Edebiyat ve Sanat Dilinden Bilim ve Düşünce Diline Doğru Uzun Bir Kavis

Unutmamalı ki edebî veya fikrî eserler, kendilerine mahsus şifreli bir sistemi ihtiva eder. Karşımızda adeta estetik bir nesne, o esere veya sanatçıya mahsus özgün bir deneme söz konusudur. Onun, sanatçının diğer eserleri arasında bir farklılığı, öteki sanatçı verimleri karşısında da bağımsız bir duruşu vardır. Dolayısıyla bu farklılıkları ilk elde yakalayabilmek gerekir. Bunu mevcut birikimimizle biz gerçekleştireceğiz. Başkalarının yaptığı tespitlerle kendi tespitlerimizi yüzleştirmemiz, onların bir kritiğini yapmamız şart olmalıdır. Diğer bazılarının yaptığı okumalar, bizi destekler veya cerh eder. Onu da göz önünde bulundurmak ve bunların bir yorumunu yapmak gerekmez mi?

*****

Necmettin TURİNAY

Büyük bestekâr ve musiki bilgini Ali Ufkî diyor ki, “Burası yani İstanbul dünyanın merkezidir.” Ekonomide, kültürde, sanat ve mimaride dünyanın merkezi! On yedinci yüzyıl Osmanlı Sarayı’nda musiki hocası, yabancı büyükelçilerin kabulünde baş mütercim olan Ali Ufkî’nin türkçeye bakışı da aynı şekilde. Yazdığı eserlerden ve klasik usûl ile yaptığı bestelerden bunu çıkarmak zor olmuyor.

Yunus Emre Enstitüsü’nün sınırları zorlayan türkçe seferberliği de ister istemez o eski yüzyılların büyük, evrensel türkçesine doğru uzun bir seyahati andırıyor. Nitekim bu yöndeki heyecanlarını, “Türkçe ile Sınırları Aşıyoruz” biçiminde bir hedefe dönüştürmüşler. Türkçeye gösterilen bu ilgi son yıllarda o kadar yoğunlaşmış ki, 144 ülkede Türkçe kursları açmışlar. Yunus Emre’nin şubesi bulunan ülkeler bir yana, internet aracılığı ile Güney Amerika ülkelerinin çoğunda, Uzak Doğu ülkelerinde ve siyah kıta Afrika’da kurs açılmamış bir ülke kalmamış. Şimdiden on binleri, yüz binleri aşmış bir ilgi bu! Aradan fazla bir zaman geçmeden bu sayının milyonları aşacağını tahmin edemez miyiz? Kuşkusuz buna bir de Türk film ve dizilerinin izlendiği ülkeleri eklemek gerekir. Dolayısıyla bu gelişmelerin Türkiye’yi tanımak ve türkçeyi öğrenmek gibi bir dürtüyü harekete geçirdiği o kadar açık!

Nitekim bu yönelimi üniversitelerin bünyesinde faaliyet gösteren TÖMER’ler üzerinden de okumak mümkündür. O bakımdan çeşit çeşit Afrika ülkelerinden, İran ve Orta Asya cumhuriyetlerinden gelen ve eğitimini türkçe ile sürdürmek isteyen öğrenci sayılarındaki artışın hepimizin farkında olmamız gerekir. Daha henüz bu kervana Pakistan, Bangladeş ve Hint müslümanlarının, Endonezya ve Nijerya gibi büyük nüfuslu ülkelerin katılmadığını bilerek!

Bu arada Türkiye’nin gayret ve öncülüğünde, “Türk Birliği Teşkilatı”nın kurulduğu hepimizin malûmdur. Orta Asya Cumhuriyetlerinin “Türk” kavramını, “üst kimlik” olarak kabullenmeleri gibi bir durum! Bu tarihi hadiseye ilgili ülkeler ve Türkiye, otuz yıldır devam eden çalışmaların ardından nail olabilirdi. Bu neticeye bakarak benzeri bir sonuca, “Türkçe” kavramı üzerinden de ulaşılacağı günler uzak olmamalıdır diye düşünüyoruz.

Gene aynı şekilde müşterek bir alfabenin teşkili o derece önemli. Eğer o da gerçekleşecek olursa dilimiz türkçe, on dokuzuncu yüzyılın sonları ile yirminci yüzyılın ilk çeyreğinde ulaştığı evrensel genişliği tekrar yakalama şansına erecek gibi gözükmektedir. Nitekim sözünü ettiğimiz yıllarda, millet olarak büyük tarihi krizlerle yüz yüze kalmış olsak bile geliştirdiği yazı dili, verimli fikir hareketleri, her türlü edebiyat ve sanat eserleri ile Türkiye, bölge halkları tarafından önemle takip edilen bir ülke konusuna yükselmişti.

Başta Ahmet Mithat Efendi’nin romanları olmak üzere, Mehmet Akif’in çıkardığı Sıratı Müstakim ve Sebilürreşat dergileri, Türk Ocakları’nın çıkardığı Türk Yurdu dergisi ilgili coğrafyalarda tedavüle sokulur, rahat rahat okunma imkânı bulurdu. Kuşkusuz türkçenin bu derecede bir okunurluğa tekrar erişebilmesi için, ortak bir alfabe dönemine süratle geçilmesi gerekmektedir. Ancak bundan sonradır ki karşılıklı kitap, dergi ve gazete tedavülüne tekrar sıra gelebilecektir. Hiç olmazsa ilk başlarda Azerbaycan, Türkmenistan, Kerkük ve Balkanlar’da kitap gazete, film ve müzik eserlerinin pazarlanması gibi.

Bütün bu gelişmelere bakıldığında türkçenin, önümüzdeki 25-30 yıl içinde tekrar “küresel bir dil” seviyesine yükselmesi mümkün gözükmektedir. Türk üniversitelerinin dışarıdan öğrenci celpleri, Yunus Emre Enstitüsü’nün verimli çalışmaları, Türk film ve dizilerinin mevcut başarılarını sürdürmeleri ve fakat bu ürünlerin daha yerli ve milli temalarla zenginleştirilmesi şartıyla!

