Trump’lı Amerika’yı ve Dünyayı Ne Bekliyor?

“Amerikan müesses nizamı, “siyah derili beyaz Başkan”a dönüştürdüğü Obama’yı alkışlarla uğur­larken Beyaz Saray’ın yeni sarışın sakinine karşı ku­şandığı kılıçlarını, hâlen kınına sokmamış vaziyette. Trump, liderliğini yapacağı ülkenin istihbarat kuru­luşları kaynaklı yönlendirmelerle “ulusal güvenliğe tehdit” ilan edilmiş bir siyasetçi olarak Başkanlık andını içti.”

*****
 
Doç.Dr. Mehmet Akif OKUR *
 
 
Giriş

Jeopolitik tahlillerde coğrafya, zamanla değişen bölgesel ve küresel güç denklemleriyle etkileşim hâlinde anlamını bulur. Uluslararası düzendeki ik­tidar hiyerarşisini gözeterek devletleri kabaca, “jeo­politik önem atfediciler” ve “jeopolitik önem atfedi­lenler” şeklinde bir tasnife tabi tutabiliriz. İlk grupta yer alan sistemin temel oyuncuları, güvenliklerini pekiştirmek, kaynaklardan yararlanmak yahut ra­kiplerine karşı muhtelif avantajlar sağlamak gibi se­beplerle nüfuz alanlarına dâhil etmeyi gerekli gör­dükleri bölgelere özel bir değer verirler/jeopolitik anlam yüklerler. Birden çok büyük gücün aynı anda gözünü diktiği coğrafyalar ise ciddi mücadelelerin arenalarına dönüşürler.
 
İkinci gruptaki devletler, dış politikada kapasite­lerine göre farklılaşan davranışlar sergilerler. Kuv­vetli, ancak büyük güç statüsüne erişememiş böl­gesel aktörler, yakın çevrelerinde cereyan eden mü­cadelelere taraf olup önemli saydıkları hedeflerle ilgilenebilirler. Bu durumda, kendilerini iki düzeyli bir oyunun içinde bulurlar. Bir yandan bölgelerinde karşı karşıya gelen büyük güçler arasındaki denge­leri gözetirken diğer yandan sınır ötesi çıkarlarını kollamalarını kolaylaştıracak stratejilere ihtiyaç du­yarlar. Bu yüzden, yalnızca etraflarındaki gelişme­lere değil, küresel aktörlerin dinamik politikalarına karşı da hassastırlar. Temel oyuncuların dışardan gelerek rekabete tutuştukları jeopolitik alanın içer­den parçaları olmaları, alet kutularını zenginleştirir. Zira tarihin, inancın ve kültürün coğrafya üzerinde yoğurduğu kimlikler, bu çift düzeyli oyunda ba­zı bölgesel güçlere büyük aktörlerde bulunmayan imkânlar sunabilir.
 
Ayrıca, jeokültür ve jeopolitiğin özel nitelikler bahşettiği sınırlı sayıda orta büyüklükteki oyuncu, birden çok bölgesel sistemdeki dengelere az ya da çok tesir etme potansiyelini taşır. Bunlar arasında yer alan Türkiye, hem ilgi alanına giren coğrafya­lardaki hem de dünya sistemindeki gelişmeleri ya­kından izlemek zorunda. Bu çerçevede, 20 Ocak’ta göreve başlayan Trump yönetiminin ABD’de ve dünya politikasında meydana getireceği dalgalan­maları da çok yönlü değerlendirebilmeliyiz. Ni­tekim yayınlara baktığımızda, özellikle Trump’ın, Türkiye’yi tehdit eden terör örgütlerine karşı muh­temel tavrı ve Ortadoğu’da izlemesi beklenen siya­sete dair çok sayıda analizle karşılaşıyoruz. Ancak maalesef bunların büyük kısmında, ABD’deki siyasi süreç gerekli derinlikte incelenmiyor ve Türkiye’yi ilgilendiren bazı jeopolitik havzalar gündem dışı bı­rakılıyor. Söz konusu eksikliğin giderilmesine katkı sağlamak maksadıyla makalemizde, önce Trump’lı Amerika’yı bekleyen farklı gelecek senaryoları üze­rinde duracak, ardından da Washington’daki yeni iktidarın Türkistan havzası açısından anlamını sor­gulayacağız.
 
