“Laiklik temelde düşünce özgürlüğü ile inanç özgürlüğünün birbirinden ayrılması olduğu kadar, çatışmasını önleyen bir yönetim sistemidir. Bir dünyevi yaşam tarzı olan laiklik’in amacı devletin tüm inançlara karşı eşit mesafede olmasını sağlamak ve bir anlamda eşit mesafede tutmaktır. Ancak okullarda öğretildiği kadar tarih göstermektedir ki, dinî devlet işlerinden ayırmak söylendiği kadar basit bir işlem değildir.”
*****
Prof. Dr. Esat ARSLAN *
Yeniden Tartışmaya Açılan “Laiklik”
Türkiye’de hep gündemde olan ancak uzun zamandır pek de dört başı mamur tartışılmayan laiklik tartışmaları TBMM Başkanı İsmail Kahraman’ın İstanbul Üniversitesinde yapmış olduğu konuşmayla Türkiye’nin gündemine damgasını vurmuştur. Anayasa yazım çalışmaları kapsamında, yasama gücünün başkanının “Laiklik bir kere yeni anayasada olmamalıdır. Dindar anayasa meselesinden anayasamızın kaçınmaması lazım…’’ demesiyle başlayan, ülkemizin gündemini yoğun bir şekilde meşgul eden bu çarpıcı açıklama sonrasında Meclis Başkanı, “yeni anayasaya ilişkin şahsi düşüncelerimi ifade ettim’’ demiş olsa da; yoğun eleştirilere maruz kalmıştır. Kıdemli bir hukukçu ve aynı zamanda TBMM çatısı altında 1980 öncesi ve sonrası milletvekili titri ile vazife gören bir anlamda kadim bir siyasetçi olan TBMM Başkanı İsmail Kahraman’ın “Yeni Türkiye Konferansları ve 6. Yeni Türkiye ve Yeni Anayasa” konulu konferansta yaptığı konuşma yeniden laiklik tartışmasını ülke gündemine getirmiştir. Akademik tezlerin savunulduğu ve tartışıldığı İstanbul Üniversitesi Rektörlük Doktora Salonunda İslam Ülkeleri Akademisyen ve Yazarlar Birliği tarafından 25 Nisan 2016 tarihinde düzenlenen etkinlikte “sekülarizm” konusu da tartışmanın içerisine ithal edilerek, laiklikten sekülerliğe doğru gidiş konusu tartışmaya açılmıştır.
Aslında hem “laiklik” hem de III. Milenyumla birlikte Türkiye’nin gündemine oturan “sekülerlik” kavramının Türkiye’de, tam anlamıyla bir tanımının yapılmaması, bu iki kavramın sanki metafizik alandan gelen doğaüstü bir güçlermişçesine tabulaştırılması, daha da önemlisi konu açık uçlu bırakılarak, yoruma açık birer aygıt haline getirilmesi halkın katmanlaştırılmasında ikileme yol açmıştır.
İşte bu makale kapsamında, dinî özgürlüklerin teminatı olan “laiklik” kavramı tarihi perspektif içerisinde irdelenecek, siyasal İslam’a karşı yapay bir din hüviyetine büründürülmek suretiyle toplumu kategorize etmeye çalışılarak, araçsallaştırılan bu kavramın yerine getirilmeye çalışılan sekülerliğin arka planı konusunda çıkarımlarda bulunulmaya çalışılacaktır.
Etimolojik Açıdan Laiklik Kavramı
Lâiklik dilimize Fransızca “laic” sıfatından girmiş ve Cumhuriyetle birlikte halkımız tarafından benimsenmiş ve kırsal kesim de dâhil olmak üzere yaygın bir biçimde uyum da sağlanmıştır. Atatürk T.B.M.M’ de başkanlık ettiği bir oturumda tanınmış din bilginlerinden birinin kürsüden alaylı bir tavırla “Arkadaşlar bir laikliktir gidiyor. Affedersiniz bu laikliğin manasını anlamıyorum” sözlerine, elini kürsüye vurarak, “Adam olmak demektir hocam, adam olmak’’ yanıtını vermesi laikliği “adam olmak” deyimiyle özdeşleştirmiştir. Diğer bir deyişle Atatürk Cumhuriyetin temeline kültürle birlikte laikliği yerleştirmiş, en kısa ve veciz ifadesiyle laiklik’i, ‘adam olmak’ şeklinde formüle etmiştir. “Adam olmak, adam gibi adam olmak” tabiri öylesine benimsenmiştir ki, halk tarafından “laiklik vatana ve millete lâyık olmak demektir” biçiminde de kullanılır hale gelmiştir. Aslında, daha derinlemesine bir bakış açısıyla, bu sözcük Eski Yunancada Site Devletinde ruhban (Kleros) sınıfı dışında kalan, salt halk için kullanılan “Laikos” sözcüğü ile “halkın bizzat kendisi” ile bütünleştirilmiştir. Eski Yunan’da site devleti katmanlaşması, “Kleros” diye isimlendirilen “Ruhban” ile halkın kendisine “Laikos” dediği iki temel sınıftan oluşuyordu. En salt ve basit tanımıyla “halka ait” olarak tercüme edilebilecek olan “Laiklik” din ve devlet işlerinin birbirinden ayrılmasıdır. Diğer bir deyişle bu dünyaya gelen insanoğlunun öteki dünyaya, âhirete ait bir uhrevi, bir de dünyevî işleri bulunmaktaydı. Din ve devlet işlerinin birbirinden ayrılması, işte bu görüşün eseri olarak günümüze kadar gelmiştir.
