Esat ARSLAN
Dünya bir yandan yeni sanayi devrimi olarak nitelendirilen “Yapay Zekâ ve Bilgi Çağı”nın tüm olanaklarını kullanırken, diğer yandan bütünüyle korkunç bir dezenformasyonun da kurbanı olmakta ve âdeta kirletilmiş proaktif [1](preventive maintenance)bilgi okyanusunda yolunu bulmakta oldukça güçlük çekmektedir. Günümüz teknoloji dünyasında kitle iletişim araçlarını algı yönetiminde etkin bir biçimde kullanan dünyanın gidişatını ve dünya kamuoyunun eğilimini belirlemede başrolü oynamaktadır. Diğer bir ifadeyle, kitle iletişim araçlarının neredeyse tümü kullanılmak suretiyle “Mega Güç” ABD’nin biçimlendirdiği dünyanın bir kısmı, büyük bir illüzyonistik ve yanılsama gösterisine tanıklık etmektedir. Sâdece tanıklık mı etmektedir? Kuşkusuz, hayır… Bazen algı operasyonunun hedefi olan bu tür ülkeler kendilerinin de fark etmedikleri ama içerisinde bulundukları bir sanal dünyanın, dayatılan ve üretilen bir senaryosunun güdülenen aktörlerini de oluşturmaktadırlar. Zaman zaman içlerinden bazılarının kapalı kapılar arkasında senaryolaştırılan oyun içerisinde verilen rolü tiratlaştırarak oynamaları de istenmektedir. Onlar da itaatkâr hizmetkârlar (obedient servants)gibi kendilerine verilen rollerini eksiksiz yerine getirmektedirler. Kısacası, dünya kamuoyunun gözünden bir şeyler kaçırılmakta ya da gözü önceden kararlaştırılan ve istenilen şekle boyanmaktadır. Ancak en ince toplum mühendislik projelerini eyleme geçirenler bir başka ifadeyle gözleri boyayanlar, bu konuda öylesine mahirleşmişlerdir ki, gözleri boyananlar bunların kendi sinerjileriyle oluştuğuna güçlü bir biçimde inandırılmışlardır. Ve o kadar ki, onlar, bu farkındalığı kendilerinin yaptıklarına öylesine inandırılmışlardır ki, bir yerden bir yerlere savrulduklarında bile kendi sinerjilerini bile kutsar hale gelmişlerdir.
Bugün dünya kamuoyuna gösterilmeye çalışılan, ABD’nin kızgın kovboy edasıyla evvelce Saddam’a uygulandığı şekilde sezgiyle “Olmayana Ergi Metodu” uygulanan Tahran’ın nükleer enerji araştırmalarının yol açtığı ABD ile İran arasındaki ihtilâf ve bu sorunun yol açacağı bölgesel savaş ve/veya 3. Dünya Savaşı senaryolarıdır. Başkan Obama’nın Ulusal Güvenlik Stratejisi’ni, bu kapsamda İran’la varılan nükleer anlaşmayı bir kez daha eleştiren Trump, Kuzey Kore tehdidinin göz ardı edildiğini de Ulusal Güvenlik Stratejisi tanıtım toplantısında bir kez daha söylemiştir. Bu senaryoların ayırıcı özelliklerinden en önemlisi, bütün bu gelişmelerin dünyanın da geleceğini ilgilendiren bir nitelik taşımakta oluşudur. Kendilerine enjekte edilen şekliyle ortaya çıkacak krizden en çok Rusya ve Çin gibi güçlerle ABD’nin iç kamuoyunun etkileneceği düşünülmekte ve onlardan dünyayı biçimlendirecek rolleri oynamaları istenmektedir. Kuşkusuz bu tasarımın biçimlendirilmesinde nâzım rolü çokuluslu şirketler oynamaktadır. Burada dikkat çeken şey, söz konusu tasarımın, dünya kitle iletişim kartellerini elinde bulunduran medyanın imkânlarıyla yaratılmış olmasıdır. Dünya medya devleri bugün kartelleşme seviyesine ulaşmış durumdadır. Hatta daha da ileri giderek şunu söyleyebiliriz ki, kendilerini “medya imparatoru” ilân edecek seviyeye kadar ulaşmışlardır. Örneğin dünyanın belki de en güçlü medya devlerinden sâdece birisi olan The Wall Street’in sahibi Yahudi kökenli Rupert Murdoch’tur. Ancak unutmayalım, İstanbul’u 29 Mayıs 1453’de fetheden Fatih Sultan Mehmet’in kent içerisinde gördüğü de bundan farklı bir şey değildi. Medyanın ilk prototip örneği olan İstanbul’daki matbaayı çalıştıran da Yahudiler olmuştur. XV. yüzyıldan itibaren Doğu Roma İmparatorluğu’nun başkentinde basın faaliyetlerini elinde tutan Yahudiler gibi, günümüzde de hemen hemen tüm medya devleri Yahudiler ’den oluşmakta veya büyük medya kuruluşları onlar tarafından kontrol edilmektedir.
