Türk kültüründe kadın ve kadına şiddet

Konu ile ilgili kaynaklar, şiddete başvuranların daha çok kişilik bozukluğu, alkol ve uyuşturucu kullananların olduğunu belirtmektedirler. Ancak şiddete başvuranlar için daha pek çok ögeden söz edilebilir. Şiddete başvuranların eğitim durumu, toplumsal kültürel özellikleri gibi hususlar ilk akla gelenlerdir. Şiddetin azaltılması ve yükselmesinde çok sayıda etkenden söz edilebilir ancak toplumların insana yüklediği değerler ile şiddet arasında önemli ilişkiler vardır. Çünkü toplumların benimsemiş oldukları bireylerin yetişmesinde işlevsel olan değerler, bireyin ahlaki yapılanmasında önemli yer tutar ve Türk kültürü ve inanç sistemi temelinde yetişen kişilikli (karakterli), sağlıklı, ahlaklı hiçbir insan, ne kadına ne de başka bir canlı varlığa şiddet uygulayamaz.

*****

Prof.Dr. Ahmet Faruk SİNANOĞLU

Son yüzyıl içerisinde mavi kürede yaşayan her toplum, sosyo-kültürel açıdan hızlı bir değişim ve dönüşüm yaşamaktadır. Bu değişim ve dönüşüm sürecinde, cinsiyet değişkeni bakımından- geçmiş yüzyıllarda olduğu gibi- en fazla olumsuz etkilenenlerin başında ne yazık ki kadınlar olduğu anlaşılmaktadır. Gün geçmiyor ki hem ülkemizde hem de tüm dünyada kadına şiddetle ilgili birkaç haber bulunmasın.

Kadına uygulanan şiddet sorununu anlayabilmek ve çözümler arayabilmek için önce insanı anlamak ve tanımak gerekmektedir. Ayrıca tarihsel birer varlık olan kadın ve erkek ilişkilerini tarihsel boyutu ile ele alıp incelemek, konunun daha iyi anlaşılabileceğini düşündürmektedir. Çünkü geçmişi bilmeden geleceği düşünmenin gerek birey açısından gerekse toplum açısından sorun olacağı açıktır. Bu sorunu aşabilmek için kişioğlunun (insanoğlu) yer kürede toplumsal bir varlık olarak görünmesinden bugüne kadar, kadın-erkek ve aile ilişkilerini ve değişmeleri göz önünde bulundurması gerekir. Özellikle, Türk toplumlarındaki tarihsel süreçte kadın-erkek ilişkilerini ele almamız, günümüzde artış gösteren kadına şiddet olgusunu anlamamıza ve çözümler üretmemize katkı sağlayabilir.

Önce “kişi (insan) kime denir, insan nasıl olunur”, sorularına kısaca yanıt aradıktan sonra asıl konumuza dönmeye çalışalım. Arapça / Aramca olan “insan” terimi Türkçeye girmeden önce “kişi” sözcüğü kullanılmış, kişi sözcüğü hem kadın hem de erkek sözcüğünü temsil etmiştir. [1]İnsan teriminin anlamı hakkında farklı rivayetler söz konusu olup, genellikle insanın özelliklerini dikkate alan “nesiy” yani “unutan” sözcüğünden ya da “ürkmek” ten türediği yönünde görüşler mevcuttur. Gerçekte de kişi unutan, ürken (korkan) bir varlıktır. Bu nedenle olsa gerek ki, Divan-ı Lugati’t Türk insanı “yanılan varlık” olarak tanımlamıştır. İnsan için yapılan bu tanım da yine insan gerçekliğinden hareketle yapılmıştır. Çünkü insan, yanılarak gerçekleri açığa çıkaran bir varlıktır. İnsanlık tarihi incelendiğinde, kişioğlunun avcı ve göçebe toplumundan tarım toplumuna, tarım toplumundan da sanayi toplumuna doğru bir değişim süreci yaşadığını, bu değişim sürecinde pek çok yanılma sorunlarını da tecrübe ettiklerini anlıyoruz. İnsan sözcüğünün TDK sözlüğündeki anlamı şu şekilde verilmiştir: “Memelilerden, iki eli olan, iki ayak üzerinde dolaşan, sözle anlaşan, aklı ve düşünme yeteneği olan en gelişmiş canlı.”[2] Latincede insan sözcüğünün karşılığı olarak “homo sapiens” bulunmaktadır. Türkçede kişinin türleri için erkek ve kadın sözcükleri kullanılmaktadır. Kadın kelimesinin “katun-hatun” sözcüğünün harf değişimleri ile oluştuğu anlaşılmaktadır. Kadının sözlükteki anlamı ise “evlenmiş kız” olarak tanımlanmıştır. [3]

