Üniversiteler ve Görünürlük İhtiyacı

Son yıllarda üniversitelerde en dikkat çekici olgu, görmeyenlerin bile gözüne batırırcasına fiziki ‘irileşme’ ve ‘bina’ yapma çabalarıdır. Yeni üniversite yerleşkelerindeki devasa binalar ve fiyakalı iç yollar yapılınca, yoğun betonlaşmadan dolayı neredeyse toprak ve ağaç kalmayacak gibi görünüyor. Her türlü insani ve toplumsal etkinliğin yerine getirilmesinde alt yapı olması bakımından işlevsel bir takım bina ve tesisin olması zorunludur. Ancak, siyasi popülizm yüzünden yöneticilerin gösteriş ve ‘inşaat’ tutkusu ile kontenjanların aşırı bir biçimde artırılması eğilimi birleşince, işlevsel olmayan birçok bina yapılıyor.

*****

Prof.Dr. Feyzullah EROĞLU

Görevdeki başarı

Kurum ve kuruluşların yöneticilerinin, yönetim ve organizasyon süreçlerinde birer etkili aktör olarak varlıkları, görevlerini başarıyla yerine getirmelerine bağlıdır. Kurumsal statülerinin sağladığı maddi ve manevi imtiyazların sürdürülmesi için bulunulan konumda ya başarılı olmaları ya da ‘başarılı olma’ görüntüsü vermeleri gerekir.

Kurumlardaki görevlerin, başarılı bir biçimde yapılabilmesi için bu görevin gerektirdiği yetenek, bilgi ve kişisel nitelikler ile bu göreve atanmış olan kişinin mevcut yetenek, bilgi ve kişisel nitelikleri en azından birbirine denk olmalıdır. Önceden tahmin edilmeyen çeşitli iç ve dış etkenlere bağlı olarak birtakım sorunlar çıktığında, liyakatli ve yetkin yöneticiler gerekli önlemleri alarak başarılarını sürdürürler. Bulundukları görev için gerekli yetkinliği olmayan yöneticiler, atandıkları görevleri aslına uygun bir biçimde yerine getiremeyecekleri için ‘başarılı’ görünmeye ilişkin gösteriş ve görüntülere sığınırlar.

Rekabetçi serbest piyasa ekonomisinde, özel girişimcilik alanında görev yapan çalışanlar, bulundukları veya üstlendikleri görevlerde başarısız oldukları zaman, büyük bir ihtimalle konumlarını kaybederler. Başarısız olan yöneticiler gider, bunların yerlerine daha başarılı olacağı beklentisiyle başka yöneticiler gelir. Kamu kurum ve kuruluşlarındaki çalışanlara, liyakat ve yetkinliklerinden çok, özellikle ideolojik ve siyasal tercihlerinden dolayı önemli görevler verilmişse mevcut konumlarındaki başarısızlıkları çoğunlukla görmezlikten gelinir. Toplumsal bilincin zayıf olduğu ve halkın bir kesiminin çok kolay bir biçimde manipüle edildiği otoriter sistemlerde, ideoloji ve siyasal tercihler uğruna kamu yöneticilerinin ve görevlilerinin başarısızlıklarıyla ilgili zararlar ya hiç kale alınmaz ya da ‘yönetici zararları’ diye tuhaf bir adla muhasebeleştirilir.