ABD Başkanı Trump’ın ilk Ulusal Güvenlik Strateji Belgesinin Düşündürdükleri
ABD Başkanı Donald J Trump’ın merakla beklenen ilk Ulusal Güvenlik Strateji Belgesi (National Security Strategy of the United States of America) 18 Aralık 2017 tarihinde açıklanmıştır. Başkan Trump 56 sayfalık Ulusal Güvenlik Stratejisi Belgesi’ni siyasi programının başat ilkesi “Önce Amerika” vizyonu üzerine oluşturmuştur. Trump’un bu ilk dünyaya meydan okuma belgesinde dört öncelik, “Amerikan Halkı, Anayurdu ve Amerikan Yaşam Biçiminin Korunması”, “Amerikan Refahının Artırılması”, “Güç Kullanarak Barışın Tesisi” ve “Amerikan Nüfuzunun Geliştirilmesi” olarak sıralanabilir. Belgeye bütünüyle bakıldığında Trump’ın çizgisinin “Soğuk Savaş” dönemine dönüşü gösteren birçok ipucu barındırmakta olduğu görülmektedir. Türkiye’ye doğrudan tek bir sözcük ile atıf yapılmazken, Trump yönetiminin Ankara ile ilişkilerini etkilemede ağırlıklı olarak Ortadoğu başlığı altında yer almıştır. Yıllardır Ankara’nın fazlasıyla tepkisini çeken ve önceki Başkan Obama’nın kullanmayı reddettiği tüm İslam âlemini hedef alan ‘Radikal İslamcı Terör’ anlayışı Trump ile birlikte “Ulusal Güvenlik Belgesi”’nde yer almaktadır. İslam Dünyası bakımından bu önemli bir ayırıcı özelliktir. Belgede “Cihatçı Terör Örgütleri Ulusumuza Yönelik En Büyük Terör Tehdididir” ifadesi ile de üstü kapalı bir biçimde İslam’ın “Dar-ül İslam ve Dar-ül Harp” anlayışı açıkça reddedilmektedir. Yeni öteki olarak İran ve İran destekli yasadışı Lübnan Hizbullah’ı belgede açık bir biçimde yer almaktadır. Dünyanın en önde gelen terör devleti olarak ortakları ve uzantıları sayesinde etkisini genişletmek için istikrarsızlık ortamından yararlanan İran’ın 2015’teki nükleer anlaşmadan bugüne, daha yetkin balistik füzeler geliştirmeyi sürdürdüğü de belirtilmektedir. İran bölgede şiddet döngüsünü sürekli hale getirecek eylemlerine devam ettiği de yeni öteki İran’a karşı müttefikler ve ortaklar işbirliğine davet edilmektedir.