Yukarıda geçen tespit ve tanımların tümü incelendiğinde, insan sözcüğünün eskilerin söylemi ile “efradına cami, ağyarına mani” bir tanım yapılamadığı söylenebilir. Çünkü, yapılmış olan kişi (insan) tanımlamalarının (kadın ya da erkeğin) tüm özelliklerini kapsamadığı anlaşılmakta, kişinin daha çok fiziki özellikleri dikkate alınarak yapılmış tanımlamalar olduğu anlaşılmaktadır. Halbuki, kişilerin doğuştan getirdikleri fiziki ve içgüdüsel özellikleri dışında toplumsal yapı içerisinde kültürel etkileşimle oluşan daha pek çok özellikleri söz konusudur ve bu özellikler gerçek insan olma özelliklerini işaret eder. Yani kişi içgüdüsel, toplumsal ve zihinsel özelliklere sahip bir varlıktır.

İçgüdüsel özellikler doğuştan olup beden ile ilgilidir ve öteki canlılarla benzer özellikler gösterir. Toplumsal ve zihinsel özellikler ise temelde bedensel özelliklerle birlikte bulunmakla beraber, kişinin bu özellikleri toplumsal yapı içinde gelişir ve bizim konumuzu da daha çok bu özellikler ilgilendirir. Çünkü insanı diğer canlılardan ayıran bu özellikler olup, insanı insan yapan bu ögelerdir. Ahlak, yasalar, normlar, inançlar, kişiyi kişilikli bir varlık biçimine dönüştürmek için ortaya çıkmışlardır. Demek ki, bir bireyin insan özellikleri taşıyabilmesi için toplumsallaşma sürecinde kişiliğinin gelişmesi gerekir. Toplumdan topluma farklılıklar gösteren özelliklerden bir kısmı, -birkaç yerel küçük (iptidai-ilkel) topluluklar için söz konusu olmasa da- genelde tüm toplumlar için ortak konulardır. Yalan söylememek, hırsızlık yapmamak, şiddet uygulamamak, zina yapmamak, yardımsever olmak, zayıf olanı korumak, kıskanç olmamak, kin tutmamak, öç almamak gibi birtakım kişioğlu özellikleri, tüm toplumları ve insanları ilgilendiren hususiyetlerdir. Bu özelliklere sahip bireyler için,” iyi insan”, “ahlaklı insan”, “kişilikli insan”; milletler için de “iyi millet”, “uygar millet” deriz. Kişioğlunu, yani kadın veya erkek türünü anlayabilmek ve sorunları çözümleyebilmek için bu özelliklerin dikkate alınması önemlidir. Bu nedenle, değişken bir yapı sergileyen kişinin birbirine benzer özellikleri ile birbirlerinden ayrılan özelliklerini doğru bir biçimde çözümlemek gerekmektedir. Bunun için de sosyal psikolojinin tespitlerinden yararlanmanın yanı sıra, tarihsel süreçte kadına verilen değere bakıp incelemelerde bulunmak konunun anlaşılmasına ve şiddetin ortadan kaldırılmasına katkılar sağlayabilir.

Tarihsel verilere bakıldığında, en ilkel topluluklardan en gelişmiş toplumlara kadar, kişinin ve çevresel şartların özellikleri dikkate alınarak, toplumsal bir düzen oluşturulmaya çalışıldığı anlaşılmaktadır. Daha huzurlu ve güvenli bir toplumsal yaşam için, toplum mensupları dönemin bilgi birikiminden de yararlanarak toplumsal değerler silsilesi oluşturmuşlardır. Tarih öncesi dönemlerde kadın ve erkek ilişkileri adına üretilen değerler hakkında yazılı metinler bulunmadığından, arkeolojik çalışmalardan hareketle birtakım yorumlamalarda bulunulmaktadır. Ancak son birkaç bin yüzyıllık süreç içerisinde, kadın ve erkek ilişkileri hakkında birtakım doğru bilgilere ulaşabilmekteyiz. Bu anlayışla, eski Türkler ve eski toplumlarda kadına verilen anlam ve değerler hakkında tarihi kaynaklara bakmak yararlı olacak ve kadına şiddet probleminin çözümüne ilişkin bilgiler sunacaktır.

