.

Nitekim 1994’de Ruanda’da Hutu çetelerinin gerçekleştirdiği katliamlarda Fransa’nın sorumluluğunun araştırılması için Cumhurbaşkanı Macron’un talimatıyla oluşturulan on kişilik tarihçiler komisyonunun uzun bir çalışma sonucunda hazırladığı ve geçtiğimiz Mart ayında kamuoyuna açıkladığı raporda Fransa ağır bir dille suçlanıyor. Katliam hazırlıklarına göz yumduğu, katliamı önleme konusunda çaba göstermediği ileri sürülüyor.

Benzer isnatları Bosna’daki kıyımlar açısından tekrarlamak mümkün. Gerçekten Avrupa 1992’den başlayarak altı-yedi yıl dünyanın en sancılı bölgelerinden biri olan o topraklardaki kıyımlara da kayıtsız kalmış, binlerce Bosnalı Müslümanın öldürüldüğü Srebrenitsa Katliamı’nı önlemede ciddi bir çaba göstermemişti. Oysa bu katliam İkinci Dünya Savaşı’dan o güne Avrupa topraklarındaki en büyük toplu kıyımdı.

————————————————–

Kaynak:

https://www.karar.com/gorusler/avrupa-trajedi-ve-travmalarin-topragi-1615748

——————————————————————

[i] [email protected]

Yazar
Kırmızılar

Bu websitesinde farkı kaynaklardan derlenen içerikler yayınlanmakta olup tüm hakları sahiplerinindir. Sitedeki içerikler atıf gösterilerek kaynak olarak kullanlabilir. Yazıların yasal sorumluluğu yazara aittir. Tüm Hakları Saklıdır. Kırmızlar® 2010 - 2024

medyagen