Belgede ayrıca, ABD’nin Ortadoğu’daki çıkarlarına uygun güç dengesinin sağlanması kapsamında Suudi Arabistan ve Mısır’a isim verilerek atıf yapıldığı da dikkatli gözlerden kaçmamıştır. Trump’ın bu ilk Ulusal Güvenlik Strateji Belgesi’nde “Önce Amerika” başlıklı meydan okumasının dikkat çekici dört ayağı birebir aşağıdaki şekilde ifade edilmektedir:
“Birincisi, temel sorumluluğumuz, Amerikan halkını, vatanını ve Amerikan yaşam biçimini korumaktır. Sınırlarımızın denetimini güçlendirmekle kalmayıp, göçmenlik sistemimizi yeniden düzenleyeceğiz. Kaygı veren altyapımızı tehlikelere karşı denetimi altında bulunduracağız ve kötü niyetli siber aktörlerin peşini bırakmayacağız. Katmanlı Füze Savunma Sistemi, vatanımızı füze saldırılarına karşı savunacaktır. Ve cihatçı teröristlerin sınırlarımıza gelmeden durdurulması için kaynaklarında yapabilecekleri tehditleri yerinde izleyeceğiz. ”[2]
“İkincisi, Amerikan refahını ileriye götüreceğiz. Amerikan ekonomisini, Amerikan işçilerinin ve şirketlerin yararına gençleştireceğiz. Ticari dengesizlikleri gidermek için adil ve karşılıklı ekonomik ilişkiler üzerinde ısrarcı olacağız. Amerika Birleşik Devletleri araştırma ve teknolojideki liderliğimizi muhafaza etmeli ve ekonomimizi, araştırma ve geliştirme mülkiyetimize haksız bir şekilde sahip olan rakiplerden korumalıdır. Ve de bol miktarda enerji kaynağının açığa çıkması ekonomimizi harekete geçirdiğinden Amerika’nın enerji egemenliğini benimseyeceğiz.”[3]
“Üçüncüsü, ordumuzu yeniden güçlendirerek, üstünlüğümüzü korumak, düşmanlarımızı caydırmak suretiyle güç kullanarak barışı koruyacağız ve gerekirse savaşabilmeye ve kazanabilmeye muktediriz. Dünyanın tüm bölgelerinin tek bir güç tarafından egemen olmamasını sağlamak için ulusal gücün tüm araçlarıyla rekabet edeceğiz. “Uzay ve Siberuzay” da dâhil olmak üzere Amerika’nın yeteneklerini güçlendireceğiz ve ihmal edilmiş diğer yeteneklerini de canlandıracağız. Müttefikler ve ortaklar bizim güçlerimizi abartıyorlar. Ortak tehditlere karşı korunmak için sorumluluk yükünün adil bir paya sahip olmasını umut ediyoruz.“[4]
Bu ilke bağlamında diğer ülkeler için ABD’nin yapmış olduğu fedakârlık belirtilmekte, bundan sonra diğer müttefik ve ortakların bütçelerinin yapımındaki mali önceliklerin bile aşağıdaki şekilde betimlenmesi istenilmektedir:
“ABD kendi savunma sorumluluklarını yerine getirmektedir ve müttefik ve ortaklarımızdan da aynısının yapılmasını beklemekteyiz. Avrupalı müttefiklerimizden 2024 yılına kadar, savunma harcamalarını yurtiçi gayri safi hasılasının yüzde 2’sine yükseltilmesini ve sağlanacak bu desteğin yüzde 20’sini de askeri yeteneklerin arttırılmasına ayrılmasını ümit etmekteyiz.” [5]
ABD Yönetimi burada şimdiye kadar savunma bağlamında müttefik ve ortakların taşın altına elini koymadığını ve caydırmaya yönelik bu korumanın sadece ABD fedakârlığı ile yerine getirildiğinden sitem ederek, bundan sonra ortaya bir kaynak konulmadan yerine getirilemeyeceğini de veciz bir biçimde ortaya koymaktadır.