kirmizilar.com
 


1. Trump’lı Beyaz Saray ve Amerikan Sistemi: “Çifte Hükûmet”in Kader Ânına Doğru mu?
 
Amerikan müesses nizamı, “siyah derili beyaz Başkan”a dönüştürdüğü Obama’yı alkışlarla uğur­larken Beyaz Saray’ın yeni sarışın sakinine karşı ku­şandığı kılıçlarını, hâlen kınına sokmamış vaziyette. Trump, liderliğini yapacağı ülkenin istihbarat kuru­luşları kaynaklı yönlendirmelerle “ulusal güvenliğe tehdit” ilan edilmiş bir siyasetçi olarak Başkanlık andını içti.1 Seçimlerden 20 Ocak’a kadar geçen zaman zarfında, önemli bürokratik unsurların da içinde yer aldığı geniş bir koalisyon, henüz taze­liğini koruyan sandık sonuçlarına meydan okuya­bileceğini gösterdi. Önce, ikinci seçmenlerden bir bölümünün tercihlerini Trump aleyhine değiştirme­si çağrıları eşliğinde Rusya’nın seçimlere müdahil olduğu iddiaları ortalığı kapladı. Bu safha geçilip Trump “seçilmiş Başkan” unvanını kazandıktan sonraysa, Putin’in elinde yeni Başkan’a şantaj için kullanılabilecek görüntüler ve bilgiler bulunduğuna dair ithamlar gündeme taşındı. Trump politikaları­na muhalif güvenlik bürokrasisinden kitlesel isti­falar olabileceğini ileri süren eski CIA Başkanı’nın beyanları, merkez medyanın amiral gemilerinde tekrarlanarak haberleştirildi.2 İzlenen strateji, diğer amaçlarının yanı sıra, yeni zafer kazanmış Cum­huriyetçi Kongrenin güvenlik hassasiyetlerine ve Rusya karşıtı hislerine hitap ederek Trump’ı hem bürokrasi hem de sistemin seçilmişleri nezdinde yalnızlaştırmayı hedefliyor.
 
kirmizilar.com
 

Hız kesmeden devam eden kavgada savrulan yumrukların çetelesi her geçen gün uzuyor. Geli­nen aşamadan sonra, Trump’ın karşılaştığı direnci, yalnızca seçim sürecinin gerginliği ve bürokrasinin geçici partizan refleksleri gibi sebeplerle açıklamak mümkün gözükmüyor. Meselenin, yüzeyselliğe kapılmadan, komplo teorilerine de saplanmadan izahı gerekiyor. Bunun için de Amerikan sisteminin yapısal dinamiklerine odaklanmamız ve sosyal bi­limlerin kavramlarına müracaat etmemiz lazım.
 
Siyasi ve ekonomik elitlerle kitleler arasındaki mevcut gerilimin köklerini, Amerikan demokra­sisinin ilk yıllarına kadar götürmek mümkündür. 1789’da George Washington’ın seçimine katılan on üç koloniden yedisi, sandığa hiç müracaat etmeden atadıkları delegelerle oylarını kullanmışlardı. İlk si­yasi partilerde, kitlelerin hissiyatına tercüman olma arayışından çok elitler arası rekabetin örgütlenmesi motivasyonu baskındı. Kapitalizm derinleşip siyase­tin ve devlet bürokrasisinin ölçeği büyüdükçe “oli­garşinin demir kanunları” işlemiş, kamu hayatında ve piyasada gücün merkezileşmesi, elit hâkimiyeti tartışmalarını da ateşlemişti.3 ABD’de elitlerin gücü ne zaman gündeme gelse, biri siyasetçi diğeri de akademisyen iki ünlü ismin Amerikan kurumları ve toplumu Soğuk Savaş’ın gölgesinde dönüşürken or­taya koydukları görüşler hatırlanır. Bunlardan ilki, ünlü sosyolog C. Wright Mills’tir. Mills, The Power Elite (İktidar Seçkinleri) adlı kitabında, Amerikan sisteminin resmini siyaset, ordu ve sermaye üçge­ninde, gücü elinde toplayan elitlerin yönettiği bir ülke olarak çizer. Elitler, benzer sosyal muhitlerden gelmektedir ve gücün temerküz ettiği üç merkez olan Beyaz Saray/Kongre, Pentagon ve Wall Street arasında hareket hâlindedir. Geniş seçmen kitleleri ise bu iktidar oyununun dışındadır.4 Sık referans ya­pılan diğer önemli isim Dwight D. Eisenhower’dır. Amerikan Başkanı, ünlü veda konuşmasında, yük­sek seviyelerdeki askerî harcamalarla muazzam bir kudret kazanan askerî-sanayi kompleksin ürettiği tehdide dikkat çeker. Azmanlaşan askerî bürokrasi ile hızla büyüyen savunma sanayisi sermayesi ara­sındaki ittifakın, özgürlükler ve demokrasi üzerinde yaratacağı baskıya karşı vatandaşlarını uyarır: “Yan­lış konumlanmış gücün korkunç yükselme potansi­yeli, hâli hazırda mevcuttur ve gelecekte de devam edecektir.”5
 