“Laiklik” kelimesi Latince’ye de hemen hemen aynı anlamda “laicus” olarak geçmiştir. Putperest, Pagan Roma’da imparator, kral, rahip ve bir anlamda Tanrı olarak betimlenmiştir. Hıristiyanlığa geçildikten sonra hükümdar artık ilahî olmak iddiasında bulunmadığı gibi, imparatorluk ve dinî görevleri (imperium et sacerdotium) arasında tam olarak bir ayrılık olmasa da bir sınır belirlenmiştir. Politikayla din, yâ da devlet ile kilise arasında farklılık İncil’de de bulunmaktadır. Hıristiyanlığın kurucusu İsa peygamber, taraftarlarına “Sezar’ın olanı Sezar’a, Tanrı’nın olanı Tanrı’ya vermelerini” buyurmaktadır (Matta 22-21). Doğu Roma (Bizans) İmparatoru Justinyen ise insanın uhrevî ve dünyevî işleri arasında kesin bir çizgi çektiği, İstanbul (o tarihlerde Konstantiopolis) Patriğine ‘altıncı novella’sının girişinde aşağıdaki şekilde şöyle ifade etmiştir:
“İnsanlığın en büyük nimetleri Tanrı’nın size bağışladığı armağanlar olan papazlık ve imparatorluk (sacerdotium et imperium) otoritesidir. Papazlık ilahî, imparatorluk otoritesi insanî şeylerle ilgilenir, ama bunların ikisi de tek ve aynı kaynaktan çıkarlar ve ikisi de insanın yaşamını süslerler.”[1]
“Basileus” ve “Autokrator” unvanlarını kullanan Bizans İmparatorları hükümdarlıklarını belirtmek için fermanlarını “İsa adına” (en onomati tou Despotou Iesou Khristou) yayınlarlardı. Bizans’ta İmparator Devlet’e olduğu kadar Kilise’ye karşı da sorumluydu ve dinî otoritelerin tanımladığı Eflatun’dan alınma “doğru görüş”ü (Yunanca “orthe doxe”) onaylamak ve uygulamak görevi bulunmaktaydı. Önde gelen tarihçiler tarafından “Üçüncü Roma” olarak betimlenen Osmanlı Devleti’nin fermanları da bu yaklaşımdan esinlenerek “Rahman ve Rahim Olan Allahın Adıyla”(Bismillahirrahmanirrahim) başlamaktadır.
Dünyada Laiklik Modelleri
Laiklik temelde düşünce özgürlüğü ile inanç özgürlüğünün birbirinden ayrılması olduğu kadar, çatışmasını önleyen bir yönetim sistemidir. Bir dünyevi yaşam tarzı olan laiklik’in amacı devletin tüm inançlara karşı eşit mesafede olmasını sağlamak ve bir anlamda eşit mesafede tutmaktır. Ancak okullarda öğretildiği kadar tarih göstermektedir ki, dinî devlet işlerinden ayırmak söylendiği kadar basit bir işlem değildir. Yeryüzünde bugüne kadar test edilmiş uygulama alanına konulmuş temelde Fransız Kıta Avrupası Modeli, Anglo-Sakson ya da Anglo-Amerikano Modeli ve Kemalîst Düşünce Sistemi Laiklik Modeli olmak üzere üç tip laiklik modeli bulunmaktadır. Zaten TBMM Başkanı da son konuşmasında anayasalarında laiklik ve sekülerlik kavramı bulunan devletleri “Dünyada 3 anayasada laiklik vardır. Bunlar Fransa, İrlanda ve Türkiye´dir.” şeklinde betimlemiştir.
Kıta Avrupası Fransız Laiklik Modeli
Temelini 1789 İnsan ve Yurttaş Hakları Beyannamesinden alan “Fransız Laiklik Modeli” ancak ve ancak devlet dinî olan Katolikliğin düşünce ve ifade özgürlükleri üzerindeki asırlarca süren baskının halk devrimi ile kaldırılmasından sonra Fransız hukukunda yerleşmeye başlayabilmiştir. Unutmamak gerekir ki, bunun temelinde kanlı din savaşları, Kalvinist Protestanlığı benimsendikten sonra 24 Ağustos 1572 tarihinde Fransa’da Katolikler tarafından Hugeonot denilen Protestanlara karşı girişilen Aziz Bartalmay Yortusu Kıyımı gibi büyük katliamlar yatmaktadır. Hıristiyan dünyada Papa’nın önderliğindeki Katolik Kilisesi’nin tekelinin kırılması demek olan Protestanlığın doğuşunda, 1509-1564 yılları arasında yaşamış olan John Calvin ile 1483-1546 yılları arasında yaşamış olan Martin Luther büyük paya sahip olmuşlardır. Ayrıca insanın insanı sömürmediği, lüksün ve eşitsizliğin insanın ahlâkını bozmadığı bir özgürlük ve eşitlik düzeni isteyen Jean Jacques Rousseau’nun yanında Montesquieu, Diderot ve Voltaire gibi dünyada demokrasinin gelişimine büyük katkısı bulunan büyük düşünürlerin çabalarına gereksinim duyulmuştur. Fransız aydınlanmasının bu önemli düşünürleri dinîn siyaset tarafından sömürülmesinin yüzyıllarca toplumu böldüğünü, hoşgörüsüzlük yarattığını ve ülkeyi karanlığa sürüklediğini vurgulamışlar ve dinî ve devleti dogmalardan kurtarmaya kendilerini adamışlardır.
Fransız aydınlanma ya da restorasyon felsefesinde dinîn devlet yönetiminden tamamen soyutlanması özgürlüğün temel koşulu olarak görülmüştür. 1789 Fransız Büyük Devrimi kilise ile devleti karşı karşıya getirdiği gibi, Fransa, Vatikan’ın dinî baskısından kurtulabilmek adına iki kez de Roma’yı işgal etmiştir. Devrim sonrasında devasa boyutlara ulaşan adeta devlet içinde devlet konumuna ulaşan kilise mülkleri millileştirilmiş, din adamları da anayasaya sadakatle yükümlendirilerek, uhrevi konularda özerk, dünyevi konularda devlet memuru haline getirilmiştir. Devrim sonrası papalıkla bir sözleşme yapılarak, kilisenin malî işleri devlet kontrolü altına alınmış; atamalar, aylıklar, merkezi planlamacı din öğretimi devletin kontrolü altına alınmıştır. Sonuçta, burjuva demokratik devrimleri kilise/devlet, din/devlet, ya da uhrevî/dünyevî ayrılığına oturtulmuştur. Aradan geçen 237 yılda küçük monarşist azınlık dışında tüm siyasi kamplar ve dinsel akımlar laiklik ilkesine sahip çıkmışlardır. Laiklik gerek toplumsal gerekse bireysel bazda özümsenmiş ve tüm halk katmanları tarafından benimsenmiştir.