Halife El-Muktedir döneminde (895-932), Orta Asya toplumlarına İslam’ı tebliğ etmekle görevlendirilen 35-40 kişilik heyetin içinde divan kâtipliğini yapan İbn Fazlan, Harezmler, Ruslar ve Türkler arasında bulunmuştur. İbn Fazlan notlarında dönemin Rus toplumu için şu tespitleri yapmıştır: “Ticaret için Etil nehri kıyısındaki çarşıya gelen Rusları gördüm. Onlardan daha boylu poslu insanlar görmemiştim. Her biri birer hurma ağacı gibi yüksek, sarışın ve gürbüz insanlar. Ne hırka ne de kaftan giyerler. Erkekleri vücutlarının bir kısmını tamamıyla örten ve ellerinden biri dışarıda kalan bir çeşit elbise giyerler. Her biri yanında bir balta, bir kılıç ve bir bıçak taşır. Tırnaklarının ucundan boyunlarına kadar bütün vücutları ağaç yeşili dövmelerle ve diğer şekillerle doludur. Ruslar, Allah’ın en pis mahlûklarıdır. Büyük ve küçük abdestten sonra temizlenmezler. Her gün bir defa yüzlerini ve başlarını en pis su ile yıkamak adettir. Reislerinden biri ölünce onun ailesi ve cariyelerine, kölelerine, “Onunla hanginiz ölmek ister?” diye sorarlar. İçlerinden biri “ben” der. O, bunu söyleyince artık vazgeçmesi imkânsızdır. Vazgeçmek istese de bırakmazlar.”

İbn Fazlan, bundan sonra “ben” diyen cariyenin birtakım törensel uygulamalar yapıldıktan sonra diri olarak efendisi ile birlikte yakılışından söz eder. [4] İbn Fazlan, seyahatnamesinde Türk boylarından Başgırtları, Peçenekleri, Oğuzları tanımış, onlar hakkında da birtakım gözlemlerde bulunmuştur. Bu boylar arasında kadına bakışta birtakım farklılıklar olduğunu belirtmekle birlikte, Oğuz boyunda kadınların yerli ve yabancılardan kaçmadıklarını, kadın vücudunu insanlardan gizlemediklerini, ancak zina diye bir şey bilmediklerinden söz ettiği görülmektedir. [5]  J.Paul Roux da, Orta Asya Tarih ve Uygarlık adlı kitabında, Türk kültüründe kadının yeri hakkında şu tespitlerde bulunur: “Kadın, insan hak ve özgürlükleri sınırları içinde özgürlüklerinden yararlanır: Kadının yurt içinde belli bir yeri vardır ve o da bunun bilincindedir. Kadın için kendini övmek bir utançtır. Dede Korkut’ta, kadın kendini överek adam olmaz ama güzel düşünür güzel konuşur, kocasına iyi öğütlerde bulunur, kocası da onu dinler.”[6] Yine aynı kaynak Türk kadınları için şöyle demektedir: “Genç kızlar erkeklerle rekabet ederler, onlarla dövüşüp güreşmekten hiç çekinmezler. Genç kızların iffetine saygı duyulur, evli kadınların iffeti zina ve aldatma gibi konularda katı kurallarla korunurdu. Erdemli bir Müslüman olan İbn Batuta, hala Türklerde kadınların erkeklerden daha üstün konumda olmalarından şikâyet etmektedir.” [7]

İbn Fazlan, J. Paul Roux ve İbn Batuta’nın yukarıda geçen söylemlerinden anlaşılacağı gibi, eski Türklerde kadının konumu diğer toplumlardan farklılıklar göstermektedir. Örneğin konu ilgili olarak geçmiş yüzyıllarda farklı toplumlarda kadın anlayışlarını yansıtan tespitlere bakıldığında, Çinliler de kadına ve kız çocuklarına ad verilmediği, erkeğin iyiliği “yang”, kadının kötülüğü “yenyin” temsil ettiğini, kız çocuklarının adlarına rakamsal ifadeler vererek bir, iki, üç gibi sayılarla çağırdıklarını, yine aynı kaynaklar, kadının çocukları ve kocası ile aynı sofraya oturamadıklarını belirtmektedirler. [8] Aynı anlayışın Perslerde de (Fars) bulunduğunu kaynaklar belirtmektedirler. Cahiliye döneminde Arap milletinde ise daha dünyaya gözlerini açmadan kız çocuklarının öldürüldükleri ve diri olarak toprağa gömüldükleri kaynaklarda yer almaktadır. [9] Yine tarih araştırmaları -yakın zamanlara kadar- İngiliz toplumunda erkeğin karısının boynuna, koluna ya da beline yular taktıktan sonra halka açık bir yerde yüksek fiyatı verene sattıklarını ifade etmektedirler. [10]Aynı biçimde Greklerin (Yunanlar) kadını, tıpkı bir eşya gibi alıp sattıklarını ve miras olarak değerlendirdiklerini yazmaktadırlar. [11]