Burada söylediklerim kuşkusuz türkçenin dışa bakan yüzü ve daha ziyade de geleceği ile ilgili tespit ve beklentilere dayanmaktadır. Karşı karşıya bulunduğumuz göstergeler bizi bu yönde düşünmeye de zorlamıyor değil. Daha işlenmiş, daha çok eser veren ve kendini bir kültür ve medeniyet dili seviyesine yükseltmiş bulunan Osmanlı veya Türkiye türkçesinin, böyle bir geleceğe göre de tasarlanması icap etmektedir. Onun için hepimize düşen vazife, Türkçeyi iyi kullanmak ve yazmak; onu kültür ve sanat dili yanında yüksek bir bilim ve düşünce dili olarak da alabildiğine zenginleştirmektir. Bu hususta elde edilecek başarıların türkçenin dışa açılan yanını besleyeceği gibi, onun bilim ve düşünce dili olarak tesirini de katbekat arttıracağı kanaatindeyiz.

Sanat ve Edebiyat Dili Türkçe

Ne demek istediğimin daha iyi anlaşılması için isterseniz şöyle bir örnek vereyim: Biz iyi bir film izlediğimiz veya romanı okuduğunuz zaman onlar bize tesir eder. İlk anda o tesirin nereden geldiğini belki çıkaramayız. Fakat o baş döndürücü tesir, ilgili romanı veya filmi bizim gözümüzde büyüttüğü gibi, sanatçının o tesiri nasıl hâsıl ettiğini sorgulamak ve keşfetmek ihtiyacını da duyarız.

Hâlbuki iyi düşünecek olursak o romanın veya filmin, üzerine oturtulduğu özet hikâyeyi aşan bir yanı vardır. Tesir dediğimiz şey işte orada yatar. Alelâde bir hikâyenin oluş sırasının değiştirilmesi, onun farklı bir kurguya dönüştürülmesi ya da hikâye karakterlerinin ruhuna birbirini iten veya çeken duyguların yerleştirilmesi gibi! Fakat o tesirin hâsıl edilebilmesi için, sanatçının bunların da ötesinde bir şey yapması gerekir.

Eserine ilk anda kolay kolay farkına varılamayan bir bütünlük ve tamlık vasfı kazandırması! İyi ve başarılı bulduğumuz sanat eserlerinin, böyle bir yanının bulunduğu açıktır. Dolayısıyla bizim üzerimizde tesir üreten şiir, hikâye, müzik veya mimari gibi eserlerin kendine mahsus bir kurgusu, yapısı ya da daha teknik bir ifade ile inşa biçimi söz konusudur. Haliyle bu tesiri, alelâde duygu ve psikolojilerle izah etmemek; her türlü bilgi, kültür, düşünce ve duygunun akan bir tahkiye etrafında estetize edilmiş bir forma veya yapıya dönüşmesi biçiminde değerlendirmek daha isabetlidir. Onun için bir sanat eseri hemen daima ihtiva ettiği bilgi malzemesinin ve yaşanmışlığın ötesinde bir anlam taşır. Ötesinde dediğimiz bu yan, sanatkârın icat ve ibdâ tarafını ortaya koyar ki asıl başarıyı orada aramak gerekir.

Sanat eserinin okunması ile hâsıl olan tesiri izah ederken, bunun her gün konuştuğumuz ve yazdığımız Türkçe ile ilişkisi üzerine bir şey söylemediğim ortadadır. Sözünü ettiğimiz eserler, kuşkusuz bildiğimiz Türkçe ile yazılmaktadır. Fakat o tür eserlerde her birimizin kullandığı kelime ve cümleleri aşan bir yan bulunduğu da unutulamaz. Yani yazılı dili, daha doğrusu da “yazı dili”ni aşan biri yan! Dolayısıyla bu tür eserler Türkçenin yazı dili tarafını ortaya koyduğu kadar, onu aşan bazı hususiyetleri de ihtiva eder. İşte hem Türkçenin yazı dili tarafına ihtiva eden hem de onu aştığı gibi, Türkçeyi sanata dönüşmüş olarak algılamamıza imkân veren bu kullanımlara bir ad vermek gerekirse, ona doğrudan doğruya “sanat dili” demek gerekir. İmgelere başvurarak ulaşılan “şiir dili”, daha büyük anlatılar için kullanılan “tahkiye dili” gibi! Dolayısıyla sanat dilinin, şiir ve tahkiye dilini aşan bir genişliği söz konusudur. Müziğe, resme ve mimariye varmayan, doğrudan Türkçe ile ifadesini bulan anlatmaların bütünü için kullanıyoruz bu kavramı.

Sanat ve Edebiyat Dilinden Düşünce Diline Doğru

Ne var ki o kadar olmasa bile biz böyle bir tesire, sanat dışı addedilen bazı nesirleri okurken de ulaşabiliyoruz. Çünkü onlar da bizim üzerimizde mükemmellik derecesinde bir tesir hâsıl edebiliyor.

Söz edebiyattan açılmışken, burada hatırıma Tanpınar’ın nice deneme ve eleştirileri geliyor. İster İstanbul’un lodos ve lüferlerinden; isterse eski ve yeni bazı şairlerden, tarihi bir kişilikten söz ediyor olsun. Ne yazarsa yazsın, yazdığı her metni okutmasını bilen bir yanı var Tanpınar’ın. Mehmet Kaplan’ın, Abdülhak Şinasi Hisar’ın ya da Peyami Safa’nın metinleri de aynı şekilde. Bu isimler, üzerine eğildiği alanın birikimini haiz, ifade kabiliyetleri de o derecede yüksek yazıcılar. Kaleme aldıkları metinlerin türü ne olursa olsun, onları okurken aynı derecede bir doygunluk tesiri almıyor muyuz?

Öyleyse sözünü ettiğimiz metinlerin romanı, hikâyeyi, şiiri hatırlatan bir yanı bulunmazken, bu tesir nasıl izah edilmelidir? Ancak bu tesirin, edebî metinlerin okunmasından hâsıl olan estetik tesirden daha farklı olduğunu da kabul etmek şartıyla.

Bilgi edinmekten mi ileri geliyor bu tesir? O metinleri okurken, herhangi bir alana dair noksanlıklarımızı mı gideriyoruz? Bunu kolay kolay kestiremiyoruz. Fakat şunu da söylemeliyiz ki bu tesir, okuduğumuz metinlerin konusundan, türünden ileri gelmektedir.