“Dördüncüsü, Amerikalı çıkarları destekleyecek ve değerlerimizi yansıtan bir dünya, Amerika’yı daha güvenli ve müreffeh kıldığından, Amerikan nüfuzunu yükselteceğiz. Amerikan çıkarları ve ilkeleri korunabilsin diye çok taraflı örgütler bağlamında karşıt olanlarla rekabet edip, yanımızda olanlara liderlik edeceğiz. Amerika’nın özgürlük, demokrasi ve hukukun üstünlüğü konusundaki kararlılığı, istibdat yönetimi altında yaşayan halklara ilham kaynağı olacaktır.”[6]
Trump’ın bu ilk Ulusal Güvenlik Strateji Belgesi’ndeki bizlere özgü “ Önce Vatan” seçeneğine benzer “Önce Amerika” başlıklı meydan okumasının üçüncü ayağı aşağıda belirtildiği gibi ilginç bir açılımı da göstermektedir:
“Başkan olduğum sürece, ulusumuzu savunan erkek ve kadın askerler gereksinim duydukları donanıma, bütçe kaynaklarına ve bütçe dışı fonlara sahip olacaklardır, onlar gerektiğinde, ülkemizi, güven altına almak, düşmanlarımıza çabuklukla ve kesinlikle cevap vermek, onlarla savaş etmek, onları alt etmek ve onlara karşı “daima daima daima” kazanmak zorundadırlar.
Evet, Sevgili Okurlar, Ortadoğu coğrafyası ABD’nin özgürlük, demokrasi ve hukukun üstünlüğü konusundaki açılımını acı, kan ve gözyaşı ile test etmiş ve nelere mal olduğunu çıplak gözlerle görmüş paramparça bir ülkeler manzumesi durumuna düşmüştür. Bırakın istibdat yönetimi altında yaşayan halklara ilham kaynağı olmasını, eski günleri fenerle arar hale gelmişlerdir. Bir diğer konu ise, şu ana kadar hiçbir resmi dokümanda görülmeyen şekilde, bir anlamda sokaktaki Amerikalının kelime dağarcığındaki sözcüklerin özenle seçilmiş olduğu ve de yukarıda görüldüğü gibi bir cümle içerisinde üç kez “daima”(always) sözcüğünün bile ABD’nin meydan okuyuşunun yeni bir simgesi olarak yer aldığı görülmüştür.
Güncel Öteki “İran”a Karşı Çok Katmanlı Politika
Dünyanın tüm medya kartellerini bünyesinde barındıran ve kamuoyunu birkaç tekelci medyanın güdümüne sokan ABD’nin, soğuk savaş sonrasında sürekli olarak bir “öteki” yaratma çabası içerisinde olduğu dikkatli gözlerden kaçmamaya devam etmektedir. Anımsayın, 2007’nin ilk aylarında vizyona giren “Sparta” filmi ile tüm dünyaya haklılığını anlatma çabasında olan ABD’nin bulduğu yeni öteki, diğer bir deyişle “aktüel öteki”, ‘İran’ yeni bir savaşın muhasımı olarak daha belirgin hale gelmektedir. Ancak İran, diğer ötekilerden farklı bir yapıdadır. İran bölgede Pers İmparatorluğu’ndan bu yana çok güçlü bürokrasisi olan bir devlettir. Bu güç, Trump’ın ve Amerikan Girişim Enstitüsü’nün (American Enterprise Institute) yeni muhafazakârlarınca (neo-cons) da tam olarak anlaşılmaktadır. Trump’ın kalemşörleri yeni Neo-con’lar tarafından biçimlendirilen bölgeye yönelik yaklaşım ve açılımlar ve harekette ön alma önlemleri bir yığın yanlışı da beraberinde getirmiştir. Neo-con’lar güçlü İran bürokrasisinin karşı açılımlarına boyun eğmek zorunda kalmışlardır ve hâlen de kalmaya devam etmektedirler. Bu yeni bir saptama değil, tarihi bir tespittir.