Fransız laikliği devletin herhangi bir dinî konuya müdahale etmesini yasakladığı gibi, 3 Temmuz 1905’te sol ağırlıklı bir meclisten çıkan, tüm dünyada bir referans kabul edilecek “Laiklik Kanunu” ile Fransız devletince herhangi bir dinî eğitimi veya din kurumunu desteklemeyeceği deklere edilmiştir. Bir başka deyişle laiklik tek başına bir görüş değil, herhangi bir görüşe sahip olabilme özgürlüğü olarak bir iklim tesis etmiştir. [2] Kuşkusuz, 1905 Laiklik Yasasına gelinceye kadar birçok yapısal devrimler birbiri peşi sıra yapılmıştır. Örneğin, 1881 yılında kilisenin kontrol ettiği hastane ve mezarlıklara laik bir hüviyet kazandırılmış, 1882’de ilkokullar zorunlu, parasız ve laikleştirilmiştir. 1883’de Fransız Silahlı Kuvvetlerindeki askeri rahiplik sistemine son verilmiş ve 1884’de kamuda örneğin duruşma başlarında dua faslı tamamen kaldırılmıştır. Buna ilaveten, aynı yıl Katolik Fransa’da boşanma hakkı da tanınmıştır. 1901’de yürürlüğe giren Dernekler Yasasıyla dinî kuruluşlar sıradan derneklere dönüştürülmüş ve 1904’te de 2500 dinî okul kapatılarak laik zemin hazırlanmıştır. 3 Temmuz 1905 tarihinde Ünlü “Laiklik Yasası”nın 243’e karşı 341 oyla Fransız meclisinde kabul edilince, buna ilk tepki Vatikan’dan gelmiş, Papalık Fransa ile diplomatik ilişkilerini kesmiştir.
Fransız laikliği siyasi liderlerinin dinî bir sembol taşımasını, dinîn siyasete alet edilmesini ya da dinle ilgili bir söylemde bulunmasının önünü kesmektedir. 2004 yılında çıkarılan bir başka yasa ile de ilk ve orta öğretimde herhangi bir dinî sembol takılması yasaklanmıştır.
Fransız vatandaşı olmanın temel koşullarından biri dinî kimliğin özel hayatta yaşanmasıdır. Laik birey dinsel inançlarını çevresine dayatmayan kişidir, bu ilke demokrasilerde toplumsal barışın temelidir. Bu nedenle ülkemizde sıkça dile getirilen ‘birey laik olmaz devlet laik olur’ söylemi doğru bir yaklaşım olmadığı gibi, sadece dünyevi yaşam tarzını benimseyen birey de laik sayılmamaktadır. İnanç özgürlüğü ve her türlü inanca saygı laik düşüncenin temelini oluşturmaktadır.
Anglo-Sakson ya da Anglo-Amerikano Laiklik Modeli (Sekülarizm)
Devletin dinden soyutlanması olarak özetlenebilecek Fransız modelinin aksine Anglo-Sakson ya da Anglo-Amerikano Laiklik Modeli “sekülarizm” din ve devlet işlerinin birbirinden ayrılması ve mezhep, tarikat temelinde tüm dinî zümrelerin devletten bağımsız bir biçimde hareket etmelerinin sağlanmasıdır. Günümüzde gündeme getirilen İrlanda Anayasasının 44. “Din” Maddesinin üçüncü ve beşinci paragrafları şöylece betimlenmiştir:
“3. Devlet, dinî inancın açıklanması, dinî inanç ve dinî statü temelinde herhangi bir engel uygulama koymayacak ve herhangi bir ayrımcılık yapmayacaktır.”[3]
“5. Her dinî toplum kendi işlerini yönetmek, mülküne taşınır ve taşınmaz malına sahip çıkmak, edinmek ve idare etmek hakkına sahip olacak ve dinî ve hayır amaçları için kurumlarını kendisi idame ettirecektir.”[4]
Osmanlı Devleti, devlet içinde devlet denilebilecek bu konumu “Cemaat Nizamnameleri” ile test ederek yaşamış, din temelindeki ayrımcılık, doğrudan ulusalcılığı körüklemiş, bunun bir sonucu olarak da Balkan coğrafyası yitirilmiştir.[5] Cemaatlerin kendi dillerinde ve batı dillerinde “Anayasa”(Constitution) adını verdikleri bu düzenlemelerden Rum Patrikliği Nizamâtı, 1862’de, Ermeni Patrikliği Nizamâtı 1863’te ve Hahamhane Nizamâtı 1865’de Babıâli tarafından onaylanarak yürürlüğe girmiştir. Yukarıda da ifade edildiği gibi, bu durumda her dinî cemaat akçalı işleri de dâhil olmak üzere kendi özerk ve bağımsız konumunu perçinlemektedir. Bu şekilde ve savaşımın esas amacı din adamlarının akçalı işlere yön vermelerinin sağlanması ile kendi özlük hakları bakımından da cemaatlerin üst yapısını ele geçirmeleri cemaatlerin de kendilerine bağımlı hale getirilmesidir. Diğer bir deyişle alt seviyedeki din adamlarının kendisinin ve ailesinin başta sağlık işleri olmak üzere, maaş, atanma, harcırah, yol masrafları gibi tüm akçalı işleri de bağlı olduğu cami/kilise/sinagog eliyle sağlanmasıdır. Üzerinde önemle düşünülmesi gereken ikinci husus ise bu kavramın, hukukî bir kavram değil, sosyolojik bir kavram olduğu realitesidir.