Tüm bu tespitlerden anlaşılabileceği gibi, geçmiş yüzyıllarda Türk toplumları arasında kadına tanınan haklar ve verilen değerin öteki toplumlardan farklılıklar gösterdiği anlaşılmaktadır. Yani o dönemlerde kadın, toplumsal hayata katılmakta ve kendisini temsil edebilmektedir. Rahmetli Z. Gökalp de, eski Türklerde ana soyu ile baba soyunun değer bakımından birbirine eşit olduğunu ve Türk milleti kadar kadınlarına değer veren ikinci bir milletin olmadığını yazar. [12] N. Nirun da Radloff’a atıf yaparak, eski Türklerde erkeğin kadına dayak atması duyulmamış bir olay olduğunu, eşler arasında karşılıklı şefkat ve saygının olduğunu” belirtmektedir. [13]

Görüldüğü gibi, Türk aile yapısı en eski Türklerden başlayarak 14 – 15. yüzyıla kadar tüm öteki toplumlara örnek olabilen Türk aile yapısı, aile içi rol dağılımı, kadın, erkek ve çocukların aile içerisindeki tutum ve davranışları kendine özgü nitelikler taşımış ve dış gelişmelere açık, kendine özgüveni olan kültürel bir ortam oluşturmuşlardır. Ancak Türk aile yapısı içerisinde kadınların kendilerini temsil etme ve davranış biçimlerinin kısmi olarak sınırlandırıldığı ve kadınların dramatik sorunlar yaşadığı dönem, 16. yüzyıldan Tanzimat’ın ilanına kadar (1839) geçen süre diliminde söz konusu olmuştur. Bu dönemler arasında daha çok baba otoritesiyle yetişen kız çocukları belli yaşlara kadar mahalle mekteplerinde öğrenim görmüşler, yüksekokul öğrenimine katılamamışlar, kendisinin beğendiği birisi ile değil de, görücü usulü ile evlenmişler, kadınlar ev idaresi, tarla ve iş yerlerinde çalışma hayatına katılmışlar ancak resmi görevlerde bulunamamışlardır. Tanzimat’tan sonra kız çocukları için okullar açılmış, kadınlar ev işlerinin dışında eski Türklerde olduğu gibi toplumsal hayatta yerlerini yeniden almaya başlamışlardır. [14] Kadınlara yönelik okulların açılması ile kadınların yeteneklerinin de topluma hizmet yönünde açığa çıkmasında etkili olmuştur. Böylece birey ve toplum için gerekli olan bilimsel bilgilerin üretimine kadınlar da dahil edilmek istenilmiştir.     

Tüm bu tespit ve yorumlamalardan sonra, günümüz toplumlarında kadın ve kadına şiddet konusuna bakıldığında, Dünya Sağlık Örgütü ve OECD’nin tespitlerini aynen buraya aktarıyorum.

“Dünya Sağlık Örgütünün araştırmasına göre, Türkiye, kadın cinayetleri vakasında birçok Avrupa ülkesinin gerisinde. Örgütün 2015 araştırmasına göre Türkiye, 1 milyon kişi başına 5 cinayetle, Almanya, Hollanda, Norveç, İsveç ve İspanya ile aynı bantta yer aldı. Bu rakam İsrail, Ermenistan ve Hırvatistan’da 7; Belçika, Avustralya ve Romanya’da 8 olarak gerçekleşti. Türkiye’de 2015’teki 1 milyon kişi başına 5 cinayet oranı da 2016’da 3.7, 2017’de 4.33 ve 2018 sonu itibarıyla da 3.4’le daha da düştü. Kadın cinayetlerinin yüksek olduğu ülkelerse Rusya (32), Meksika (35), Brezilya (42) ve Guatemala (72) oldu. Verilere bakıldığında kadın cinayetleri noktasında ülkelerin gelişmişlik seviyelerinin tek başına belirleyici olmadığı, sosyal yapıların, kültürlerin çok farklı sonuçlar doğurabileceği de ortaya çıktı.” [15]DSÖ bu tespitlerde bulunurken, OECD’nin 2019 yılı yaptığı araştırmaya göre de “örgütün 36 üyesi arasında yaşamlarında en az bir kez eşinden fiziksel veya duygusal şiddet gören kadın oranının en yüksek olduğu ülke Türkiye, ikinci sırada ABD, üçüncü sırada Yeni Zelanda yer almıştır.” [16]