ABD’de “yanlış konumlanmış gücü” tasvire ça­lışan “çifte hükümet” teorisi, bu tartışmayı 21. yüz­yıl için güncelliyor ve önümüze Trump ile müesses nizam arasındaki açık gerilimin yapısal sebeplerini kavramamızı kolaylaştıracak bir pencere açıyor. Tufts Üniversitesinde Uluslararası Hukuk Profesörü olan Michael J. Glennon, 2014’te Harvard National Secu­rity Journal’da “Ulusal Güvenlik ve Çifte Hükümet” başlığını taşıyan önemli bir yazı yayımladı.6 Aynı yıl, bu makalenin daha geniş bir sürümü Oxford Üniver­sitesi Yayınları tarafından kitaplaştırıldı.7
 
Glennon çalışmasında, İngiliz monarşisinin de­mokrasiye geçişi sürecinde Walter Bagehot tara­fından üretilen “çifte hükümet” kavramını ABD’ye uyarlıyor ve güvenlik bürokrasisinin Amerikan de­mokrasisi üzerindeki vesayetini tahlil ediyor. Eserini 19. yüzyılda veren Bagehot, İngiliz Hükümetinin bi­ri “onurlu kurumlar”, diğeri de “etkin kurumlar”dan oluşan ikili yapısına dikkat çeker. İlk kategoride Monarşi ve Lordlar Kamarası, ikincisinde de Avam Kamarası, Kabine ve Başbakanlık yer almaktadır. Halk, tarihî saygınlıkları sebebiyle onurlu kurumları yönetme hakkına sahip saymakta, diğerlerine emir­leri uygulayan mekanizmalar nazarıyla bakmakta­dır. Oysa fiiliyatta tüm hayatî yönetim fonksiyonları­nı etkin kurumlar yerine getirmekte ve iktidar alan­larını genişletmektedirler. Ancak etkin kurumlar, halkın göstermesi muhtemel refleksten çekinerek fiilen kullandıkları iktidara açıktan ve yalnız başla­rına sahip olamazlar. Onurlu kuruluşları şeklen de olsa ön planda tutup bunlar üzerinden meşruiyet devşirmeye muhtaçtırlar.8
 
Glennon, çifte hükümet teorisinin merceğiyle ABD’ye baktığında Madisoncu kurumları ve Tru- mancı ağı görür. James Madison’ın ciddi katkıla­rıyla Amerikan Anayasası’ndaki çehresini kazanan Başkanlık, Kongre ve Mahkemelerin hâli, 19. yüz­yıldaki “onurlu kurumlar”a benzemektedir. “Etkin kurumlanın adresi ise Başkan Truman tarafından II. Dünya Savaşı’nı takiben yeniden düzenlenen ve CIA gibi örgütlerle güçlendirilen güvenlik bürokra­sisidir. Amerikan çifte hükümetinin Trumancı tarafı, ABD’nin ulusal ve uluslararası güvenliğini sağlama görevini üstlenmiş ordu, istihbarat, polis ve dip­lomasiyle ilgili kurumlardan yüzlerce yöneticinin parçası olduğu bir ağdır. Bu ağ, medya, akademi, “think-tank”ler ve sermayeye uzanır. Önemli karar­ları alır, politika seçeneklerini belirler, daha sonra da bunları Başkan’a ve Kongre’ye onaylatır. Gerçek karar vericinin/vericilerin kimliği bilinmezlik örtü­süne bürünürken kamuoyu, iktidarın onurlu kurum- larda olduğunu düşünmektedir. Bu durum, vesayet sisteminin sürdürülebilmesi bakımından zorunlu­dur. Kamuoyunda, Madisoncı kurumların hakiki ka­rar mercii olmaktan çıktıkları düşüncesinin yayılışı, sistemi krize sokacaktır. Etkin kurumların/Trumancı ağın iktidarı doğrudan ele alma çabasına girmesi ise devletin yıkılışıyla sonuçlanabilir.
 