Püriten gelenek Tanrı’yı tüm evrenin yaratıcısı ve dinlerin ortak noktası olarak referans alan ABD’yi inşa eden ‘kurucu önderler’, Virginia İnsan Hakları Bildirisi ile herkesin “dinînin gereklerini vicdanının emrine göre yerine getirmek hakkına sahip olduğunu” bağıtlayarak, Avrupa’da gelişen aydınlanma akımının ruhunu da İnsan Hakları Bildirisine yansıtmışlardır. Burada önemle belirtmek gerekir ki, dinî örgütler ve bağlı oldukları kiliseler devlet bütçesinden pay almamakta, malî olanaklarını kendileri sağlamaktadırlar. Bu durum 1776 Bağımsızlık Bildirgesi’ne olduğu gibi aktarılmıştır. Devlet bir yandan dinlerin özgürce yaşanmasını desteklerken, öte yandan kamusal hayatta dinsel ayrımcılığın önüne geçmeye çalışırken, dini doğrudan cemaatlere bırakmıştır. Diğer bir deyişle “Sekülarizm” olarak da bilinen bu modelde dinî sembollerin kamusal alanda da var olmasına karşı çıkılmayan bir dinî görüş benimsenmiştir. Sekülerlik her iki alanda da geçerli olmakta ve bu görüş laikliğin sadece kamusal alanda geçerli olduğunu reddeden bir görüştür. Ancak böyle olmakla birlikte, uygulamalar göstermektedir ki, ibadet ritüellerini yapmaya elyaf seküler cemaatler gün geçtikçe azalmakta, cemaatsizlik sorunuyla karşı karşıya bulunmakta oldukları da görülmektedir. Avrupa’nın ortasında kiliseler, hatta katedraller bile başkaca dinî etkinlikler örneğin başta Hazreti Muhammet’in Kutlu Doğum haftasında Müslümanlara tahsis edilebildiği gibi, bu ibadethaneler evlenme, sosyal içerikli diğer toplumsal etkinlikler için de kullanılmakta hatta lokanta bile yapılabilmektedir. Bu nedenle sekülerlik’e samimi inananlar açısından bakıldığında ise, “dinîn toplumsal hayattaki öneminin azalması ve dindarlığın zayıflaması” tezahürüyle de karşımıza çıkmaktadır. Öte yandan sekülerlik’e hukuksal açıdan bakıldığında ise; sekülerlik teriminin hukuk literatüründe özellikle aile, miras ve vakıflar yasaları açısından da kullanılması tartışmalı hale gelmektedir.
11 Eylül Sonrası Dünyada Laiklik Tartışmaları
III. Milenyumla iş başına gelen 20 Ocak 2001 tarihinden 2009’a kadar ABD’yi sekiz yıl boyunca yöneten Evangelist George W. Bush’un din işlerine fazla yakınlığıyla tanınan bir siyasetçi olmuştur. Başkan Bush, henüz Teksas Valiliği günlerinde, 10 Haziran tarihini “İsa günü” ilan ederek din özgürlüğüne aykırı hareket etmekle suçlanmıştır. Bush, Pazar günleri kilise ziyaretlerini gelenekselleştirmiş, kiliselerde dev haç sembollerinin önünde konuşmalar yapması ile belleklere kazınmıştır. Özellikle 11 Eylül saldırılarının ardından hem de Washington D.C.’deki bir camide bundan sonra verilen savaşı “Haçlı Seferi” olarak nitelendirmesi ve Irak’a savaş açtığında, savaş kararını Tanrı ile konuşması sırasında aldığını televizyonlara verdiği röportajda söylemekten çekinmemesi, kuruluşundan bu yana sekülarist temelli ABD’yi bile oldukça şaşırtmıştır.
ABD’de Başkan Bush ile başlayan laiklik tartışmaları Obama’yla da devam etmiştir. Başkan Obama’nın işbaşına gelmesiyle Beyaz Saray sekülerlikten çok büyük ölçüde laik bir görüntü çizmeye başlamıştır. Obama’nın tüm semavi dinlere eşit mesafede durma çabası henüz görevinin ilk günlerinden belli olmuş, her hafta Pazar günleri gerçekleştirilen kilise ziyaretlerine son verilmiştir. Obama sadece Paskalya Bayramı nedeniyle kiliseye gitmiş, Beyaz Saray’da bir Musevi dini kutlaması “Pesah” gerçekleştirilmiştir. Obama’nın, Türkiye ziyaretinde bir ilk yaşanmış, kiliseye gidilmeden Sultanahmet Cami’ine giden Başkan Obama kendi ülkesinden gelecek tepkilere de kulak tıkamasını bilmiştir. ABD’de laiklik tartışmalarını körükleyen asıl olay yine Türkiye’de gerçekleşmiştir. Obama’nın Türkiye ziyaretinde Ankara’da, Cumhurbaşkanı Abdullah Gül ile birlikte düzenlediği basın toplantısında kullandığı bazı ifadeler, ABD’deki laiklik tartışmasının itici gücünü oluşturmuştur. Obama bu basın toplantısında, “ABD’nin en büyük güçlerinden biri, kendisini Hıristiyan bir ulus yâ da Yahudi bir ulus veya Müslüman bir ulus olarak görmemesidir. Biz kendimizi aynı idealler ve değerler etrafında birleşmiş bir vatandaşlar topluluğu olarak görüyoruz. Modern Türkiye’nin de benzer ilkeler çerçevesinde kurulduğunu düşünüyorum” demiştir.
Bu önemli basın açıklamasının hemen ardından ilk tepki Bush’un Beyaz Saraydaki eski Siyasi Danışmanı Karl Rove’dan gelmiştir. Rove, Obama’nın laik çıkışını sert bir dille eleştirerek, yeni başkanı geçen yüzyıl başında Türkiye’de başlayan laik hareketin heyecanına kapılmakla suçlamıştır. Rove, Obama’nın, “ABD’nin laik bir ülke olduğunu” iddia ettiğini, ancak bunun yanlış olduğunu, zımnen ABD’nin seküler bir ülke olduğunu söyleyerek, aşağıdaki betimlemelerde bulunmuştur:
“Obama, geçen yüzyıl (XX.yy) başında Türkiye’de başlayan o laik hareketle kendisini özdeşleştiriyor. Türkiye ile Amerika’yı denk tutarak bu milletin realitesini inkâr ediyor. Türkiye, kamusal alanda dinin rolüne karşı belirli bir tavır benimseyen bir ülkedir. ABD’nin tavrı farklıdır. Biliyorsunuz, bizim tarihimizde dinin kamusal alanda kuvvetli bir varlığı olmuştur. Bu gerçeği inkâr etmek bence çok tuhaftır.”
Kuşkusuz, Bush’un Beyaz Saray eski Siyasi Danışmanı Karl Rove dinin kamusal alanda kuvvetli varlığının altını çizerek “Seküler ABD”’yi son derece açık bir biçimde ifade etmiştir. Cumhuriyetçi Rove’un sert çıkışına karşı Demokratların da, tepkisi gecikmemiş, Rove’un dinci kimliğini gizleyerek bu açıklamayı yapmasını ikiyüzlülük olarak nitelendirmişlerdir.
Türkiye’de başlayan ABD’nin laiklik tartışmaları sonrası, Obama’nın isteği doğrultusunda Washington D.C. deki Georgetown Üniversitesi’nde yapmış olduğu konuşma sırasında Hz. İsa`nın adının yazılı olduğu panoyu ve haç sembolünü bir örtü ile kapattırması ABD’deki “sekülerlik / laiklik” tartışmalarına yeni bir boyut kazandırmıştır.[6] Üniversite yönetimi, Başkan Obama’yı Georgetown’ın Hıristiyan mirasına saygısızlıkla suçlamış, Katolik dernekler de yapılanı büyük bir saygısızlık örneği olarak değerlendirerek olaya büyük bir infial göstermişlerdir.