Konu ile ilgili kaynaklar, şiddete başvuranların daha çok kişilik bozukluğu, alkol ve uyuşturucu kullananların olduğunu belirtmektedirler. Ancak şiddete başvuranlar için daha pek çok ögeden söz edilebilir. Şiddete başvuranların eğitim durumu, toplumsal kültürel özellikleri gibi hususlar ilk akla gelenlerdir. Şiddetin azaltılması ve yükselmesinde çok sayıda etkenden söz edilebilir ancak toplumların insana yüklediği değerler ile şiddet arasında önemli ilişkiler vardır. Çünkü toplumların benimsemiş oldukları bireylerin yetişmesinde işlevsel olan değerler, bireyin ahlaki yapılanmasında önemli yer tutar ve Türk kültürü ve inanç sistemi temelinde yetişen kişilikli (karakterli), sağlıklı, ahlaklı hiçbir insan, ne kadına ne de başka bir canlı varlığa şiddet uygulayamaz.

Bu dünyaya gelen her insan, ister kadın ister erkek olsun, mutlu olmak ister. Mutluluğu temin eden pek çok ögeden söz edilebilir: En başta sağlıklı olma, bireyin yaşamını devam ettirebilmesi için maddi imkânları sağlayan bir meslek, adil, eşitlikçi bir yönetim biçimine sahip toplum, iyi eş, iyi bir aile yuvası en başta gelen hususlardır. Bu saydığımız hususlardan birisinin eksikliği mutluluğu aksatabilir. Sıralamaya çalıştığımız genel hususların dışında bireyi mutlu edebilecek farklı hususlar da olabilir. İnsanları mutlu edebilecek hususların başında aile kurumunun önemi tartışılamaz. Çünkü dünyaya gelen insan yavrusunun iyi bir bakıma ve şefkatli kollara muhtaç olduğu açıktır. Çocuğun sağlıklı bir biçimde yetişmesinden, sevdiği bir mesleği edinmesine ve yine iyi bir eş seçimi ile mutlu yuva kurmasına kadar aile kurumunun işlevsel yönü açıktır. Özellikle de bizim toplumsal yapımız açısından ailenin işlevsel yönü daha da önemlidir. Tüm dünyada önemli toplumsal sorunlara neden olan 2001 ekonomi krizini yaşı otuzun üzerinde olan herkes hatırlar. Bizdeki krize benzer durumu Arjantin halkı da yaşamıştı. Haberlerde Arjantin halkının günlerce mağazaları, marketleri yağmaladıklarını dinlemiş ve üzülerek izlemiştik. Ülkemizde ise yüzde 70’lere varan değer düşürme (develüasyon) olmasına rağmen hiçbir mağaza ya da market yağmalanmadı. Bunun en önemli nedeni çok güçlü kurumsallaşmış bir aile kurumumuzun olması idi. Tüm aileler geçmişte olduğu gibi, o gün de en yakınlarına imkânları ölçüsünde maddi ve manevi olarak yardımcı olmakla, toplumsal olayların gelişmesini önlemişlerdir. Nitekim pek çok yabancı ülke, birtakım olumsuz gelişmelere rağmen hala Türk aile yapısının nasıl ayakta kaldığını araştırma konusu yaparak model arayışı içerisindedirler.