Nitekim konusu sanat, edebî tür ve problemler olmayan nice metinler de bize aynı şekilde tesir etmektedir. Tanpınar veya Peyami Safa’nın metinlerinde olduğu gibi, doğrudan bir doygunluk tesiri bırakabilmektedir. İşte Nurettin Topçu’nun, Mustafa Şekip Tunç’un, Osman Turan veya Nurullah Ataç’ın yazılarını okurken de aynı tesiri almıyor muyuz? Dolayısıyla Nurettin Topçu’nun felsefeci, Mustafa Şekip Tunç’un felsefeci ve psikolog, Osman Turan’ın tarihçi, Nurullah Ataç’ın eleştirmen olarak yazdığı metinler bu çerçevede değerlendirilebilir. Ayrıca bunlara İsmail Habip Sevük, Suut Kemal Yetkin, Erol Güngör, Nihat Sami Banarlı, Samiha Ayverdi gibi isimler de eklenebilir. Kuşkusuz bu metinler vasıtası ile felsefe, psikoloji, sosyoloji, tarih, edebiyat tarihi hakkında sayısız bilgi ediniyoruz. Fakat sözünü ettiğimiz tesirin, edindiğimiz didaktik bilgiyi aşan bir yanının bulunduğunu unutmamak kaydıyle.

Yukarıdaki soru, çoğu edebiyatçı veya sanatçı olmayan, ekseriyeti itibari ile de sanata dair yazmayan bu yeni grubun metinleri için de geçerlidir. Dolayısıyla alanı ve müktesebatı birbirinden farklı düşen bu geniş grubu birleştiren ortak bazı yanlar bulunmalıdır. İşte o geniş parantezin içinde yer alan yazıcılar çoklarının yapmadığı, yapamadığı bir şeyi yapıyor olmalılar ki birbirine yakın düşsünler.

Kuşkusuz bu yazı grupları tanımlamak için ortak bir ifade gerekir. O da ilgili kalemlerin düşünür yanlarının ağır basmalıdır. Edebiyat, sanat, felsefe, psikoloji, sosyoloji, tarih veya sanat tarihi üzerine düşünmek! Üzerine eğildiği alanın bilgisi dışında, ona ilave bir şey katabilmek! Öyleyse ihtisas alanları birbirinden ne kadar farklı olursa olsun, onu aşan ve farklı zevkleri haiz kesimleri tatmin edebilen bir yazışa ermek denilebilir belki de buna.

Öyle de, buradan şöyle bir sonuca ulaşmak mümkün olamaz mı? Okuduğumuz iyi şiir ve anlatılardan yansıyan estetik tesirde olduğu gibi, düşünce dediğimiz soyut verimlerin de bizi saran bir kuşatıcılığı mı söz konusudur? Tarih, felsefe, sanat veya sosyoloji gibi farklı ihtisas alanları bizi birbirimizden ayrı düşürürken, onların düşünceye dönüştürülmüş halleri aksi bir sonuç veriyor ve biz okuyucuları birbirimize daha bir yakın düşürüyor olmalıdır.

Bu tespit doğru olmakla beraber, gene de yeterli gelmiyor insana. O bakımdan düşünce niteliğini haiz metinlerin hâsıl ettiği tesiri izah hususunda, biraz daha düşünmek icap ediyor. Bu noktada hatıra ilk gelen husus, ilgili yazıcıların dile çok hâkim olmaları, neredeyse sanatçıları kıskandıracak derecede yüksek bir üslup ve ifade gücü ile karşımıza çıkmalarıdır.

Fakat bu üslupları ne şiir diline mahsus imge zenginliğine ne de mecazlar yığınına indirgemek de kabil. Ayrıca o yazışların tahkiye tekniklerini kullanmak gibi bir yanı da bulunmamaktadır. Ama buna rağmen de o metinler iyi bir yazışa ve güzel bir üsluba sahip. Dolayısıyla şiire varmayan, hikâye etmekten de bir o kadar uzak düşen bu metinlerin ortak yanı, düşünceyi merkez edinmelerinde, onu da yüksek bir ifade ile takviye edebilmelerinde toplanmaktadır.

İlgili metinleri izah ederken, onlarda düşünce yanının ağır bastığına, türkçe ifade bakımından da son derece başarılı olduklarına işaret ettim. Fakat metinlerin farklı bazı yanlarının bulunduğunu da söylememiz gerekir. Mesela düşünce dediğimiz nedir? Bilgiden yani herhangi bir alana dair birikimden, düşünce dediğimiz soyut düzleme nasıl geçiş yapılır? Daha doğrusu da sayısız müteferrik bilgi, ilgili kalemler tarafından nasıl oluyor da düşünce seviyesine yükseltilebilmektedir? Nitekim o yazıcılarda temayüz eden yanı burada aramamız gerekmez mi?

Dediğim gibi de o tür yazışlarda sayısız bilgi ve sınırsız muhakeme gücü söz konusu. Ayrıca özümsenmiş bilgiler bunlar. Fakat o yazıların en belirgin vasfı, bize başkalarının görüşlerini ve bilgilerini aktarmakla yetinmemeleri. Bundan farklı olarak ilgili alana dönük, kendi görüş ve düşünceleri üzerine yoğunlaşmalarıdır. Kendi görüşlerini bir tez seviyesine yükseltsin veya yükseltmesinler! Onları okurken bir zihnin nasıl çalıştığını, kendi birikimini düşünce seviyesine nasıl yükselttiğini izliyoruz. Ayrıca bu bizim hoşumuza gidiyor. O yazıcılar adına hem bir zihnin hem bir ruhun kademe kademe tekevvününe şahit oluyoruz.

İsterseniz şöyle düşünelim:

Bir sanatçı şiirini yazarken, kendini harekete geçiren görüntü ve imajlar vasıtası ile nasıl derin duygu katmanlarına uzanıyorsa, düşünce adamının yaptığı da bundan farklı olmamalıdır. Fakat fikir adamı ile şair arasında önemli bir fark da yok değildir. O da iki kabiliyetin malzemeleri arasındaki farktan başkası değil. Yani şairler görüntü ve imajlardan beslenirken, düşünce adamları bilimsel bilgi ve kendi alanına dair sayısız bulgudan faydalanmaktadır. Bu hususta şairler derin duyguları harekete geçirmeye çalışırken, düşünce adamlarının duygusal tesiri bir yana bıraktığı, düşünen yanımızı yani ruh ve zihin tarafımızı muhatap aldığı ortadadır.