Uluslararası Said-i Nursi Sempozyumları ile tanınan Georgetown Üniversitesi, ABD’nin en ünlü üniversitelerinden biri olmasının yanı sıra Katolik rahipler tarafından kurulan bir eğitim kurumu olarak da bilinmektedir. 1789 yılında Katolik Cizvit rahiplerinin kurduğu okulda Hz. İsa sembollerinin ve haçın kapatılması bu nedenle daha da dikkat çekici hale gelmiştir.
Ülkede laiklik tartışmalarının canlanmasına neden olan konuşmanın Fethullah Gülen’i “Barış Yapıcı Adam” kimliğiyle tüm dünyaya lanse eden Georgetown Üniversitesi’nde gerçekleşmesi laiklik tartışmalarını da ayrıca anlamlı hale getirmektedir.
Kemalist Düşünce Sistemi Laiklik Modeli
Yukarıda da özetlendiği gibi kısaca, “laicus” kelimesi, ruhban, din adamları (clergé) sınıfına ait olmayan demektir. Bu sözcük dilimize ilk defa meşrutiyet yıllarında girmiş ve “lâdinî ” olarak Türkçeye tercüme edilmiştir. Ziya Gökalp’in Lâdinî, Ahmet İzzet Paşa’nın La-Ruhbanî ve Ubeydullah Efendi’nin “İş Hükümeti” deyişleri ile ifade olunmaya çalışılan laiklik kavramı Cumhuriyetin ilk yıllarında “laisizm” olarak kullanılmış, bu terim daha sonra yerini tümüyle laiklik sözcüğüne bırakmıştır. Ancak Laiklik sözcüğü Arapça “La” “–siz,sız, hayır” denilmesinden hareketle, “dinsizlik” anlamına da gelmemektedir. Ancak cumhuriyet devrimleriyle yaygın bir biçimde kullanılmaya başlayan “laik” sözcüğüne, karşı ekonomik özerkliğini yitiren ulema tarafından üretilen hem de “demokrat” kelimesiyle birleştirilerek, “laik demokrat kâfirler” ve cumhuriyet rejimine “kitapsız rejim”dir, denilmek suretiyle toplum Laik-anti laik biçiminde kutuplaştırılmaya çalışılmıştır. Bu bakış açısı maalesef Yeni Türk Devletinin siyasi yaşamında oy avcısı siyasetçiler tarafından devamlı istismar edildiği gibi günümüzde de istismar edilmeye devam edilmektedir.
Arapça’dan Osmanlıca’ya ithal edilen “Ladinî” sözcüğü Ferit Devellioğlu’nun Osmanlıca-Türkçe Sözlüğüne göre “dindışı”,”dünyevi” anlamına gelmektedir. Daha doğru bir ifadeyle “Ruhban, Din Adamları sınıfı” ile “uhreviyat”, “uhrevilik” dışında kalmak anlamındadır. Büyük harflerle ifade edilmesi gereken bir diğer husus da Türkçede kullanılan “lâiklik” teriminin Fransızca, “laicisme”in karşılığı değil, “laicité”nin karşılığı olduğudur. Laicisme, “kurumlara dinsel olmayan bir nitelik vermeyi amaçlayan öğreti” anlamında jakobenist (tepeden inmeci)‘liktir. Ayrıca, Laicisme, “lâiklik” değil, “laikçilik”tir, daha çarpıcı bir ifadeyle laikçiliğin aktivistliğini, goygoyculuğunu ve eylemciliğini yapmak demektir. Ayrıca, “Uhreviyat”a, İlahiyat’a kesinlikle izin vermemek demektir.
Fransızca “laicité”nin karşılığı olarak laiklik; her şeyi din kurallarına göre açıklamaya çalışan insan aklını reddeden dogmatik skolastik düşüncenin yerini aklın, çağdaşlığın ve bilimin; dinsel bir zümrenin tekelindeki devlet düzeninin yerine halk egemenliğine dayanan demokratik bir yönetimin alması demektir. Yeni Türk Devletinin kuruluş ilkeleri bir devrim sürecini takip ederken, laiklik süreci bir evrimsel süreci takip etmiş, tüm halk katmanlarında kabul görmüştür.
Kabul edilen ilk 1876 Osmanlı-Türk Anayasası (Kanun-u Esâsî)’nın 11. maddesindeki “Devletin dini, din-i İslâmdır.” teokratik niteliği 1921 ve 1924 Anayasa (Teşkilât-ı Esâsî)‘ sında da yer almıştır. 1 Kasım 1922 tarihinde saltanatın kaldırılmasıyla hızlanan devletin laikleşme süreci 3 Mart 1924 tarihinde 431 sayılı Hilafetin Kaldırılması kanunuyla evrimsel bir sürece girmiştir.
Bir başka ifadeyle Türkiye Cumhuriyetini laikleştiren 3 Mart 1924 tarihinde kabul edilen 429, 430 ve 431 numaralı yasalarının en can alıcı ortak noktası kışlanın, caminin ve okulun siyaset dışına çekilmesi ve politikanın dışında tutulması olmuştur. Bir başka deyişle, bu hareket Osmanlı Devletinin bekasında onulmaz yaralar açan deyim yerindeyse kışlada, camide ve okulda siyaset yapılmasının önüne set çekilmesi hareketi olarak Türkiye Cumhuriyeti tarihinde önemli bir kilometre taşı olarak yer almıştır. Bu nedenle belki de bir laiklik üçlemesi olarak, 3 Mart 1924 tarihinde çıkarılan Türkiye Cumhuriyetin laikleştiren yasalardan birincisi; 429 Sayılı: Şer’iye ve Evkaf ve Erkânı Harbiye-i Umumiye Vekâletlerinin İlgasına Dair Kanunu’dur. Bu yasa ile birer siyasi makam olarak cami ve kışla devlet çatısı altına alınarak bugünkü Diyanet İşleri Başkanlığı, Vakıflar Genel Müdürlüğü ile Genelkurmay Başkanlığı’nın ilk temeli de atılmıştır. Bu kanunla; Şeriye ve Evkaf Vekâleti (Bakanlığı) kaldırılmış, din işleri ile devlet işlerinde birbirinden ayrıştırılarak cami siyasetin dışına alınmıştır. Şer’iye ve Evkaf Vekâletinin kaldırılması ile buradan mekteplere ve medreselere ayrılan vakıflara ait kaynaklar, ulusal eğitim bütçesine geçirilmiştir. Bir bakıma bu yasayla dinin ekonomiden de elinin çekilmesi amaçlanmıştır. Daha doğru ifadeyle dünyevileştirilmiş olan din olgusu gerçek yerine uhreviliğe ve ilahiyat alanına yeniden kazandırılmıştır.