Liyakat

Bulundukları konum ve görevde, gerekli olan liyakat ve yetkinlik olmadığı için başarısız olan kamu yöneticileri, maddi ve manevi imtiyazlarını sürdürebilmek uğruna, bulundukları görevde başarılı oldukları izlenimini verme çabası içinde olurlar. Liyakat ve yetkinlik sorunları olmasına rağmen, sadece ideolojik ve siyasal tercihlerle kurum ve kuruluşların başına getirilmiş kişiler, yönetim süreçlerinde ortaya çıkan kriz sinyallerini ve uyarılarını algılayamaz ve dikkate almazlar. Bu durum bile tek başına, kurumun başındaki yetkili yöneticinin bu görev için liyakatinin olmadığını gösterir. Bu sinyalleri iyi okuyacak ve anlayacak yetkinlikte yöneticiler getirilmediği zaman krizin patlaması neredeyse kesindir. Kriz yönetiminin gereği yapılmayıp, liyakatsiz yöneticiler ile yola devam etmek siyasi bir tercihtir. Siyasi erk, kamu kaynaklarını kontrol etmek ve toplumsal denetimi elinde tutmak maksadıyla kritik kamu görevlerindeki yöneticilerin başarısızlıklarına siyasal amaçlar uğruna aldırış etmeyebilir. Siyasallaşan yöneticiler, ortaya çıkacak toplumsal tepkiyi önlemek ve hafifletmek maksadıyla çeşitli imaj çalışmaları yapma yoluna giderek, başarısızlıklarını perdeleyecek ‘gösteri’ ve görüntüler üretmenin yanında, yeterince bilmedikleri hâlde sanki ‘biliyormuş’ gibi konuşmalar (ya da okumalar) yaparlar.

YÖK üniversiteleri ne kadar başarılı?

2547 Sayılı yasasının 4. Maddesinde “üniversitelerin amaçları” başlığı altında sayılan kıstaslar açısından, kendi aslî amaçları ve işlevleri göz önüne alındığında, üniversitelerin bunlardan ne kadarını gerçekleştiriyor olduklarıyla ilgili iyimser sonuçlar görmek ne yazık ki mümkün değildir. Söz gelimi, yükseköğretimden mezun olan gençlerin çok büyük bir kısmı, ekonomik sektörlerin vasıflı eleman ihtiyacını karşılamada yetersizdir. Aşırı otoriter yüksek öğretim ortamı, gençlerin “girişimcilik” niteliklerini büyük ölçüde baskılamaktadır. Yükseköğretimini tamamlamış olan gençlerin bir kısmı, sahip oldukları bilgi donanımlarıyla karşılaştıkları sorunlarla çoğunlukla baş etme becerisinden yoksundurlar. Doğu toplumlarında, entelektüel düşüncenin yeşerebileceği tek yerin üniversiteler olmasına karşılık, YÖK üniversitelerinden entelektüel düşünceye sahip bilim insanı pek çıkmıyor.

Sosyolog Guy Debord, günümüzde, bilimin, ekonomik kârlılığın dayattığı zorunluluklara boyun eğmesinden kaynaklanan bir yönelimle kendisini ‘gösteri’ egemenliğinin hizmetine adamayı tercih ettiğini iddia etmektedir. Ayrıca, Debord, gösteri egemenliğinin, yıkıcı bir düşüncesizlikle en son bilimsel özerklik kırıntılarını ortadan kaldırmasından yakınmaktadır (Debord, 1996,149). ‘Gösterinin’, en son uğraması gereken alan olarak bilimsel etkinliklere de sirayet etmesi, üniversitelerin akademik niteliklerine ciddi bir gölge düşürmektedir. Söz gelimi, yapılan törenler, çoğunlukla yöneticilerin yüceltilmesi ve kent protokolünün ağırlanması gösterisine dönüşüyor. ‘Üniversite-sanayi iş birliği’ gibi son derece önemli konular hakkında yapılan görüşmeler, yerel medyada haberleşiyor ama çoğunlukla fiili sonuçlar yaratmıyor ve görüntüden ibaret kalıyor.

Üniversitelerde görünürlük ve bina tutkusu yükseliyor

YÖK düzeni içindeki üniversitelerde neler oluyor? Yöneticileri ne yapıyorlar?  Sosyal bilimler metodolojisinde giderek önem kazanan emik yaklaşım yoluyla değerlendirildiği zaman, üniversite yönetimlerinin önemli bir kısmının, aslî amaç ve işlevlerini başarılı bir şekilde yerine getiremeyince, bu amaç ve işlevlerin icrası ile ilgili görüntü, gösteri, tanıtım, reklâm gibi birçok etkili iletişim tekniklerine başvurdukları gözlenmektedir.