ABD’de de bu yanlış politikaları görenler yok değildir. İki Yahudi kökenli ABD eski Dışişleri Bakanı, neo-con’ların yanlışlarını su üzerine çıkartmışlar, neo-con’ları pek fazla eleştiriye tâbi tutmadan, başka bir deyişle suya sabuna çok dokunmadan bu “yanlışlar komedyası”nı özetlemişlerdir. Bunlardan ilki ancak bakanlığı sırasında dünyaevine girebilen ünlü eski Dışişleri Bakanı Henry Kissenger’dır. 31 Ağustos 2006 tarihinde Washington Post’ta “İran’la Atılacak Sonraki Adımlar: Görüşmeler Nükleer Tehditten Daha Geniş Meseleleri Kapsamalı” başlıklı bir makale kaleme alan Kissinger, İran’ın küresel dünyaya kabul edilmesinin önemine özenle değinmişti.[7] Arkasından 2007 yılının başında Bush ailesinin yakın dostu, hiçbir partiye kayıtlı olmayan, Irak Çalışma Grubu’nun (Iraq Study Group-ISG) Başkanı eski Dışişleri Bakanı James Baker, ABD’nin bölgesel olarak ve Irak’ta İran’ın yardımına ihtiyacı olduğunu ve İran’la görüşmelerin başlatılmasını önermişti. Kuşkusuz, bu öneri de Başkan Bush tarafından derhal reddedilmişti.
Aslında İran’ı onlar doğru okuyorlardı. İran’ın “Ortadoğu’daki Şiî Ekseni” açılımını iyi analiz etmişler ve içlerine sindirmişlerdi. İran’ın dünyaya armağan ettiği satrançta oldukça ileri hamleleri gören gerçekten iyi bir oyuncu olduğunu da görmüşlerdi. İran bu yeteneğiyle ABD’nin açılımlarını çok önceden görebildiği ve kriz yönetimini çok iyi yönetebildiği için, bu işten oldukça kârlı çıkmıştır ve çıkmaya devam etmektedir. İran ABD’ye karşı yeni OPEC’in sanal lideri pozisyonunu üstlenmiş, petro-doları kırma niyetiyle petro-euro’ya geçmeye çalışmıştır. Aslında her iki tarafın yapmak istediği de dünyaya devamlı savaşın eşiğinde olunduğu mesajını vermek, her an patlayabilir bir dünya imajını güçlendirmektir. Bu işten nasıl sebeplendikleri de ortadadır.
2007’nin ilk dört ayında, ABD önce Körfez’in en dar noktasına dev bir deniz muharebe grubu (huge naval battle group) göndermiştir. Müteakiben, İsrail’in Hindistan’da deniz üssü elde etmesinden sonra, ABD de aynı kulvarı paylaşmıştır. Dünyaya unutturulan ama dikkatli gözlerin ıskalamadığı gerçek ise, Hürmüz Boğazı’nın İran Donanması ve ABD Deniz Kuvvetleri tarafından birlikte denetlenmesiydi. Evet, İran ve ABD Hürmüz Boğazı’nı birlikte kontrol ettikleri gibi, Afganistan’da da birlikte çalışmaktadırlar. Diğer bir ifadeyle, Sünnî Taliban’a karşı birlikte hareket etmektedirler. Bu cümleden olmak üzere, Suriye’ye gittikten ve Şam’da devamlı oturmaya başladıktan sonra gözlemlediğimiz bir olayı burada nakletmek isteriz: Suriye üzerinden Türkiye ile konuştuğumuz bir gün, kendimizi bir anda İsrail santralleri içerisinde bulduk. Anlayabildiğimiz kadarıyla, kanlı bıçaklı Suriye ve İsrail iletişim hatlarını ortaklaşa kullanıyorlardı. Bunun adı “çok katmanlı politika” idi. Biraz da tarihi perspektif içerisinde kendimizi kullandırmamamız gerekmektedir. Aynanın arkasını görmeye odaklanmalıyız.