Bir riyaset olarak Bakanlar Kurulu çatısı altında bulunan, bir bakanlık olarak yapılandırılan Genelkurmay Başkanlığı da “siyasal yönetim” den ayrılması kabul edilmiş, devlet çatısı altında siyaset dışılığa kavuşturulmuştur. Bu önemli yapısal süreç de Türkiye Cumhuriyetini laikleştiren yasaların eseridir.
430 Sayılı: Tevhidi Tedrisat Kanunu’yla da okul siyasetin dışına alınmıştır. Bir başka deyişle eğitim kurumlarına, ağırlıklı olarak ulusal bir nitelik kazandırıldığı gibi, siyasetin dışına alınması da bu şekilde gerçekleştirilmiştir. Birbirine kapalı zıt üç yaşam tarzını hedefleyen, üç ayrı kanaldaki eğitsel faaliyet içerisinde “birbiri ile devamlı çatışma halinde bulunan insan” tek bir modelde birleştirilerek, cumhuriyetin bekası ve geleceği garanti altına alınmıştır. Bu yasa ile üç ayrı eğitim sistemi birleştirilmiş, çağın gerisinde bulunan birinci kanaldakiler kapatılmış, ikinciler geliştirilmiş, üçüncüler ise Milli Eğitim Bakanlığının denetim ve gözetimine alınmıştır. “Öğretimin Birleştirilmesi” anlamına gelen bu yasayla Özel Vakıflarca yönetilen tüm medrese ve mektepler Eğitim Bakanlığına bağlanmıştır.
30 Kasım 1925 tarihinde 677 sayılı Tekke ve Zaviyelerle Türbelerin Seddine ve Türbedarlıklar ile Bir Takım Unvanların Men ve İlgasına Dair kanunun kabul edilmesiyle Türkiye Cumhuriyetinin laikleşmesi yolunda önemli büyük bir adım daha atılmıştır. Tekke, zaviye ve türbelerin kapatılması yanında tüm tarikatlarla şeyhlik, dervişlik, müritlik, dedelik, seyitlik, çelebilik, babalık, emirlik, nakiplik, halifelik, falcılık, büyücülük, üfürükçülük ve gayıptan haber vermek ve murada kavuşturmak maksadıyla nüshacılık gibi unvan ve sanların kullanılmasıyla bu unvan ve sanlara ait sözde uhrevî hizmetlerin ifası da yasaklanmıştır. Bu bağlamda aklın ve bilimin yolunda ilerlemeyi ilke edinen Cumhuriyetin genç yönetici kadroları, kazanılan başarıları mucizelere bağlayan mistik anlayışları şiddetle reddetmişlerdir. Örneğin Başkomutan Mustafa Kemal’in, 30 Ağustos 1922 Zaferinden sonra bir hoca efendinin, zaferin Veli’nin kerametiyle kazanıldığı inancıyla kendisini Hacı Bayram-ı Veli türbesini ziyarete davet etmesine “hayır” yanıtını vermesi, zaferin sırrının da; Türk komutanların komuta etmesine, Türk askerinin savaşmayı bilmesine ve becerisine dayandığını “ulema-yı kirâm”a iletmesi bu anlayışın temelini oluşturmuştur.
Benzer şekilde Fatih Sultan Mehmet’in İstanbul’un fethinden sonra kendisini Ayasofya önünde karşılayarak “Allah’a şükür duamız bereketiyle fetih müyesser oldu’’ diyen mollalara kılıcını göstererek “Hoca Efendiler, bunun hakkını da unutmayın’’ sözleri aynı anlayışın yansımasıdır.
1926 yılında Medeni Kanunun kabul edilme süreci yaşanılırken, Genç Türkiye Cumhuriyeti Mekke’de toplanacak bir İslam Kongresine çağrılmıştır. Cumhurbaşkanı Mustafa Kemal kongreye katılmak üzere görevlendirdiği milletvekili Edip Servet (Tör) Bey’e aşağıdaki direktifi vermiştir:
“Müslüman milletleri medenileşmekten alıkoyan batıl itikatları yıkmak üzere Mekke’ye şapkayla gideceksin. Kara taassup seni parçalamaya bile kalksa başını vereceksin, fakat eğilmeyeceksin’’
Büyük devrimci Mustafa Kemal başlık ve kıyafet değiştirmeyi din değiştirmek sanan gerici bir toplumun, hiçbir zaman gerilik ve kölelikten kurtulamayacağının bilincinde hep olmuştur. Edip Servet Bey Mekke’ye şapkayla gitmiş, kongrede herhangi bir sorun çıkmadığı gibi, büyük bir ilgi ve itibar da görmüştür.
Yine 1926’da yürürlüğe giren Medeni Kanun ile hukuk alanında da laiklik ilkesi geçerli kılınmakla kalınmamış, lise ders programlarından Arapça ve Farsça dersleri de kaldırılmıştır.
1928’de çıkarılan yeni bir yasayla anayasanın ikinci maddesinde yer alan “Türk Devleti’nin dini, İslam dinidir” cümlesi çıkarılmış ve Türkiye Cumhuriyeti tam anlamıyla laik bir yapıya kavuşturulmuştur. Mustafa Kemal Atatürk 1930 yılında bir söylevinde “Laiklik asla dinsizlik olmadığı gibi, sahte dindarlık ve büyücülükle savaşma kapısı açtığı için, gerçek dindarlığın gelişmesi olanağını da sağlamıştır. Laikliği dinsizlikle karıştırmak isteyenler, ilerleme ve canlılığın düşmanları ile gözlerinden perde kalkmamış doğu kavimlerinin fanatiklerinden başkası olamaz.” diyerek, din istismarcılarını din oyunu aktörleri olarak nitelendirmiş, insanlıkta din duygularının bilim ve tekniğin ışıklarıyla dupduru ve mükemmel oluncaya kadar din oyunu aktörlerine rastlanılmasını kaçınılmaz görmüştür.