İlkçağlardan başlayarak gerek İslamiyet öncesi ve gerekse sonrasında yüzyıllar içerisinde oluşturulmuş bulunan Türk aile kurumunun değerler silsilesi diğer toplumlara model olmuş, hala da olmaya devam etmektedir. Ancak sanayileşme ve teknolojik gelişmelerle, önce Batılı toplumlarda sonra da tüm dünyayı etkilemeye başlayan tamamlanmamış birlikte yaşama kültürü, bizim toplumumuz için de etkili olmaya başlamıştır. Daha önce de belirtilmiş olduğu gibi, toplumsal değişim kaçınılmaz bir gerçekliktir. Fakat köklerinden tamamıyla sökülen yeni değer anlayışının, eskinin yerini doldurmakta sorun olduğu anlaşılmakta ve nitekim yeni değerler silsilesinin etkisi ile boşanmaların arttığını, boşanmış aile çocuklarının derin bir boşluk içinde yetiştiklerini ilgili kaynaklar ele almaktadırlar. Ayrıca buna paralel olarak kadına uygulanan şiddet de artmış durumdadır. Bu bakımlardan tarihin derinliklerinden günümüze ulaşmış ve büyük deneyimlerle kazanılmış olan Türk aile yapısının bilimsel olarak ele alınıp incelenmesi ve toplumsal hayata yansıtılabilmesi için çalışmalar yapılması gerekmektedir. Bu çalışma ve ilginin toplumda kadına şiddetin yükselmesini önlemede etkili olabileceğini ifade edebiliriz. Çünkü Türk aile kurumu, şiddet ve bireyin özgürlüğünü kısıtlama üzerine yapılanmamıştır, sevgi ve saygı üzerine bina edilmiştir. Bireyin özgür olması, kişiliğinin gelişmesinde önemlidir ve onun geleceğinin sağlıklı ve güvenli bir biçimde planlanması da önemlidir. Özgürlüğü Türk aile kurumu içerisinde ve evrensel ahlak sistemi içerisinde aramak, bulmak bireylerin hem mutluluğunun hem de güvenliğinin sağlanmasında daha etkili olabileceğini düşündürmektedir. Gerçekte de bir gruba ya da daha büyük bir topluma (millet) aidiyet duygusu ile bağlı olmak, bireyin özgüveninin gelişimine katkı sağlamaktadır.

Konumuz, ülkemizde kadına karşı artan şiddet olayları olması nedeni ile Türk kültüründe geçmiş yüzyıllardan süzülerek gelen kadın anlayışı ve kadına olan saygının her platformda gündeme gelmesi gerekmektedir. Çünkü Türk aile yapısının kadına verdiği değer ve önem anlaşılmadan şiddete çözümler bulmak güç görünmektedir.

Yukarıda da ifade edilmiş olduğu gibi, Türk aile yapısında kadının özel bir konumu olup, kadın erkek eşitliği söz konusudur. Türklerde insan olma ve insan olarak doğmanın, çocuk terbiyesinin en başta gelen simgesi “ana sütü” dür. Türklerin Kırgız boyu, insanların en kötülerini, ana sütü emmemiş, ata nedir bilmemiş olarak tanımlarlar. [17] İfadelerden anlaşılacağı gibi, Türk toplum yapısında kadının yeri her zaman için önemli olmuş hatta bir çeşit kutsallık yüklenmiştir. Öyle ki “ana hakkı, Tanrı hakkı” birlikte anılmış, en eski metinlerde “ana-baba”, “karı-koca” söylemlerinde önce kadının adı yer almıştır. Ayrıca Türk kültüründe kadın, bereketin kaynağı, erkeğin hayat arkadaşı, evlatların annesi olarak tanımlanmıştır. Bu nedenle de kadın bu kültür içerisinde saygın hatta kutsal bir varlık olarak anlam kazanmıştır. Oğuz Kağan Destanına göre de kadın, Tanrı tarafından gönderilmiştir. Oğuz Kağan’ın karısı, karanlıkları aydınlatan Ak Ana adında bir kadındır. İşte bu nedenlerle olsa gerek ki, Türk kültüründe kadına şiddet uygulanmamıştır. Bugün bu inanç ve kültür, bir kısım değişim ve farklılaşmalara rağmen Türkiye’nin tüm illerinde yaşatılmaktadır. Öyle anlaşılıyor ki, kutsalı olan ve kutsalla ilişkili olarak kurulan toplumsal yapının temelleri sağlam kurulmakta, kısa sürede çözülmemektedir. Burada dikkatli olunması gereken nokta, kutsalı doğru anlamak ve hayata doğru yansıtabilmektir. Bu görev, toplumun bünyesinden çıkan bilge düşünürleri, bilim insanlarını daha çok ilgilendirmektedir.

Tüm yukarıda geçen tespit ve söylemlerden anlaşılacağı gibi, toplum içine doğan kadın veya erkek, aile kurumu içinde toplumsallaşmaktadır. Bu gerçeklik de aile kurumunun önemini ortaya koymaktadır. Dolayısı ile kadın veya erkeğe verilen değerin ilk mekânı aile kurumu olmaktadır ve Türk aile yapısında kadın erkek eşitliği güzel ahlakla ilgili olup, güzel ahlakı benimsemeyenlerin toplumdaki yeri de (statü) aşağı düzeyde değerlendirilmektedir.