O günlerdeki İran ile ABD’nin birlikte hareket etmeleri biraz daha dikkatle irdelendiğinde, hemen ilk bakışta dünyanın bilinçli bir şekilde bir şeyler ile meşgul ediliyor olduğu görülmektedir. ABD’nin donanmasını göndermesinin ardından İngiliz denizcilerinin İran tarafından rehin alınması, tırmanmayı savaşı tetikleyecek duruma kadar yükseltti. Daha doğrusu, durum dünyaya bu şekilde gösterilmeye çalışıldı. Dünya bir kere savaş atmosferine sokulduğunda bireylerin gözünün hiçbir şey görmeyeceği ve hemen hemen tüm dünya kamuoyunun savaş hengâmesi içerisine gireceği hesap edilmiştir. Gûyâ olay araştırıldı, İngiliz denizcileri rehin alanların İran Deniz Kuvvetleri’nden değil, İran Devrim Muhafızları’ndan olduğu ileri sürülmüştür. Suç İran’ın değil, Devrim Muhafızları’nındı. Gülünçtü! Ama dünya bir kez daha aldatılmıştır. Peki, ne olmuştu neticede? Hiçbir şey… Bir anda her şey unutuldu gitti. Bütün bu yapılanlarda ortak olan tek olgu, gerek İran gerek ABD/İngiltere’nin açılımlarında danışıklı dövüş olmasına özellikle özen gösterilmesiydi. Burada Sezar’ın hakkını Sezar’a vermek lâzım: Bütün bunlar olurken İran hiçbir şekilde tavrını değiştirmedi. Anlaşılan o ki, yapılmaya çalışılan tüm dünyayı savaş eşiğinde göstermek, kapalı kapılar ardında petro-doların yükseltilmesini sağlamaktı. Bu, bir anlamda, dünyayı vahşi kapitalizmin kurallarına göre şekillendirmekti. Savaşın eşiğinde yaşayan bir dünyanın tüketim ve hizmet sektörüne yöneleceği varsayımından hareket edilmekteydi.
Her yeni güne ABD’nin şer ekseni olarak belirlediği ve İran’ın mutlaka içinde yer aldığı ülkelere yönelik akıl almaz savaş senaryolarıyla uyanan dünya kamuoyunun, şimdilerde bile bazı gerçek olayları görmezden gelme eğiliminde olduğu gözlenmektedir.
Acaba Hasan Ruhani Birinci Körfez Harekâtı’ndaki Saddam Hüseyin Konumuna mı yükseltiliyor?
Birinci Körfez Harekâtı’ndan sonra zayıflatılmış bir Irak’ın İran karşısında tutunamayacağı idrak edilerek, “Çöl Fırtınası Harekâtı” sırasında Irak’ın güçlendirilmesine yönelinmişti. Harekâtın ikinci kısmında Bağdat bir adım mesafedeyken, kolu kanadı kırılmış Irak, güçlendirilmek amacıyla şok bir ameliyata alınmıştı. Çünkü İran’ı bölgede ancak ve ancak Saddam Hüseyin dengeleyebilir, İran’ın ileri açılımlarını yalnızca Irak engelleyebilirdi. İşte, Birinci Körfez Harekâtı’nın kesintiye uğramasının ve Irak’ın tamamen etkisiz hâle getirilmeden bırakılmasının sebebi, hem sürecin olgunlaşmasını beklemek hem de İran’ın daha çok güçlenmesine engel olmaktı. Bu dönemde Irak’ın İran karşısında tek başına tutunup tutunamayacağı, ABD’nin güçlü düşünce merkezlerinin gündemini uzunca bir zaman işgal etmişti. Irak’ın İran karşısındaki durumu ABD’yi iyiden iyiye endişelendirmiş, derin kaygılara sevk etmişti. Uzun süre gündemi İran’ın bir vakum gibi bölgeyi yutacağı kaygısı şekillendirmişti. ABD, Kuveyt’e girdiği için “son kullanma tarihi” verilen Saddam Hüseyin’in bir müddet daha işbaşında kalmasını yeğlemişti.