Devinim ve devingenlik bağlamında ise, Laiklik ilkesi, yeni kurulan Türkiye Cumhuriyetinin tek partisi olan Cumhuriyet Halk Partisi’nin programında altı okla simgelenen ilkelerden biri olarak 1931’de yer almıştır.
Bu dönemde zorunlu din derslerinin kabul edilmeyişi 14 Mayıs 1931 tarihli CHP Kongresinde parti programına ilave olunan ek maddede, “Din telakkisi vicdan işi olduğundan fırka din fikirlerini devlet ve dünya işlerinden ve siyasetten ayrı tutmayı milletimizin muasır telakkisinde başlıca muvaffakiyet olarak görür.” biçiminde ifade olunmuş ve din dersleri 1933’te okul programlarından çıkarılmıştır. Ancak üzülerek ifade etmek gerekir ki, 1946 seçimlerinde DP’nin dini tekrardan siyasi arenaya çıkarmasının CHP’deki bir aksülameli olarak 1949’da ilköğretime “seçmeli ders” olarak yeniden konulmuştur. Ayrıca 10 Haziran 1949 tarihinde 677 sayılı yasada yapılan değişiklikle “Türk büyüklerine ait olanlarla, büyük sanat değeri bulunan” bir kısım türbeler CHP iktidarı döneminde tekrardan açılmıştır. 1950 yılında DP’nin iktidara gelmesiyle başlayan laiklikten ödün verilme süreci kapsamında, Arapça ezan yasağının kaldırılması, okullara din derslerinin konulması, İmam-Hatip okullarının açılması, radyoda dinsel programlara ağırlık verilmesi şeklinde başlayan ve giderek laiklikten ödün vermek politikasına dönüşmüştür. DP iktidarı, 10 Kasım 1953 tarihinde 15 yıldır katafalkta bekletilen Mustafa Kemal Atatürk’ün naaşını inşasını tamamladığı Anıtkabir’e taşımayı başarmış, ancak son derece ilginç bir gelişme ile de 8 Temmuz 1953 tarihinde Millet Partisi’ni, “dini siyasete alet etmek ve ara bozucu faaliyetlere girişmekten dolayı” kapatma kararı almıştır.
Din Dersleri 1956’da ortaöğretim programlarına “seçmeli ders” olarak yeniden konulmuştur. 1950 yılında toplam sayısı 487’yi bulan Halkevleri ve 4.327’ye ulaşmış bulunan Halk Odası ile 4.890 kitaplık yine bu devre içerisinde kapatılmıştır. Bu kurumların mal varlıkları da, hazineye devredilmiştir. DP iktidarı, CHP’nin kurduğu ve kısa sürede geliştirdiği aydınlanma düşüncesini kırsal kesime götürmeyi başaran, ancak çok partili döneme geçildikten sonra, yine CHP tarafından temel nitelikleri değiştirilen Köy Enstitüleri’ne de son darbeyi vurmuş, bu kurumlar, 27 Ocak 1954 tarihinde Köy Öğretmen Okulları ile birleştirilerek, ortadan kaldırılmıştır.
Bu şekilde dinin siyasete alet olunmasıyla başlayan süreç, din istismarcılığı, cumhuriyeti laikleştiren yasalar sonrası kaldırılan dini kurumsallaşma laikliğe karşı yapılaşmayı da hızlandırmıştır. Devletin kontrollünden uzak cemaatler ve tarikatlar eliyle ülke genelinde yasa dışı anti laik kurumsallaşma hem halk katmanlarında hem de yasa dışı dini kurumsallaşma da tekrardan ikili bir yapıyı körüklemiştir. İşte bu nedenle, 1980 askeri müdahale sonrası yapılan Din Dersleri tıpkı Fransız Laik modelinden esinlenilerek, devlet kontrolü altına alınmıştır. Bu cümleden olmak üzere Din Dersleri, 1982 Anayasasının 24. Maddesi ile ilk ve ortaöğrenim kurumlarında zorunlu dersler arasına girmiştir.
Halen yürürlükte bulunan Türk Silahlı Kuvvetlerinin 1980 askeri müdahalesi sonrası Türk hukukçuları tarafından yapılan ve 7 Kasım 1982 tarihinde Türk halkının yüzde 91.37 ‘evet’ (17.215.559 seçmen) oyuyla kabul edilen 177 maddeli, ama daha sonra gelen iktidarlar (silahsız kuvvetler) tarafından 113 maddesi, diğer bir deyişle yüzde 63.6’sı değiştirilmiş 1982 Anayasası söylenildiği gibi bir asker anayasası değil, kuşa çevrilmiş bir anayasadır. Türk Halkı ezici bir çoğunlukla bu özgün anayasaya evet demiştir, yoksa yüzde 8.63 ‘hayır’ (1.626.431 seçmen) diyenler dışında “Hayır diyelim. Hayırlısı olur İnşallah” dememiş ve tıpkı kendisinden önceki anayasalar gibi laiklik’i anayasanın içeriğine almıştır. İşte değiştirilemeyecek maddeler meyanında 1982 anayasamızda bile, laiklik “laikçilik“ (laicisme) anlamında kullanılmamış, “laicité” olarak Türk halkına dünyevi bir yaşam bahşetmiştir. Bizde kullanılan biçimiyle “laicité”, “sivil toplum ile dinsel toplumun birbirinden ayrılığı ilkesi”ni ifade etmek, samimi inanç sahiplerinin dinlerini hiçbir baskıya maruz kalmaksızın icra etmeleri biçiminde bağıtlanmıştır. Anımsayalım, 1982 TC Anayasasında “lâiklik” (Başlangıç, paragraf 5, m.136, 174), “lâik… devlet” (m.2), “lâik Cumhuriyet” (m.68, 81, 103) terimleri olarak yer almıştır.