Kişi eylemlerinde özgürdür, özgür davranış bireysel düzeyde kendisini ilgilendirir. Toplumsal düzeydeki bir eylem ise grubun (toplumun) bütününü ilgilendirir ve sonuçları yanlış olabileceği gibi doğru da olabilir. Yanlış ya da doğru toplumsal eylemler toplumsal kurumların değişiminde rol oynarlar. Toplumların geri kalmışlığı ya da gelişmişliği söz konusu eylemlerin sonuçlarını ilgilendirir. Eylemlerin akıl, bilgi ve deneyim süzgecinden geçirilmesi olumsuz gelişmeleri baskılayabilir. Bu gelişmeler kadın veya erkek cinsiyetini de yakından ilgilendirir. Kadına uygulanan şiddetin artışı da günümüz aile kurumundaki hızlı ve ani değişimlerin yanı sıra, Batı toplumlarında ortaya çıkan tamamlanmamış (yarım) aile yapılanmasının taklidinden ileri geldiğini düşündürmektedir. Çünkü Türk aile yapısı, “büyüğe saygı, küçüğe sevgi” çerçevesinde yapılandırılmıştır. Bu anlayış, aile bireylerinin aşırılıklardan korunmasında etkili olmuştur. Yakın çevremizden dinlediğimiz aile bireyleri hakkındaki hikâyeler, söz konusu tespitlerimizi doğrular nitelikte görünmektedir. Yakından tanıdığım bir aile, Türk aile yapısına uygun değerleri çocuklarına aktaramadıklarını, çocukların alkol kullandıklarını, gündüz akşama kadar uyuduklarını, akşam olunca da alkol ve hap aldıklarını, düzelebilir düşüncesi ile evlendirdiklerini ancak aralarında şiddetin hiç eksik olmadığından söz etmişti. Bir başka tanıdık da, bir çocuğunun olduğunu, başka bir ilde yaşadığını, kendilerini arayıp sormadığını, bayramda da olsa telefonla arayıp alo demesini ve sesini duymayı özlediğinden söz etmişti. Bu tip aile dramlarına basında ya da sosyal medyada tanık olmaktayız. Söz konusu öyküler, aile kurumu dokusunun zayıflaması ile kadına uygulanan şiddetin artışı arasında önemli nedensel ilişkiler olacağını düşündürmektedir. Öyle ki, bencil yaklaşımlarla karı kocanın çocuklarının geleceğini düşünmeden bir kısım arzularını tatmin etmeye çalışmaları, çocukların kadın erkek eşitliğine dayanan eğitim anlayışını zedelemekte ve kadına şiddet uygulamanın artışına neden olabilmektedir. Hem büyük toplumun çözülmesi hem de ailenin çöküşünde, bireylerin bireyci bir yaklaşımla duygularını tatmin etmeye çalışması, dayanışma anlayışını zayıflatmakta ve pek çok bireysel ve toplumsal sorunu da beraberinde taşımaktadır. Söz konusu olumsuz davranışların çoğalmaması için, aileyi oluşturan her bireyin, kadın erkek eşitliği temelinde görev yüklenmesini gerektirmektedir. Lise yıllarından arkadaşlarımdan bazıları hiç evlilik yapmamışlardı. Yıllar sonra bir araya geldiğimizde yalnızlıktan sıkıldıklarını, evlenip aile kurumuna sahip olmamanın olumsuzluklarına değinmişlerdi. Tabi burada bu konularla ilgili üniversitelerimiz ve araştırma kurumlarının bilimsel araştırmalar yaparak toplumu aydınlatmaları gerekir. Bu dünyaya gelen her bireyin eşit olarak doğduğunu söylemek mümkün görünmüyor. Doğuştan gelen akıl ve organ eksiklikleri, bireyin mutluluğunu olumsuz etkileyebilmektedir. Söz konusu bireylerin sorunlarını dikkate alabilecek en önemli kurum yine aile olmaktadır. Diğer yardım kurumlarının bu boşluğu doldurması yeterince mümkün görünmüyor.