ABD ve ABD’yi bir taşeron gibi yönlendiren çokuluslu şirketler (ÇUŞ) pastanın büyük kısmını götürmektedir, ama ya peki İran? Nereden ve hangi gözlükle bakılırsa bakılsın, ne şekilde düşünülürse düşünülsün, İran her iki Körfez Savaşı ve Daiş’in bölgede etkisizleştirilmesinin gerçek galibidir. Bu durum, sürecin değerlendirilmesi neticesinde ortaya çıkan somut bir gerçektir. Bunu bir anlamda, bölgenin en güçlü yönetimine sahip olan İran bürokrasisinin zaferi olarak değerlendirebiliriz. ABD’nin Ortadoğu’ya ilişkin plânlarının bir şekilde İran’ın güçlenmesine imkân tanıdığını düşünürsek, ABD’nin bölgeden geri çekilme senaryolarının sık sık gündeme getirildiği bir ortamda, bölgede nükleer güce kavuşmuş bir İran’ın ABD yönetiminin uykularını iyice kaçıracağını söyleyebiliriz. ABD’nin Suriye ve Irak’tan çekildikten sonra “pimi çekilmiş bir el bombası” gibi geride bırakacağı Ortadoğu’da, İran’ın tek başına söz sahibi olmasının yaratacağı etkiler ABD’yi kaygılandırmaktadır. Sorulması gereken soru şudur? Acaba Hasan Ruhani Birinci Körfez Harekâtı’ndaki Saddam Hüseyin konumuna mı yükseltilmektedir? Ne diyeyim, biraz düşünelim, derim.
Uluslararası ilişkiler alanındaki en sorunlu kavramlardan birinin devlet olduğu şüphe götürmez bir gerçektir. Devletten bahsetmek birçok sorunla karşı karşıya gelmek demektir. Genel olarak devlet, karar alan bir özne, “dışsal bir nesne, kuramlaştırılmış bir gerçek ve tarih dışı bir varlık” olarak görülür. Bu bakımdan devletin kurumlaştırılmasına gerek yoktur. Peki, bir devlete farklı yerlerde aynı politika uygulanabilir mi? Kuşkusuz hayır. Uluslararası ilişkiler kuramlarında her ülkeye karşı aynı dış politikayı izlemek mümkün değildir. Bir başka ifadeyle, uluslararası arenaya çıkılırken her yerde aynı politikayı izlemek hiç mümkün değildir. Bu çerçevede, İran gibi bir devletle çok katlı bir dış politika, diğer bir ifadeyle çok katmanlı bir dış politika yürütülmesi gerek ABD’nin gerek İngiltere’nin tarihten gelen bir realitesidir. Bir taraftan “Şer Devlet:İran ” diğer taraftan İran’ın deyişiyle “Büyük Şeytan” (şeytan-ı bozorg) : Amerika” deyip, öbür taraftan işini yapmak bu politikanın esasını teşkil etmektedir. Zaten bölgede şu anda yürütülen politika bundan başka bir şey değildir. Kaygılar buyurmayınız.
Sonuç
ABD, “Aslı yok yaylasında 1.500 koyunum var benim” diyebilen “bozlak kültürü” örneklemesinde olduğu gibi, küresel üstünlüğünü sürdürme çabasındadır, ama nâfile! Trump’ın Başkan seçilmesi ve sonrası Orta doğuda uyguladığı “Tek Stratejik Ortak PKK/YPG” stratejisi ve tekrardan belirlediği “Yeni Öteki: İran” politikasıyla, Rambo’nun Ortadoğu’dan bir daha dönmemek üzere gidişinin silüeti ufka düşmüş bulunmaktadır. Rambo’nun bu dönüş yolculuğunda Türkiye’nin oynamış olduğu başat rolün de önemi büyüktür. ABD açık bir biçimde bunun farkındadır; ABD-Türkiye arasındaki güven bunalımı neredeyse tamir edilemez, onulmaz bir devreye girmiştir. 28 Aralık 2017 tarihinde vize krizinin sonlandırılması gerginliğin ABD tarafından olumlaştırılması çabalarına da bir ivme getireceği kuşkusuzdur. ABD, hamlelerine daha fazla destek sağlamak, özellikle de katkısıyla İran’a müdahaleyi kolaylaştırmak için Türkiye’de iç dinamiklerin değişmesini arzu etmektedir. Ancak, Türkiye’nin çevresinde gelişen dinamik ortamın, Türkiye’yi ciddî ve zorlu jeostratejik tercihlerle karşı karşıya bıraktığı da artık açık seçik görülmektedir. Doğru tercih, sâdece günü kurtarmak ve halkın gazını almak değil, dayatmalar dışında geleceğin şartlarını da dikkate almak olmalıdır. Bu açıdan bakıldığında, Türkiye’nin çıkarlarına ve bölgesel dengelere dayanan doğru vizyonların geliştirilmesi giderek önem kazanmaktadır.