Ne var ki düşünen zihin orada kalmıyor. Bir matematik problemini çözerken ve düşünürken, her türlü sayı ve veri nasıl kullanılıyorsa, düşünce adamı da kendi alanı ile ilgili bilgi verilerini o şekilde kullanıyor. Haliyle onların yaptığı bir problemin çözümünde takip edilen süreçleri andırıyor: Kendinde hazır bulduğu sayısız veriyi, bir sonuca doğru adım adım ilerletmek! Ama her bilgi ve görüşü birbiri ile ilişkilendirerek, zıtlık veya tezatları kullanarak, yerine göre elemelere başvurarak, daha doğrusu da o an için ihtiyaç duyduğu analiz ve irdelemeler yaparak sonuca doğru ilerlemek! Matematikçi önündeki bir problemi nasıl çözüyorsa, onun yaptığı gibi bir şey! Dolayısıyla üzerinde durduğumuz metinlerin en önemli yanı, burada aranmalıdır diyebiliriz.

İçten içe bir akış, sebep sonuç ilişkisini andırır tarzda kademe kademe bir yükseliş! Dolayısıyla o tür yazıları okurken, bizi en çok tatmin eden, derin bir sistematik oluyor. Zorlanmadan ve okuyan üzerinde kendiliğinden gerçekleşiyormuş gibi bir düşünce akışı.

Bunu isterseniz şöyle de düşünebiliriz. Hikâye yazarının, karakterin duygularını derinleştirilmesi gibi bir gayret! Hiçbir boşluk bırakmadan, daldan dala savrulmadan, merkez duygu ne ise onun üzerinde devamlı yoğunlaşmak!

Dolayısıyla bu tür yazıların bizde bıraktığı ilk intiba, fikirlerin kademe kademe gelişmesi, lazım gelen bir yoğunlaşma ve bunların iyi bir ifade ile eşleştirilmesi değil de nedir? Fakat bunun bir ileri aşaması daha var ki, o da okuduğumuz şiir ve hikâyelerde olduğu gibi, bu tür metinlerin de okuyanlar üzerinde tamlık ve bütünlük tesiri bırakabilmesidir. Bir mimari eser yapılırken aşama aşama nasıl inşa ediliyor, eser tamamlandığında nasıl bir estetik tesir meydana getiriyorsa, bu tesiri de öyle düşünmek icap eder. İsterseniz ilgili metinlerin bu yanını şiirlerle, anlatı türü metinlerle de eşleştirebiliriz. Fakat burada kastettiğim, kuşkusuz muhteva ile ilgili bir şey değil. Tam tersine fikirlerin kademe kademe, sebep sonuç ilişkisi hesap edilerek bütünlüğe doğru ilerlemesi gibi bir şey.

Bu hususta şunu bile söylemek mümkündür. Bazı şairler derler ki, bizde şiir mısra mısra doğmaz. Şiir zihinde veya kalpte, ilk önce bir bütün olarak parlar. Fakat o bütünlüğü ifade ederken kuşkusuz mısra mısra ya da imge kümeleri oluşturularak bir ilerleme söz konusudur. Nitekim okuduğum sayısız düşünce metnine bakarak, onlar hakkında da benzeri bir sonuca ulaşmak zor olmuyor. Bir alana, bir probleme dair düşünce daha ilk başta zihinde total olarak hâsıl olmakta, fakat onu yazmaya sıra gelince, ister istemez kendine mahsus bir inşa süreci cereyan etmektedir.

O bakımdan düşünce metinleri için şunu söylemek gerekebilir. O yazılanların bizim üzerimizde hem muhteva bakımından hem de yazış tarzı olarak iki ayrı tesiri söz konusudur. Genelde okuyucuların o tür yazılara, muhteva bakımından değer biçtikleri bilinen bir husustur. Kaldı ki bu kanaati yargılamamak da gerek.

Dediğim gibi de o tür yazıların bizde bıraktığı doygunluk tesirini, sırf muhteva ile sınırlamak ne dereceye kadar doğrudur? Nitekim bir metin bizde tesir meydana getiriyorsa onda formun; muhteva dediğimiz hususun şekil ve surete büründürülmesinde payı yok mudur? Zira sağlam metinlerde sistematik hale getirilmiş bir akış, fikirlerin basamak basamak ilerlemesi söz konusudur. Buradan da o yazıya mahsus bir kurguya, yapıya ulaşmak zor olmamalıdır. Dolayısıyla onlarda ilk anda fark edilmeyen bir iç ahenk ve ritim mevcuttur.

Ayrıca o tür yazıların türü ne olursa olsun! Onlar için, kaleme alındığı döneme mahsus, farklı farklı adlandırmalar yapılsa bile! Musahabe, makale, tenkit veya eleştiri, deneme ya da doğrudan bir fikir yazısı! Hangi adlandırmayı yapılırsa yapılsın onların asıl özelliği o derinleşmede, iyi ifade ve anlatımda, düşünce muhtevasının bizim üzerimizde mükemmellik tesiri üretebilmesinde toplanır.

Dahası soyut düşünce, ilgili yazılar vasıtasıyla kendini bir forma dönüştürmekte değil midir? Musikide sesler vasıtası ile duyguların, makam dizgelerine dönüşmesi gibi bir şey. Dolayısıyla bir müzik eserinde sesleri, duyguları ve makamları nasıl birbirinden ayırmak kabil değilse, bu tür yazılarda da içerikle ifadeyi, dahası akışı ve formu birbirinden ayırmak kolay kolay mümkün olamamaktadır.

Daha açığı da hikâyeci ve romancılar karşımıza nasıl bir kurgu ustası olarak çıkıyorsa, şairler ferdi ve beşerî duygulara kendine mahsus şekiller veriyorsa, bu tür düşünce adamlarına da bir tür “fikir mimarları” nazarıyla niçin bakılamasın?

Soyut düşünceye biçim vermek, oradan da kendine mahsus özgün yaratmalara doğru ilerlemek! Dolayısıyla işin bu yanına sanat olarak bakmak gerekecektir. Çünkü sanatın özü nihayetinde maddeye,seslere, duygu ve fikirlere şekil vermek olduğuna göre! O bakımdan mimarların demiri ve çimentoyu, kumu terkip ederek yeni yeni estetik biçimler üretmesinde olduğu gibi, malzemesi kelimeler olan düşünce mimarlarının yaptığı özgün yaratmalara da doğrudan sanat nazarıyla bakmakta hiçbir mahzur bulunamaz.