Türk aile yapısı içerisinde kadının toplumun odağında olması, farklı görevlerde bulunması, toplumun esenliğine, mutluluğuna zenginlik katacaktır. Geçmiş yüzyıllardan yakın zamanlara kadar Türk toplumunda kadının saygın bir konumu söz konusu iken, sanayileşme, hızlı nüfus artışı, kentleşme, hızlı iletişim teknolojilerinin etkisinde kalan ve deneyimsiz oldukları kesin olan genç kuşakların, yukarıda geçen en başta kadına şiddet uygulamamayı hedef olarak belirledikten sonra aşırılıklardan korunması gerekir. Bu korunma ise değişen toplumsal koşullarla birlikte, toplumun köklerinde mevcut olan insani değerlerin miras olarak genç kuşaklara aktarılması ile mümkün görünmektedir. Köklerinden koparılmaya çalışılan “sevgi ve saygı” bağlarını yeniden inşa etmenin yolları bulunmalıdır. Sevgi ve saygı üzerine tesis edilmemiş, araştırma, okuma ve düşünme yeteneklerini geliştirememiş toplumlarda kadına şiddet olgusunu yok etmek, ne yazık ki oldukça güç görünüyor.         

Dipnotlar

[1] Nusrettin Yılmaz, Eski Türk Yazıt ve Destanları Işığında Tarihi Varlık Olarak İnsan, Erciyes Üniversitesi Sosyal Bilimler Enstitüsü, Kayseri 1998, s. 187.

[2] Türkçe sözlük, Türk Dil Kurumu Yay. İstanbul, 1992, s. 270

[3] Türkçe Sözlük, Türk Dil Kurumu, s. 756.

[4] İbn Fazlan, Seyahatname, çev: Ramazan Şeşen, Bedir Yay. İstanbul 1995. S. 67-78.

[5] İbn Fazlan, Seyahatname, s. 34,35.

[6] Jean-Paul Roux, Orta Asya Tarih ve Uygarlık, çev: Lale Arslan, Kabalcı Yay. İstanbul 2006, s. 269,270.

⃰Metni uzatmamak için bazı ifadeleri buraya almadım. Dileyen okuyucular kaynaklara başvurabilirler.

[7] Roux, age, s. 271.

[8] http://www.turkforum.net/710575-eski-turklerde-kadin.html, 18.5.2012; Necla Arat; Kadın Sorunu 2. Baskı,  Say Yay., İstanbul, 1986, s.26; Ziya Gökalp, Türk Ahlakı, Toker Yay. İstanbul 2005, 98.

[9] Zahid Aksu, İslâm’ın Doğuşunda Toplumsal Realite Hukuki Ayetler ve İçtihadi Kaynaklar, Avrasya Yay. Ankara 2005, s. 68.

[10]https://tr.wikipedia.org/wiki/Zevce_sat%C4%B1%C5%9F%C4%B1

[11]. http://www.turkforum.net/710575-eskiturklerde-kadin.html,18.5.2012, http://www.turkforum.net/710575-eski-turklerde-kadin.html 18.5.2012.

[12] Ziya Gökalp, Türkçülüğün Esasları, haz: Kemal Bek, Bordo Siyah Klasik Yay. İstanbul 2004, s. 208-218.

[13] Nihat Nirun, Sistematik Sosyoloji Yönünden Aile ve Kültür, Atatürk Kültür, Dil ve Tarih yüksek Kurumu Yay. Ankara 1994, s.23.

[14] Bkz: Sosyo-Kültürel Değişme Sürecinde Türk Ailesi, T.C. Başbakanlık Aile Araştırma Kurumu, Ankara 1992.

[15] http://www.who.int/reproductivehealth/topics/violence/en

[16] oecd+kadına+şiddet+2019&rlz=1C1CHBD_trTR894TR894&tbm=isch&source=iu&ictx=

[17] Ali Güler, “İlk Yazılı Türkçe Metinlerde Aile ve Unsurları”, Sosyo-Kültürel Değişme Sürecinde Türk Ailesi, T.C. Başbakanlık Aile Araştırma Kurumu, Ankara 1992, s. 75.

————————————————————

Kaynak:

https://www.akademikakil.com/turk-kulturunde-kadin-ve-kadina-siddet/ahmetfaruksinanoglu/

Yazar
Kırmızılar

Bu websitesinde farkı kaynaklardan derlenen içerikler yayınlanmakta olup tüm hakları sahiplerinindir. Sitedeki içerikler atıf gösterilerek kaynak olarak kullanlabilir. Yazıların yasal sorumluluğu yazara aittir. Tüm Hakları Saklıdır. Kırmızlar® 2010 - 2024

medyagen