Unutmamak gerekir ki, 1968 tarihli Nükleer Silâhların Yayılmasını Önleme Anlaşması’nın en baş ihlalcisi ABD ve bölgenin tek nükleer gücü olmasına karşın anlaşmayı imzalamayan İsrail’dir. İsrail’in nükleer silâhların yayılmasını sınırlama bahanesiyle İran’a bir nükleer saldırı tasarlamakta olduğu da bilinen bir gerçektir. Her ne kadar İran Uluslararası Atom Enerjisi Kurumu’yla denetimlere müsaade etse de, toprakları üzerindeki nükleer tesislere yönelik saldırı riski yine de yüksek görülmektedir. İran’ın silâh üretme ihtimalini ortadan kaldırmak için İsrail’in beton delici nükleer bombalarla saldırı düzenleme tehdidi, 2006’dan beri yürürlükte olan ABD’nin Ulusal Güvenlik Stratejisi ve nükleer gücü bulunmayan ülkeler üzerinde “caydırıcı” olarak taktik nükleer silâh kullanılmasını haklı bulan Pentagon doktriniyle uyum içinde bulunmaktadır.
DİPNOTLAR
[1] Bilerek ve isteyerek yeni koşulların oluşmasını sağlamak ya da olağan koşulların seyrini değiştirmek için inisiyatif kullanmak, böylelikle işini geliştirmektir. Bir başka deyişle üstünlük ve önceliği ele alarak değişikliğe başlama ve geleceğini denetim altına alma yetisi olarak da tanımlanabilir.
[2] Ulusal Güvenlik Strateji Belgesi (National Security Strategy of the United States of America), Washington D.C., Aralık 2017, s.4 “First, our fundamental responsibility is to protect the American people, the homeland,and the American way of life. We will strengthen control of our borders and reform our immigration system. We will protect our critical infrastructure and go after malicious cyber actors. A layered missile defense system will defend our homeland against missile attacks. And we will pursue threats to their source, so that jihadist terrorists are stopped before they ever reach our borders.”
[3] Ulusal Güvenlik Strateji Belgesi (National Security Strategy of the United States of America), age, s.4”Second, we will promote American prosperity. We will rejuvenate the American economy for the benefit of American workers and companies. We will insist upon fair and reciprocal economic relationships to address trade imbalances. The United States must preserve our lead in research and technology and protect our economy from competitors who unfairly acquire our intellectualproperty. And we will embrace America’s energy dominance because unleashing abundant energy resources stimulates our economy.”
[4] Ulusal Güvenlik Strateji Belgesi (National Security Strategy of the United States of America), age, s.4”Third, we will preserve peace through strength by rebuilding our military so that it remains preeminent, deters our adversaries, and if necessary, is able to fight and win. We will compete with all tools of national power to ensure that regions of the world are not dominated by one power. We will strengthen America’s capabilities—including in space and cyberspace—and revitalize others that have been neglected. Allies and partners magnify our power. We expect them to shoulder a fair share of the burden of responsibility to protect against common threats.”
[5] Ulusal Güvenlik Strateji Belgesi (National Security Strategy of the United States of America), Washington D.C., Aralık 2017, s.48
[6] Ulusal Güvenlik Strateji Belgesi (National Security Strategy of the United States of America), age, s.4
Fourth, we will advance American inf luence because a world that supports American interests and reflects our values makes America more secure and prosperous. We will compete and lead in multilateral organizations so that American interests and principles are protected. America’s commitment to liberty, democracy, and the rule of law serves as an inspiration for those living under Tyranny.
[7] Henry Kissenger; “The Next Steps With Iran: Negotiations Must Go Beyond the Nuclear Threat to Broader Issues”, Washington Post, 31 August 2006.