Son yıllarda üniversitelerde en dikkat çekici olgu, görmeyenlerin bile gözüne batırırcasına fiziki ‘irileşme’ ve ‘bina’ yapma çabalarıdır. Yeni üniversite yerleşkelerindeki devasa binalar ve fiyakalı iç yollar yapılınca, yoğun betonlaşmadan dolayı neredeyse toprak ve ağaç kalmayacak gibi görünüyor. Her türlü insani ve toplumsal etkinliğin yerine getirilmesinde alt yapı olması bakımından işlevsel bir takım bina ve tesisin olması zorunludur. Ancak, siyasi popülizm yüzünden yöneticilerin gösteriş ve ‘inşaat’ tutkusu ile kontenjanların aşırı bir biçimde artırılması eğilimi birleşince, işlevsel olmayan birçok bina yapılıyor.

Yeni üniversite inşaatlarında değişmeyen bir görüntü, yüksek ve gösterişli giriş kapılarının yapılmasıdır. Üniversitelerin kapılarının yüksek ve gösterişli yapılması, adeta Osmanlı kapı mimarisindeki yüksek ve gösterişli kapı görüntüsüne öykünmek gibi bir arzudan kaynaklanıyor. Osmanlı Devleti, bir imparatorluk olarak askeri gücünün ve iriliğinin simgesi olarak çok yüksek ve gösterişli kapılar yapmak suretiyle öncelikle kendi uyruklarına ve yabancılara gözdağı vermeyi önemserdi. Söz gelimi, uzun bir süredir Beyazıt’taki İstanbul Üniversitesi’nin giriş kapısı olarak kullanılmakta olan yüksek ve iri kapının tepesinde Arap harfleriyle “Daire-i Umuri Askeriye’ yazıyor. Aslında, bunun imparatorluklar döneminin ruhuna oldukça uygun bir kapı mimarisi olarak yadırganacak bir tarafı yok. Ama, bu tarihsel kültür kalıtının, bilimsel ve akademik yeni binalarda güncellenmesi ve bilgi çağının simgesine dönüşmesi biraz tuhaf kaçıyor.

Son yıllarda üniversite yerleşkelerinde yapılan çok büyük ve iri binaların arasına, yine gösterişli ve yaldızlı giriş kapılarıyla giriliyor olmasının, öğretim elemanlarının ve öğrencilerin akademik bilgi ve becerilerinin gelişimine hiçbir katkısı görünmüyor. Ama, bu durum üniversiteye dışarıdan konuk olarak gelen ‘idari ve mülki erkan’ ile görünürlüğe aşırı düşkün bazı vatandaşlara daha çok heyecan veriyor olmalıdır. Üniversitelerin, araştırma laboratuvarları ve çeşitli deney odaları gibi ‘akademik’ nitelikli alt yapıların öncelenmesi yerine, görünürlük ‘imajına’ uygun düşen bir mimarinin tercih ediliyor olması, “görüntü üretme” algısının son derece önemseniyor olduğunu göstermektedir.

Yönetim birimlerinde “Bab-ı Âli” geleneği ve gösterişli binalar

Osmanlı Devleti’nin üst düzey yönetimi, gerileme döneminden itibaren baş gösteren büyük toprak kayıpları, iç karışıklıklar ve Türk olmayan toplulukların isyanları gibi nedenlerden dolayı sarsılmaya başlamıştı. Sadrazamlar, Topkapı Sarayı’nda oturan padişahlara yakınlığı nedeniyle Cağaloğlu semtinde, simgesel bir “Yüksek Kapısı” olan ve 1756 yılında yaptırılan sadrazamlık konağında oturmaya başladılar. Konağın, kendisinden çok, giriş kapısı olan “Bab-ı Âli” ünlü oldu. O dönemin güç kaybını gizleme ve perdeleme anlamında son derece görünür ve gösterişli bir görünümü vardı. 1856 yılında Dolmabahçe Sarayının tamamlanmasından sonra padişahlık yönetimi de lüks saraya taşındı ki bundan sonrasında devlet yönetimi bir gösteriş saltanatına dönüştü.