O yüzden şairler tahkiye ustası sanatçılar üzerine nasıl edebiyat çalışmaları yapılıyorsa, iyi ifade edilmiş düşünce metinleri üzerine de benzeri çalışmaların ihmal edilmemesi gerekir. Karmaşık fikirlerin sistematik hale getirilmesi, yerine göre bazı kavramlara ulaşılması, buradan doğan bir akışın bir manada da fikir kurgusunun tespiti, daha ötede bunun dile ve ifadeye dönüşme biçimi! Dolayısıyla izah ettiğimiz bu ameliyenin, “düşünce dili” olarak tanımlanması niçin mümkün olamasın?

Dar ve Geniş Manasıyla Bilim Dili

Edebî metinlerin ve düşünce dilinin yanı sıra, bir de bilim dili dediğimiz bir uygulama söz konusu. O dile çoklarımız akademik dil de diyoruz. Türkiye’de üniversitelerin yanı sıra akademik kadroların sayısında da büyük artışlar kaydedildi biliyorsunuz. Yüksek lisans ve doktora çalışanlara, bu alanda yapılan tezlere baktıkça, bilim dilinin yaygınlığı hakkında şöyle böyle fikir sahibi olmak mümkündür. Aynı şekilde hakemli dergilerin çokluğu da bunun bir göstergesi mesabesindedir.

Bu çokluğun faydası da yok değil ayrıca. Sosyal bilimlerin hemen her alanında sayısız araştırmalar yapılıyor ve bilimsel bilgi üretmek noktasında Türkiye verimli dönemlerden geçiyor. Burada söyleyeceğim hususlar kuşkusuz sosyal bilimlerin bütününü ilzam etmeyecektir. Fakat edebiyata dair yapılan tezlerin ve bilimsel dergilerde yayınlanan makalelerin bir haylisini görme, okuma ve bazıları haklarında rapor düzenleme gibi vazifelerimiz dolayısıyla, alanın biraz olsun içinde de sayılabilirim.

İşte bu okumalarıma dayanarak, üniversitelerde yaygın olarak kullanılan bilim dili hakkında bazı tespitlerde bulunmak ihtiyacını duyuyorum.

Kuşkusuz bu dil, sanatın ve edebiyatın geliştirdiği dilden bayağı farklı. Bu dilin en bariz vasfı da, bireysellikten mümkün olduğu derecede uzak olması. Yani şahsilik barındırmaması, okuyanların üzerinde nesnellik gibi bir tesir bırakabilmesi. Daha ötede de sanatçıların duygu ve düşüncelerini ifade ederken kullandığı mecazlı, imgeli dilden bir o kadar uzak durmak. Belki buna bir de, edilgen cümle tekniklerinin tercihi eklenebilir.

Kuşkusuz bilim dili bunlardan ibarettir de denemez. Çünkü o dilden evvel, bir de onun bilim tarafı vardır ki, bu ikisinin birleşmesinden doğar “bilim dili” dediğimiz. Yani önce bilimsel bilgi ve araştırma, o bilgi üzerine teksif edilmiş bilimsel düşünce ve ardından da, onun dışavurumu sayabileceğimiz bilimsel dil! Çünkü aynen sanat ve düşünce metinlerinde olduğu gibi, bilimsel metinlerde de dil muhtevadan ayrı, ondan bağımsız bir kullanım değildir. Dolayısıyla araştırma ve inceleme tekniklerine başvurarak elde ettiğimiz veri tabanının kendisi olmasa bile, onun yorumu ve analizi, daha mühimi de kritiği doğrudan o dile dâhildir. Yani asıl bilimsel dil, düşünme kapasitemizin tezahür biçimidir demek gerekebilir. Bir başka ifade ile de analiz ve terkip gücümüzün ifadeye dönüşmesi, onun izdüşümü, ya da kâğıda aksetmiş gölgesi mesabesindedir bilimsel dil. O bakımdan düşünen yanımız ne ise ve ne kadarsa, ifademiz de o kadardır ve ondan ibarettir demek en doğrusudur.

O yüzdendir ki bilimsel dili muhtevadan, yani bilimsel verilerin analiz ve yorumundan ayrı mütalea etmek, dil dediğimiz uygulamayı ne kadar basite indirgediğimiz manasına gelir. Yani bilimsel dil alelâde bir gramer hadisesinden ibaret değildir ve olunmamalıdır da! Çünkü cümle ve ifade dediğimiz husus, maksada ve anlama bağlı olarak şekil ve surete bürünür. Anlamdan ve düşünceden, varmak istediğimiz sonuçlardan bağımsız ne bir cümle ne de bir ifade tasavvur edilebilir. Dolayısıyla burada asıl olanın bilimsel bilgi ve onun manâlandırılmasıdır demek en doğrusudur.

Bildiğiniz gibi iyi ifadenin belirgin vasfı, gözümüzün önünde su gibi akan bir tesir bırakmasıdır. Edebiyat veya düşünce metinlerinde olduğu gibi, sosyal bilimlere mahsus metinlerde de zihin bunu arar ve bulmak ister. Ayrıca onun varlığını ve yokluğunu sezgilerimizle kolayca tespit edebiliriz. Ona göre de okuduğumuz metinlerin değeri hakkında şöyle veya böyle bir hükme ulaşırız. Kuşkusuz buradan hâsıl olan ilk intiba, metnin ifadesine dayanır. Fakat iyi düşünecek olursak, ifade hakkındaki bu kanaatimiz doğru olmakla beraber yeterlidir de denemez.

Çünkü bir metinde akan, bize bir yazı okuduğumuzu unutturan başka bir şey daha vardır. Orada akan yazı ve ifadeden ziyade, düşüncenin bizzat kendisi değil midir? Düşüncenin yani bilimsel verilerin bir sonuca doğru, tahlil ve analizler yapa yapa ilerlemesi. Dolayısıyla iyi düşünce, iyi ifadenin bizzat kendisidir demek ve bunları birbirinden ayırmamak icap eder. Kaldı ki o iki hususun birbirinden ayrıştırılması da zaten mümkün değildir. Nasıl ki bizde bir tat ve güzellik intibası uyandıran meyvelerin tadını, formunu ve maddi olan yanını birbirinden ayırmak kabil değilse, ifade ile düşünce de birbiriyle iç içedir ve ayrıştırılması da mümkün değildir.