kirmizilar.com
 

Bu iki uç noktanın ortasında istikrarını bulan sis­tem, müesses nizamın anlayışıyla uyumsuz aktörleri değişik yöntemlerle dönüştürme ve karşı çıktığı po­litikaların hayata geçirilmesini önleme imkânlarına sahiptir. Glennon, elitlerin dünyasının dışından bir isim olan Obama’nın vaatlerinden vazgeçişini bu duruma örnek gösteriyor. Guantamano’nun kapatıl­ması gibi bir dizi “popülist” sayılan söz vererek iş başına gelen Obama, aslında pek çok alanda Bush dönemi politikalarını sürdürmüştür. Bu devamlılığı sağlayarak Obama’yı “beyazlaştıran” şey ise çifte hükümetin etkin Trumancı yüzüdür.

 
Evrim safhalarının son halkasında Küreselleşmeci dinamiklerle hem hâl olmuş elitler sistemi/iktidar seçkinleri ve çifte hükümet teorilerini beraberce dü­şündüğümüzde, ABD’deki müesses nizamın silüeti karşımızda beliriyor. Devlet deneyiminden yoksun Trump’ın büyük servet sahibi statüsü, bu sistem ta­rafından Başkanlık için yeterli bulunmadı. Redde- dilişi, sistem dışı/marjinal sayılan ancak toplumsal karşılığa sahip konuları söyleminin merkezine taşı­yışında etkili oldu. Başlangıçta, içselleştirilmiş siya­si ilkelere fazla dayanmayan, daha çok seçmenler nezdindeki önemleri deneme-yanılma yoluyla test edilerek dile getirilen meseleler, şiddetli gerilim ve tartışma ikliminde iyice sahiplenildiler. Trump’ın, seçkinler sistemi tarafından onaylanmayan gündem ve vaatleri, marjinal ancak örgütlü gruplarla ve hat­ta düşman sayılan ülkelerle birlikte anılmasını da beraberinde getirdi.
 
Ekonomik ve siyasi ulusalcılığın özel ve popüler bir sürümüne yaslanan Trump ile müesses nizam arasındaki gerilimin üç temel alanda toplandığını söyleyebiliriz. Bunların ilki, ulusal kimliğin mahi­yetiyle ilgili. Trump, göçlerle etnik yapısı değişen ABD’de, sistemin işleyişinin kendilerini dezavan­tajlı bir konuma sürüklediğini düşünen beyaz üs- tünlükçü tepki dalgasını arkasına aldı. Ayrıca, yük­selen İslam karşıtlığı, feminist değerler ve eşcinsel evlilikler gibi temalar üzerinden yürüyen kültür savaşlarının ürettiği kutuplaşmayı da oya çevirmeyi başardı. Trump, politikalarının bürokrasi içindeki ve dışındaki Amerikan elitleri arasında küreselleşme sürecinde daha da yaygınlaşan çok kültürlü kim­lik tasavvurunu tahrip ederek iç çatışma yaratacağı endişesi, gündemdeki yerini kolay yitireceğe ben­zemiyor. Devlette ve toplum hayatında ırkçı dina­mikleri tırmandıracak bir savrulmanın yaşanması ihtimali, Müslümanlar başta olmak üzere pek çok kimlik grubunu kaygılandırıyor.
 
İkinci ana gerilim sahası ekonomidir. Trump, küreselleşen Amerikan sermayesinin belirli bir bö­lümünü rahatsız edecek şekilde ulusal ekonomiyi ve yerli üretimi önceleyen bir politika izlemeye ha­zırlanıyor. Yeni Başkan’ın çantasında, önemli ulus­lararası anlaşmaların iptali/yeniden düzenlenmesi, doların değerinin düşürülmesi, gümrük vergileri­nin yükseltilmesi gibi pek çok dosya var. Küresel­leşme sürecini destekleyen meşhur Washington Uzlaşması’nın arkasındaki güçler, muhtemel gidi­şattan ciddi ölçüde rahatsızlar.
 
