Muharrem DAYANÇ
Cevabında kaybolduğum sorular, eşiğinde kalakaldığım hayaller içindeyim.
Dışımda akan bir dünya, içimde buz tutmuş rüyalar. Ne dış âleme sözüm geçiyor ne içim laf dinliyor. Nereye gittiği belli olmayan bir koltuğa bırakılmış gibiyim. Beni rahatlatan tek seçenek, son durakta inecek olmam. Ara duraklar gerer beni. Hele ara durakta ineceği halde rahat rahat uyuyan insanlar yok mu, kıl olurum onlara. Bu ne rahatlık kardeşim. Teyakkuzda beklemeli insan.
…
Kasabalarda belediye hoparlörlerinden, köylerde cami minarelerinden yapılan anonsların (duyuruların) çekidüzen verdiği bir milletin çocuklarıyız biz, ilânlarını şehir meydanlarına, panolara asanlara inat. Sözden çok sesin hükmü geçer bu topraklarda. Uyarıcı olarak sese o kadar alışkınız ki her yerde onu ararız. “Yanınızdakilerle yüksek sesle konuşmayınız, diğer yolcuları rahatsız etmeyiniz.” Olur, başka isteğin var mı trenci başı.
…
Dördüncü kompartımanda rahatsızlanan biri için yapılan yardım anonsuyla gerçek dünyaya iniyorum bir süreliğine. Ön vagonlardan biri koşa koşa geçiyor yanımdan. Doktora benzetemiyorum bu cılız delikanlıyı. Bir daha dönmüyor, ne olduğunu merak ediyorum rahatsızlanan yolcunun. Ama sadece ediyorum. Sahi insan tren yolculuğunda niçin rahatsızlanır? Araba veya otobüs olsa kır direksiyonu en yakın sağlık ocağına gerekeni yap, ama ya trende?
…
Çocukluğumdan beri tren yolculuklarını niçin sevdiğim aydınlanıyor zihnimde. Aynı köyde, aynı kasabada yaşayanları aynı trende yolculuk yapan insanlara benzetiyorum. Aynı hayatı-kaderi hem paylaşan hem yaşayan insanlara.
İstese de rayların dışına çıkamaz tren. Raylara, istasyonlara mahkûm tren. Kendi yolunu bilir, oradan gider gelir tren.
Veya kuş uçmaz kervan geçmez, raylar pas tutar.
…
Adının hızlı olması aldatmasın sizi, sevdiğim vadiye gelince hızı eksilir trenin. Elli yıllık köy evlerinin kapısından geçersiniz ağır adımlarla. Gözleriniz kapıları açık evlerin içine doğru süzülüverir. Çardaklarda tek tük insan başları görürsünüz, patika yollarda hareket eden insan siluetleri. Sabahın bu kör kandilinde uyananlar, güne gözlerini açanlar hiç de az değil. Rüzgâra teslim olmuş incirlerin, şeftalilerin, eriklerin, kirazların, söğütlerin, kestanelerin neşesi içinize doluverir. Çok geçmeden Doğançay’ın başı kesik çınarları çekip gider bir gözleri sürmeli.
…
Bir, iki, üç, dört, beş diye saymaya başlıyorum evleri. Bu evler sabahın yedisinde kapısı dünyaya açılmış evler. Öyleydi, bizde de öyleydi. Sağlığında babaannem, onu cennete uçurduktan sonra annem, sabah namazından sonra evimizin kapısını sonuna kadar açarlardı. Biz, dokuz’lara, on’lara kadar uyumak isteyen genç hane halkı kızardık bu duruma. Rızık sabahtan dağıtılır, derdi babam, sabahı kaçırırsak gün bir daha yüzümüze gülmez. Sitemlerimiz, yılların eskitemediği bu geleneğe söz geçiremezdi.
Biz, kendi odamızda uyumaya çabalarken sabahın o saatinde gelen giden eksik olmazdı hane-i saadetimizden. Bazen “ben geldim” anlamına gelen kapı tıklatışlarından tanırdık bu erkenci misafirleri, bazen yürüyüşlerinden, bazen konuşmalarından, bazen seslerinden. Kolay kolay yanılmazdık. Öylesine bilirdik onları.
Sabahla birlikte evin cümle kapısının açılmaması en büyük ayıptı köyde. Anneme göre böyle evler ölü evine benzerdiler. Yerin ve göğün küstüğü evlerdi bunlar. Şehirdeki çoğu evler gibi yani.
…
Evler bittikten, Sakarya Nehri’nin karşısındaki köy mezarlığını bir fâtihayla uğurladıktan sonra bu açık kapı meselesi bir süre daha kafamda dolandı durdu. Az şiire az şarkıya konu olmamıştı açık bıraktığımız kapılar.
Ev kapısından gönül kapısına doğru yürüdü gitti tren.
Hızlanmaya başladı Sapanca’dan sonra.
Yeşille mavinin kavuşması uzun sürmedi.
…
Vagondaki gürültü son durağa geldiğimizi haber veriyordu.
Evler büyüdü/yükseldi yollar daraldı, insanlar kalabalıklaştı daha sonra.