Dolayısıyla okuduğumuz metinlerde karşımıza çıkan her türlü ifade zaafı ve başarısı, ihtiva ettiği düşünce ve yorumlama kabiliyeti ile doğrudan ilgilidir. Daha açığı da özümsenmiş bilgi ve onun yorumu ile bu zaaf ancak telafi olunabilir. Yani her türlü bilginin herhangi bir amaç doğrultusunda akış düzene sokulması, aralarında illiyet bağının sağlanması gibi! İşte bu akışı ifadeden önce düşünce temin eder demek istiyorum.

Netice olarak zihnin başaramadığı noksanlıklar, doğrudan bir ifade zaafı olarak tezahür eder ki, hiçbir uğraşma ile o zaaf telafi edilemez. O bakımdan bilimsel tez ve makalelerde üzerinde durulması gereken asıl husus burada yatar. Üzerine eğildiğimiz konu veya probleme dair, lâzım gelen bir vukufa özümsemeye erip ermediğimizle ilgili bir husus.

Hâlbuki üniversitelerde yapılan çoğu çalışmanın bu husus üzerine teksif edilmediği kolayca anlaşılabiliyor. Bilgi üretme, araştırma ve inceleme! İşin bu kısımları üzerinde yeteri kadar durulduğu anlaşılıyor. Bir de buna ilave olarak, ilgili hususta kimlerin çalıştığı, onların ne dediği gibi! Son söylediğim hususta o kadar aşırıya gidiliyor ki tahmin edemezsiniz. Kuşkusuz çalışılan konu üzerinde bizden önce kimlerin ne yaptığı ve neler söylediği önemlidir. Fakat bunların nakil olarak bırakılması kadar da bir tezi öldüren başka bir şey düşünülemez. Zira bu bilgiler nakledilirken iki amaç söz konusu olabilir: O konuya dair mevcut bilgi havuzunun teşekkülünü ve tekâmülünü ortaya koymak. Fakat bununla da yetinmeyerek, mevcut çalışmaların ciddi bir kritiğinin de yapılması. Bunu yapabilmek gerekir ki, kendimizin ne yapacağı veya yaptığı tam olarak anlaşılabilsin. Dolayısıyla bizden öncekilerin ürettiği bilgi ve yorumları kritik etmekten geri duran bir zihnin, yeni bir şey söylemesi zaten beklenemez.

Kim ne demiş, neler söylemiş? Bunların bilinmesi kuşkusuz önemlidir dedim. Dediğim gibi de o tür verilerin bir kritiği gerekir mi? Kritik edilmeyen veri ve görüşler anlamlandırılamıyor demektir. Evet, “kim ne diyor?” Fakat daha ötesi yok mu bunun? “Neden öyle söylemiş? Bunun altında yaslandığı bir nazariye mi söz konusu? O görüşün ileri sürüldüğü döneme mahsus farklı bir bakış açısı mı mevcuttur?” gibi. Buradan yola çıkarak benzeri görüşlerin kümelendirilmesi, farklı görüşlerin tebarüz ettirilmesi gibi. Netice olarak bunları yapmayacaksak, ordan burdan alıntılarla metni şişirmenin bir manası bulunabilir mi? Nitekim ortalıkta kendi amacını unutmuş, başkalarının görüşlerini nakletmekten bizar düşmüş araştırmalardan geçilmiyor.

Bu arada modern edebiyatımızın cılız akımlarından biri ve klasik edebiyatın önde gelen mesnevilerinden bir diğeri üzerine yapılmış iki çalışma, doğrusu beni şaşırttı desem yeridir. Her iki alanda da aynı tutum: Kim ne demiş, kim ne yazmış? Bitmez tükenmez bir nakil ve alıntılar yığını!.. Peki sen ne diyorsun ve nereye varmak istiyorsun? Ona dair hiçbir görüş ve ifadeye tesadüf edemiyorsun çoğu çalışmada. Dolayısıyla o tür çalışmalara bilim demenin imkânı bulunmadığı gibi, birbirine eklenmiş ve aralarında illiyet bağı da kurulamamış, yani bilimsel bilgi seviyesine yükselememiş böyle yazmalara ne demek gerekir bilmiyorum.

Haliyle bu tür çalışmaların asıl zaafı, konu edindiği sanatçı veya edebî metinler hakkında lâyık derecede bir değerlendirme gerçekleştirememesidir. Yeni veya eski edebiyat fark etmiyor bu zaaflar. O hususta başvurulan en kestirme yol, başkalarının görüşüne başvurmak ve onları nakille iktifa! Yani diğer bazılarının görüşleri de olmasa, metin hakkında siz ne söylüyorsunuz, bunu çıkarmak kolay kolay mümkün olamıyor.

Dolayısıyla edebî eser, sanatçı veya düşünce adamı üzerine yapılacak çalışmaların, ister istemez metin üzerine yoğunlaşmayı gerektiği tabiidir. Metni kavramak ve onun ruhuna nüfuz gibi bir süreç! İlgili metinlerin sana, bana ve ötekine göre farklı farklı şeyler söylediğini, ondaki anlam ve tesirin devirden devire değişip durduğunu da unutmamak kaydıyle! Bir de tabii metinde yakaladığımız edebîlik katsayısının öne çıkarılması ve bunun makul bir dil ile izahının yapılabilmesi.

Ancak problem de orada başlıyor zaten. Okuduğu şiir, hikâye, roman veya düşünce metni karşısında çoğu kişinin şaşırıp kaldığı bilinmez değildir. O yüzden kişinin ruhunda ve zihninde erken bir billurlaşma hâsıl olmuyor. O zaman da ister istemez “o ne demiş, bu ne demişe varıyor iş.” Kuşkusuz onların da bilinip derlenmesi icap eder. Fakat çalışmayı yapacak kişide bunun ötesinde, kendine mahsus bir teşhisin teşekkül edip etmediği en önemlisidir. Bir iddia, ilgili esere veya sanatçıya dönük bir yaklaşım biçimi vs.

Tabii bunun hâsıl olabilmesi için kişide, sanata ve ilgili edebî türe dair az çok bir birikim gerekir. Edebî türlerden birine yönelik sıcak bir ilgi, ya da estetik teorilere dair lazım gelen bir vukuf. Eğer bunlar yoksa, araştırmacı böyle bir okuma ve yazma sürecinin içinden gelmiyorsa, o çalışma ister istemez yokuş yukarı, zorlana zorlana ilerlemek mecburiyetinde kalmayacak mıdır?