Osmanlı Devleti, gerçekten güçlü (yani topraklarını genişletiyor, toplumda huzur ve güven yaratıyor, üretken bir toprak düzeni kuruyor vb.) iken, askeri ve dini mimari dışında, pek gösterişli bina yapma ihtiyacı hissetmezdi. Çünkü, yönetici sınıf sade bir hayat yaşarlar; kendilerini ayrıca kanıtlama ve gösterme ihtiyaçları hissetmezlerdi. Devletin toprak düzeni bozuluyor, toplum çözülüyor, toprak kayıpları arka arkaya geliyor iken padişahlar Boğaz’daki saraylarda, sivil paşalar yalılarda son derece gösterişli bir yaşam sürüyorlardı. Yönetici sınıf, ülke kaynaklarını toplumun refah ve huzurunu sağlayacak imkân ve fırsatlara çeviremeyince, kendileri için psikolojik üstünlük gösterisi sayılacak pahalı ve lüks bir yaşam kurarak başarısızlıklarını ve yetersizliklerini örtmeye çalışmış olmalılardı.

Görünür olma arzusunun ve gösterişin psikolojisi

Başarısız kişi ve grupların gösteriş tutkusunu, çoğunlukla elde ettikleri makamı gerçekte hak etmeyenlerin kendi içlerinde yaşadıkları ezikliğin ve huzursuzluğun bir tür bastırılması olarak değerlendirmek mümkündür. Alfred Adler’e göre, yetersiz ve başarısız kişiler, kendi iç dünyalarındaki “aşağılık kompleksini”, çoğunlukla kibir, büyüklük taslama, böbürlenme, gösteriş ve dikkat çekici görünürlük biçiminde yansıtırlar. Gösteriş ve görünürlük tutkusu, başlı başına bir ‘itkidir’ ve daha önceden bastırılmış arzular serbest bırakıldıklarında uygun fırsatlarda kendilerini göstermek ve seslerini duyurmak isterler (Marcus, 1999, 165). Adler’in, yetersizlik ve eksiklik algıları yüksek olan kişilerle ilgili bu bireysel psikolojik durumları, bu özelliklere sahip kişilerin yönettiği kurumlar üzerine genellenirse; başarısız yöneticilerin de sürekli bir gösteriş ve fiziki görünürlük tutkusuna sahip olabilecekleri düşünülür.

Sonuç olarak, Türk üniversitelerini, öncelikle mevcut yasal zorunluluklarını yerine getirecek ve demokratik seçimler yoluyla iş başına gelmiş olan yetkin yöneticilere kavuşturulmaları gerekir. Hemen ardından, ülkedeki yükseköğretim paydaşlarının ve bileşenlerinin demokratik katılımıyla kapsamlı bir “Üniversite Reformu” şarttır!

Dipnotlar

Debord, Guy (1996): Gösteri Toplumu ve Yorumlar, Ayrıntı:141, İstanbul

Marcus, Greil (1999): Ruj Lekesi, Ayrıntı:267, İstanbul

——————————————-

Kaynak:

https://millidusunce.com/misak/universiteler-ve-gorunurluk-ihtiyaci/

Yazar
Kırmızılar

Bu websitesinde farkı kaynaklardan derlenen içerikler yayınlanmakta olup tüm hakları sahiplerinindir. Sitedeki içerikler atıf gösterilerek kaynak olarak kullanlabilir. Yazıların yasal sorumluluğu yazara aittir. Tüm Hakları Saklıdır. Kırmızlar® 2010 - 2024

medyagen