Unutulmaması gerekmektedir ki, dünyevi bir yaşam tarzını benimsemek anlamında hukuk literatürüne alınan “Laiklik” sözcüğü, başın, miden ağrıdığında üfürükçü hoca’ya değil, onun yerine, bilim adamına, doktora gitmek demektir. Yılan, akrep soktuğunda “yılancı hoca” yerine en yakın dispansere gitmek demektir. İşte bu nedenle bu terim bilinçli bir şekilde Fransa’dan alınmıştır. Bidat, hurafe ve batıl inançlar dışında kalan “din adamları”nın özlük haklarını cemaatlerin merhametine, el açmasına meydan vermeyen bir kıta Avrupa’sı sistemi olduğu için Fransız Büyük İhtilalini yapan kadronun bilgi birikiminden istifade ile Fransa’dan alınmıştır. Diğer bir deyişle, Laiklik, İmamın, Papazın, Alevi dedesinin kendisi, çocuğu hastalandığında muayene ve tedavi giderlerinin, atandığında harcırah ve yol masraflarının devlet eliyle karşılanması demektir. Yani din adamlarının özlük hakları devlet güvencesi altına alınarak tarikat ve cemaat ileri gelenlerine, din adamlarının ellerinin açtırılmaması daha doğru bir ifadeyle tarikat ve cemaatlerin insafına bırakılmaması demektir. İşte bu nedenle doğal olarak Genç Türkiye Cumhuriyeti “laiklik” tabanında temellendirilmiş, zamanı gelince devrimsel tabanla uygulamaya sokulmuştur.
Şimdilik kamufle edilmeye çalışılan, din ve devlet işlerinin birbirinden ayrılması ve din adamlarının özlük haklarının cemaatlere verilmesi demek olan “sekülerlik” getirilmek istenilen sistemin adıdır. Yukarıda tüm yönleriyle izah edilen bir sistem olarak Sekülerlik ’e hukuksal açıdan bakıldığında, sekülerlik teriminin hukuk literatüründe kullanılması hem mevcut koşullarımıza, hem de Cumhuriyetin kazanımlarına uygun olmadığı açık seçik anlaşılmaktadır. Bir hukukçu siyasetçi olan TBMM Başkanı İsmail Kahraman’ın 25 Nisan 2016 tarihinde İstanbul Üniversitesi Rektörlük Doktora Salonunda İslam Ülkeleri Akademisyen ve Yazarlar Birliği tarafından “Yeni Türkiye Konferansları ve 6. Yeni Türkiye ve Yeni Anayasa” konulu konferansta yaptığı konuşmasında ifade etmeye çalıştığı yeni anayasamıza laiklik yerine “sekülerlik” kavramının ithal edilmesinden başka bir şey değildir. Sayın Kahraman yaptığı konuşmasında:
“Resmi tatiller, Kurban Bayramı, Ramazan Bayramı, din dersi zorunludur ve inanca dayalı bir yapısı vardır. Yani seküler değildir, dindar anayasadır. Laiklik tarifi de ona göre olmalıdır. Laiklik zaten yeni anayasada olmamalıdır. “
TBMM Başkanı hem de Cumhurbaşkanının vekili sıfatıyla, kuşa döndürülen anayasadaki bu çarpıklığı dile getirmiş, sekülerlik’i zımnen ve örtülü bir biçimde terennüm etmiştir. Doğrusunu söylemek gerekirse, yapılan işbirliği çerçevesinde heybesine almış olduğu turpun büyüğünün sadece ucunu göstermekle iktifa etmiştir. Yoksa yazılacak olan yeni anayasaya “İslamlığı ithal edelim” dememiştir, dinî güya kendine göre “gerçek sahibine tarikatlara, cemaatlere devredelim” şekliyle ifade etmeye çalışmıştır. Daha doğru bir ifadeyle heybedeki turpun büyüklüğünü şeklen ifade ederek, toplumun tüm katmanlarının tepkimesini ölçmek istemiştir.
SONUÇ
Başkan Obama’nın Türkiye ziyaretinde Laik Türkiye’yi, seküler temelli ABD’yle özdeşleştirmeye çalışmak istemesi, hemen ardından dünyada “Uluslararası Said-i Nursi Sempozyumları” ile tanınan ve ABD’nin kanatları altındaki FETÖ Lideri Fethullah Gülen’i küresel boyutta “Barış Yapıcı Adam” kimliğiyle tüm dünyaya lanse eden Georgetown Üniversitesi’nde kendi emri ile Hıristiyanlık sembollerinin üzerinin örttürmesi laik temelli bir Türkiye’nin doğru bir zeminde durduğunun yadsınamaz bir kanıtıdır.
Uhrevi açıdan bakıldığında Allah’la kul arasında mütedeyyin bir biçimde yaşanan din ve inanç olgusu ile dini özgürlüklerin teminatı hiç kuşkusuz Türkiye Cumhuriyetini laikleştiren yasalardır. Ancak, bireylerin dinlerinin olabileceği, devletlerin dinlerinin olmadığından hareketle devletin omurgasını teşkil edecek yeni anayasada belirli bir din yerine tüm dinî özgürlükleri teminat altına alacak laikliğe yer verilmesi hayati önem taşımaktadır. Getirilmeye çalışılan “sekülerlik” sistemi ise aslında dinî özgürlüklerin teminatı değil, bizatihi özgürlükleri tehdit eden ve sınırlandıran bir mekanizma olduğu düşünülmektedir. Unutulmamalıdır ki, adı ne şekilde ifade edilirse edilsin, değişik mahfillerde Türk Hukuk müktesebatına ithal edilmesi tartışılan sekülerliğin kendisinden ve getirisinden çok, bunu uygulamaya çalışacak zihniyete karşı toplumun göstereceği refleks, öğretici olduğu kadar düşündürücü olabileceği değerlendirilmektedir.
* Çağ Üniversitesi Uluslararası İlişkiler Bölümü Öğretim Üyesi; e-posta: [email protected]
[1] Bernard Lewis, Çev.:Mehmet Harmancı, Ortadoğu, Yeni binyıl yayınları, İstanbul, 1995, ss.105-106
[2] “1905 Laiklik Yasası Yüz Yaşında”, Cumhuriyet 10 Temmuz 2005
[3] The State shall not impose any disabilities or make any discrimination on the ground of religious profession, belief or status.
[4] Every religious denomination shall have the right to manage its own affairs, own, acquire and administer property, movable and immovable, and maintain institutions for religious or charitable purposes.
[5] Bülent Tanör, Osmanlı-Türk Anayasal Gelişmeleri, 5.B., İstanbul, Mart 2000, s.131
[6] Viktor Kuzu “Laiklik Tartışması, Yeniden!“,Şalom Gazetesi, 22 Nisan 2009