Üçüncü temel mesele ise jeopolitikle ilgili. Trump yönetimi, AB’nin parçalanmasına sıcak ba­kıyor. Avrupa’da aşırı sağdan yükselen siyasi dal­gaya sempatik yaklaşıyor. Rusya ile yakınlaşma ve NATO’da yapılacak yenilenmeyle “radikal İslamcı terör” olarak tespit ettiği tehdit yapılanmasına uy­gun bir güvenlik mimarisi ve ittifaklar sistemi oluş­turmak istiyor. Rusya’yla Suriye’deki işbirliğini bu projenin bir ilk örneği olarak görüyor. Ekonomik ve jeopolitik rakip kabul edilen Çin’e karşı sertleşirken yeni Rusya politikasının Asya’daki güç dengelerini sarsabileceğini umuyor. Nixon-Kissinger’lı Soğuk Savaş yıllarında, Çin’le Sovyetler’e karşı yapılan iş­birliğinin orta vadede tersten tekrarlanması ihtimali üzerinde kafa yoruyor.
 
Çifte hükümetin unsurları, her üç alanda da Trumplı Beyaz Saray’a karşı mücadeleye ha­zırlandıklarını gösterdiler. Tarafların önünde başlıca iki seçenek var. Bunlardan ilki, her iki “hükûmetin” de bazı tavizlerle uzlaşmayı kabul etmesi. Diğeri ise çatışmanın sürdürülmesi. Bu durumda, Trump’ın toplumsal tabanını canlı tut­maya çalışırken sistem dışındaki marjinal örgütlü gruplar ile sistem içindeki organize unsurlardan yaslanabileceği ortaklar araması muhtemel. İsra­il lobisi, ilk akla gelen müttefik adayları arasın­da yer alıyor. 20 Ocak’ın hemen ardından, Tel Aviv’deki ABD Büyükelçiliğinin Kudüs’e taşın­ması tartışmasının alevlenişi ve İsrail’in işgal al­tındaki topraklarda yeni yerleşimlere izin verme­si, bu yönde önemli ipuçları barındırıyor. Derin­leşen çatışma, Trumancı ağın gizli kaldıkça fonk­siyonel olabilen gücünün açıktan kullanımını gerekli kılarak çifte hükümet modeliyle, seçilmiş temsilcilerinin arkasında duracak geniş kitleleri karşı karşıya getirebilir. Böyle bir sistemik kriz ânı, Trump’ı bir kısmı soldan yeni müttefiklerle de buluşturabilir. Uzayan ve aktörleri çeşitlenen bir mücadele sürecinin bütünüyle öngörüleme- yecek sonuçları, Amerikan tarihinde ve küresel sistemde ciddi kırılmalar meydana getirebilir.
 
Ancak Trump yönetiminin daha iktidarını sağlamlaştıramadan yenilgiyi kabul etmesi ihtimali de gözden uzak tutulmamalı. ABD’de seçim sürecin­den kalma derin kutuplaşmanın tesiriyle sokaklar hareketli. Yoğun basın yayın kampanyası devam ediyor. Bu durum Trump’ın, karşısındaki muhalefeti “seçilmiş Başkan’a karşı bürokratik elitler” denkle­miyle izah ederek pozisyon almasını zorlaştırıyor. Gelecekte, bölünmüş toplumsal doku, karşıt göste­rilerle alevlenecek bir şiddet sarmalı da üretebilir. Trump’ın arkasında kendisine sadık, örgütlü kad­rolara sahip bir parti yok. Çoğunlukla öfke ve he­yecanlarına hitap edilerek seferber edilmiş kitleler ve vaktiyle elitler sisteminin parçasıyken değişik sebeplerle dışarı itilmiş isimler var. Trump, Twitter’ı karşısındaki koalisyonun basın yayın ayağını aşarak taraftar kitlesiyle doğrudan iletişim kurabilmek için başarıyla kullanıyor. Ancak diğer alanlarda, örneğin muhalif bürokrasi karşısında böyle kolay bir seçe­neği mevcut değil. Bu yüzden elitler, bürokrasi ve toplumun kendisini istemeyen yarısıyla mücadele­sinde ayakta kalmak için Başkanlık’ı güçlendiren “ferdiyetçi (personalist)” bir yola girmek isteyebilir. Fakat Trump’ın aldığı oy miktarı, Başkanlık için ye­terli olsa da böyle bir deneme için gerekli “ezici destek”in hayli uzağında.9
 