Unutmamalı ki edebî veya fikrî eserler, kendilerine mahsus şifreli bir sistemi ihtiva eder. Karşımızda adeta estetik bir nesne, o esere veya sanatçıya mahsus özgün bir deneme söz konusudur. Onun, sanatçının diğer eserleri arasında bir farklılığı, öteki sanatçı verimleri karşısında da bağımsız bir duruşu vardır. Dolayısıyla bu farklılıkları ilk elde yakalayabilmek gerekir. Bunu mevcut birikimimizle biz gerçekleştireceğiz. Başkalarının yaptığı tespitlerle kendi tespitlerimizi yüzleştirmemiz, onların bir kritiğini yapmamız şart olmalıdır. Diğer bazılarının yaptığı okumalar, bizi destekler veya cerh eder. Onu da göz önünde bulundurmak ve bunların bir yorumunu yapmak gerekmez mi?

İşte “bilimsel düşünce” ve “bilimsel dil” dediğimiz hadise burada başlar. Bu safhada gerçekleştireceğimiz muhakeme ve mukayeseler, kendi tezimize güveniyorsak eserden göstereceğimiz yeni deliller ve destekler vs. Kendimize mahsus düşünce üretme denemeleri; gene bize mahsus bir tezi sonuca doğru merhale merhale ilerletme egzersizleri böyle edinilebilir. Yoksa oradan buradan transfer bilgi özetlemeleri ile bir düşünce, bir dil doğmaz insanda. Böyle bir yazış olsa olsa, alelade bir özetlemeye varıp dayanır. O tür özetlemelere, sıraya sokulmuş uzun kısa alıntıları birbirine eklemekle yetinen yazışlara bilim dili denilemez ve denilmemelidir de!

Burada bilim dili ile ilgili bir hususa daha işaret etmek ihtiyacını duyuyorum. Daha doğrusu da yaygın bir yanlışa, yanlış yönlendirmelere parmak basmak ihtiyacı. Bilindiği gibi bilim dili izah edilirken bireysellikten mümkün olduğu kadar uzak durulması şartı aranır. Aynı şekilde şahsi hislerin, indi kanaatlerin bilimsel metinlerde yerinin bulunmadığı da bir gerçektir.

Sözünü ettiğim şahsilik ve bireysellikle; yukarıda ısrarla üzerinde durduğum mantık ve muhakeme geliştirme, kritik etme, metni veya alıntıları yorumlama ya da analiz veya tahlil, bunları bir terkibe ve sonuca doğru kademe kademe ilerletme arasında bir çelişki yok mudur? İşte böyle bir çelişkiden endişe duyan çoğu hocalar, öğrencilerin bu yanına aşırı derecede ket vuruyor. Öğrencinin yorum ve düşünce geliştirmesi yerine, o alanda çalışmış olanların ürettiği bilgi ve serdettiği görüşlerin derlenip toparlanmasına dayalı bir yöntem tavsiye ediyorlar. Üniversite camiasında bu tür çalışmalar o kadar yaygınlaşmış durumda ki tahmin edemezsiniz.

Evet, bu tür bilimsel çalışmalar şahsiliği kaldırmaz. Sanatçılara mahsus çağrışımlarla yüklü, imgeli, mecazlı bir dile itibar da edilemez. Fakat unutmamalı ki önümüzdeki çalışmayı bir insan yani biz yapıyoruz. Çalışmanın kurgusu, bölüm bölüm ilerlemesi de bize ait. Dahası o çalışmayı metne dönüştüren de bizzat kendimiz. Bundan öte metni analiz etmek, eserin ve diğer eserlerin ihtiva ettiği özgünlüğü tespit veya izah da bizim vazifemiz. O hususla ilgili daha önceden vazedilmiş görüşlerin irdelemesini gene biz yapmayacak mıyız? Bu tür soruları dilediğimiz kadar çeşitlendirilebiliriz! Bulguların kritiği, diğer bazıları ile mukayese, yerine göre geçersizliğini tespit de bunlara dâhil.

Daha mühimi de sanatçıların eserden esere yeni denemelere kalkışması, şiir anlayışını veya kurgu tekniklerini yenileyip durması! Bunların hem tespiti hem de altında yatan sebeplerin inandırıcı biçimde izahı. Bir inceleme bu ameliyelerin yerine getirilmesi halinde bir değere dönüşür. Kaynak bilgilerin aranıp bulunması, kullanılması bir yana, yapılan çalışmaya bilim niteliği kazandıran ve ona bilimsel düşünce değeri yükleyen özelliğin buralarda aranması gerekir. Dolayısıyla bütün bu zihnî mesainin şahsi, çalışmayı yapan kişiye ait olduğunu söylemek durumundayız.

Bu hususta biraz daha ileri gitmek de gerekebilir: Bana göre bilim adamları ile sanatçıların çalışma tarzı arasında hem bir benzerlik, hem bir farklılık bulunmaktadır. Şöyle ki şairler bir şeye bakarken, onların zihninde ansızın sayısız çağrışımlar meydana gelir; bir şey diğer bir şeyi çağrıştırır. Bu yoldan nesneler sanatçının zihninde adeta soyutlaşır, soyut hayal ve düşünceler de canlı veya cansız varlıklara dönüşebilir. Buradan da şiire mahsus imgeli bir dil doğar. Daha mühimi de şair veya hikâyeciler bu yöntemi kullana kullana, duygularına bir derinlik kazandırırlar. Edebîlik dediğimiz tesir de buradan hâsıl olamaz mı?

Dolayısıyla sanatçı için nesnelerin ve görüntülerin oynadığı rolü; bilim adamları için üretilmiş bilgiler, araştırma verileri, aynı konu üzerinde başkaları tarafından verilmiş hükümler, yapılan türlü alıntılar, tespitler vs. oynar. Haliyle şairler kendi verileri üzerinden sayısız hayallere, imgelere, istiare ve mecazlara ulaşırken; bilim adamları kuşkusuz o yolda ilerlemezler. Onların zihni daha farklı bir yönde çalışır. O yüzden bilim adamının yapması gereken, kişiye mahsus imgeli bir dil geliştirmek değil, tam tersine veri ve bulgulardan düşünceye doğru ilerleyen yolu arayıp bulmaktır.

Elimizde bulunan bir belge, bakir bir kaynak ya da sanatçıya dair herhangi bir görüş!.. Bunlar okuyarak, araştırarak elde ettiğimiz bilgilerdir. İşte bu bilgiler araştırmacının zihnimizde neyi çağrıştırıyor? Ya da ona neyi veya neleri hatırlatıyor? Unutmamalı ki o soruların cevabı kendimizde, önceden edindiğimiz hafıza birikimimizde saklı olmalıdır. Orada yoksa, yaptığımız okumalardan faydalanarak, o soruların cevabını arayıp bulmak mecburiyetindeyiz.

Dediğim gibi bir çiçek, bir yaprak, uzaklardan gelen meçhul bir ses sanatçıda sayısız imgelere yol açar. O nesnenin anlamı, ürettiği imge ve çağrışımların toplamı kadar çoğalır, derinlik kazanır. Dolayısıyla elimizdeki veriler de aynı şekilde anlamlandırılmaya, yorumlanmaya muhtaçtır. İşte bunun için karşılaştırmalara, zıtlık ve benzerlik ilişkileri kurmaya ihtiyaç duyarız. Onu önceki ve sonraki görüşlerle test ederiz. Neden veya niçin, ne zaman ve nerede gibi sorularla tekrar tekrar yoklarız. Aynı hususta başkaları bir şey söylemiş ise, onları da ayrıca dikkate alırız.

İşte buna benzer sayısız yollara başvurarak, konumuzla alâkalı tekil bir bilgi ya da bulgular etrafında bir anlam havuzu, bir girdap oluştururuz. Dolayısıyla bilimsel metinlerde kullandığımız her bilgi birbirine eklenerek, ürettiğimiz yorum ve düşünceler de üst üste yığılarak, kendine mahsus bir seyir takip etmiş olur. Daha doğrusu da eldeki veriler sebep sonuç ilişkisine dayalı olarak bir neticeye doğru ilerlerken, düşünce ve yorumlarımız ondan farklı olarak üst üste binmiş olur. Buradan da bir derinlik tesiri ve bütünlük duygusu hâsıl olur.

Sonuç olarak şunu söylemek mümkündür:

Elimizdeki bir çalışmada, üzerine eğildiğimiz metin veya sanatçı konuşur; biz onların sesini duyarız. Yaptığımız araştırmalardan elde ettiğimiz veriler, aynı konuda çalışmış diğer bazıları!.. Onları da aynı şekilde… Bunların her biri tek tek bilgiler, anlamlar, özetlemeler biçiminde, çalışmamızda kendine uygun bir yer bulur.

Fakat unutmamalı ki araştırmacının konumu bunların hepsinin üzerindedir. Çünkü o bir orkestra şefi sayılır. Ya da önündeki piyanonun tuşlarına basarak, istediği ahengi temine çalışan bir bestekârdan farksızdır o! Eserin akışını kuran, belgeleri anlamlandıran, çalışmayı belli bir sonuca doğru götüren! Daha mühimi de her bir bilgiyi kardığı harç için, malzeme olmanın ötesinde terkibe dönüştüren üst bir şuur! Unu, suyu ve tuzu mayalayarak, birbirinden ayrışmaz bir bütünlük icat eden gerçek bir bilim adamı! Kuşkusuz kullanılan her bilginin, o çalışmadaki yeri gene de bellidir. Fakat o veriler, yapılan çalışmada, cümle içinde kullandığımız kelimeler mesabesinde kalır. Çünkü sağlam ve bizde bütünlük tesiri hâsıl eden her çalışmada, verileri ve malzemeyi aşan bir yan söz konusudur.

İşte böyle bir çalışmada yaptığımız iş ile, onun ifadesi olan dil birbirinden ayrıştırılamaz. Bilgi ve belgeleri anlamlandıran bu düşünce faaliyeti ile, yani zihnin çalışma biçimi ile dil aynı anda doğar ve akar. Dolayısıyla bilim dili dediğimiz husus, doğrudan düşünce akışımıza tabiidir ve ondan bağımsız dil doğmaz!

O zaman da bu dilin, biraz da soyuta kaçan düşüncelerin ve yorumlamaların dili olması gerekmez mi? O yüzden araştırmacıların günübirlik dili, bu iş için kâfi gelmez. Çünkü günübirlik dil ile ancak basit eylemleri ifade edebiliriz. Onların yorumuna, mânâlandırılmasına sıra gelince, günübirlik dilin yetersiz kaldığını hemen her yazıcı bilir. O bakımdan araştırmacıların edebî dile, yazı diline olan ihtiyacı, yazma safhasında ziyadesiyle kendini hissettirir.

Kaldı ki sanatçıların, karakterlerin psikolojisini tahlilde yaptığı gibi, araştırmacıların da bilgi verilerini aynı şekilde yorumlamaları derinleştirmeleri icap eder. O yüzden aynı işi Köprülü, Tanpınar, Mehmet Kaplan gibi hocaların nasıl yaptığı devamlı hatırlanmalıdır. Ama dikkat edilmelidir ki onların metinlerini yazarken kullandığı dilin, günlük konuşma dili ile en ufak bir alakası bulunmamaktadır.

Günümüzde ortaya konmuş çalışmaların çoğunda gündelik dil, alelade basit cümleler, yani eylem cümleleri oldukça hâkim. Çünkü bu tür basit cümle teknikleri ile, müşahhas kelimelerle ancak eser özetlemesi yapılabilir. O harika eserleri ruhu çekilmiş kadavralara dönüştüren, çocuklara mahsus idrak seviyesine indirgemekten öteye geçmeyen basit özetlemeler!..

Yapılan çalışmalarda dikkati çeken bir başka cümle tipi de alıntı özetlemeleri ve alıntıdan alıntıya geçerken kullanan bağlantı cümleleri olmaktadır. İşte böyle basit, kuru, mükerrer cümle kalıplarından meydana gelen metinlere bilimsel çalışma denilemeyeceği gibi, kullanılan o dile bilim dili demek mümkün olamayacaktır.

————————————————-

Kaynak:

https://fikircografyasi.com/makale/edebiyat-ve-sanat-dilinden-bilim-ve-dusunce-diline-dogru-uzun-bir-kavis

Yazar
Kırmızılar

Bu websitesinde farkı kaynaklardan derlenen içerikler yayınlanmakta olup tüm hakları sahiplerinindir. Sitedeki içerikler atıf gösterilerek kaynak olarak kullanlabilir. Yazıların yasal sorumluluğu yazara aittir. Tüm Hakları Saklıdır. Kırmızlar® 2010 - 2024

medyagen