Sıraladığımız senaryolardan hangisinin gerçek­leşeceği sorusunun cevabı, ABD dış politikasının seyri bakımından çok önemli. Mevcut belirsizliğin bir müddet daha devam edeceği anlaşılıyor. An­cak, her halükârda şunu söyleyebiliriz. 20 Ocak’ta Washington’da açılan sayfa, ABD ve dünya açısın­dan yeni ve sancılı bir dönemin miladı mahiyetin­de. Önümüzdeki yıllarda, yeryüzünün pek çok kö­şesinde bu değişikliğin tesirleri hissedilecek. Bunlar arasında Türkiye’yi yakından ilgilendiren Türkistan coğrafyası da yer alıyor.
 
2. ABD’deki Değişimin Ardından Dünya Sistemini ve Türk Kuşağı’nı Bekleyen Gelecek
 
ABD’nin Türkistan’a yönelik siyasetinde, bu coğrafyayı çevreleyen büyük güçlere dair strateji­ler, etkili bir faktör olagelmiştir. Washington planla­masını, Türk cumhuriyetleri ile ilgilenirken atacağı adımların Moskova ve Pekin’deki tesirlerini hesaba katarak yapmaktadır. Türkistan jeopolitiğinin Rusya, Çin ve diğer önemli komşularla birlikte anlamlan­dırılması, bu başkentlerle ilişkilerdeki dalgalanma­ların da Türk cumhuriyetlerine yansımasına sebep oluyor. Bir başka söyleyişle, ABD Türkistan’a bakar­ken Rusya ve Çin’i de görüyor, Çin’e ve Rusya’ya bakışındaki değişimler ise Türkistan için de sonuç­lar doğuruyor.
 
Bazı tarihsel konjonktürlerde, işaret ettiğimiz jeopolitik denklemin tesir sahasının daha da büyü­yerek Avrupa’ya kadar genişlediğini görmek müm­kün. Avrasya’nın iki ucunun aynı resmin parçası hâline geldiği zamanlarda, irtibat güzergâhı üze­rinde doğudan batıya uzanan Türk kuşağı, merkezî bir konuma yükseliyor. Trump’ın kampanya bo­yunca dile getirdiği, seçildikten sonra da savundu­ğu Avrupa, Rusya ve Çin politikaları yeniden böyle bir dönemin kapılarını açabilir. Bu politikalar, eş zamanlı olarak uygulamaya geçerse Türkistan’dan Türkiye’ye uzanan hattın öneminin sadece ABD nezdinde değil, tüm büyük oyuncular açısından hayli artacağını ve büyük mücadelelerin sahnesi hâline geleceğini söyleyebiliriz.
 
Yaşanma ihtimali beliren büyük dönüşümün anlam ve boyutlarını layıkıyla idrak edebilmek için tarihsel jeopolitiğin yol göstericiliğine ihtiyacımız var. 1970’lerde dünya sistemi üzerine çalışan ik­tisat tarihçileri, bilim dünyasında o zamana kadar hâkim olmuş bakış açılarını sarsan tezlerle ortaya çıktılar. Bunlar arasında, Türkistan’ın dünya tari­hindeki yerine ilişkin eksik bilgiye dayalı kabuller de yer alıyordu. Bilim adamları, tarihî verileri ye­ni bir gözle inceleyerek erken dönemlerden itiba­ren Çin’i Avrupa’yla irtibatlandıran canlı bir dünya ekonomisinin varlığına dikkat çektiler. Türkistan, bu dünya ekonomisinin atan kalbi konumundaydı. Türkistan’da güçlü devletler kurulduğunda ticaret yolları emniyete kavuşuyor ve iki büyük ekonomik havza arasındaki bağlantıyı tesis etmek mümkün oluyordu. Ticaretin getirdiği zenginlik, İpek Yolu üzerindeki şehirleri imar ediyor, kültürel etkileşim ve çeşitliliği arttırıyordu. O günlerin Semerkant’ını tahayyül edebilmek için günümüzün New York’unu gözlerimizin önüne getirebiliriz.10 15 [1] kistan coğrafyasında siyasi birlik çözüldü, enerji­lerinin önemli kısmını aralarındaki çekişmelerde harcayan Hanlıkların hüküm sürdükleri bir döne­me girildi. Sanayi devrimiyle beraber Çin’in dünya üretimindeki payının hızla düşmesi ve akabinde maruz kaldığı sömürgeci baskılar, Asya-Avrupa’yı karadan birleştiren eski dünya ekonomisinin nihai kalıntılarını da yıktı.
 
20. yüzyılın sonlarından itibaren ise farklı bir sü­reç işlemeye başladı. Çin, uyguladığı reformlar ve uluslararası sermaye akışlarıyla yeniden dünyanın en önemli ekonomik güçlerinden birine dönüştü. Eriştiği zenginlik, askeri imkânlarını arttırdıkça da komşuları ve ABD tarafından tehdit olarak görülme­ye başlandı. Washington’daki stratejistler, uzun bir müddet şu soruya cevap bulmak için kafa yordular: Çin’le yaşanacak muhtemel bir çatışma, nükleer savaşa dönüştürülmeden nasıl zaferle sonuçlandı­rılabilir? Tartışılan belli başlı stratejiler, ithal ettiği enerjinin ve ihraç ettiği ürünlerin önemli kısmını denizden taşıyan Çin’in ablukaya alınmasını öngö­rüyor. Bu senaryolarda, Çin ana karasına doğrudan saldırılmayacağı için Pekin’in nükleer bir mukabe­lede bulunmayacağı, deniz ablukasını kıramayınca da yenilgiyi kabulleneceği varsayılıyor. Obama dö­neminde hızlandırılan Çin’in etrafındaki müttefik­lerle ilişkilerin güçlendirilmesi ve bölgedeki Ameri- kan/müttefik askerî alt yapılarının tahkimi stratejisi, böyle bir çatışma ihtimaline hazırlık esasına dayanıyordu.12
 
Çin’in daha önceki deniz ablukaları sırasında izlediği karşı stratejiler, bugün attığı adımları an­lamlandırmamızı kolaylaştırıcı ipuçları barındırıyor. Örneğin, 1939’da Japonlar tüm Çin limanlarını işgal ettiklerinde, Milliyetçi Çin yönetimi Sovyetler’den kısmen İpek Yolu’nun kuzey rotasına denk düşen kara yolu hattı için yardım istemişti. Moskova da, Cengiz Aytmatov’un meşhur romanından tanıdı­ğımız Kazakistan>daki Sarı Özek İstasyonu’ndan Çin’in içlerine kadar uzanan 3000 km’lik yolun açık tutuluşuna yardım etmişti. 1940’ta İngilizlerin Burma yönünü kapatmalarıyla, Sarı Özek’ten ge­çen yol, Çin’in dış dünyadan yardım alabildiği tek güzergâha dönüşmüştü.13
 
Ufkundaki tehlikeyi sezen günümüz Çin’i, hem ekonomik hem de yukarıda çerçevesini çizdiğimiz stratejik gerekçelerle Asya ve Avrupa arasındaki ta­şımacılığın karadan yürütülmesine imkân verecek yoğun bir ulaşım alt yapısı kurmak için kaynak­larını seferber etti. Çin, diğer yandan da tükettiği enerjinin mümkün olduğu kadar büyük bölümünü sınırlarına karadan ulaşan boru hatlarıyla tedari­ke çalışıyor. ABD, denizler üzerinden Asya’ya yö­nelirken Çin’in “Tek Kuşak, Tek Yol”la Avrupa ve Ortadoğu’ya karadan ulaşma gayretleri sürüyor. Bu durum, alternatif güzergâhları tıkayan jeopolitik gelişmeler yaşandığı takdirde, Türkistan coğrafya­sı, Azerbaycan ve Türkiye’nin üzerinde yer aldığı hatta 16. yüzyılda yitirdiğine benzer bir fonksiyon yükleyebilir. Şimdiden Çin’in yaptığı muazzam ya­tırımlar, Kazakistan başta olmak üzere Türkistan coğrafyasının muhtelif kısımlarını tarihteki zen­ginleşme sürecini hatırlatır bir dönüşüme sokmuş vaziyette. Ancak, aşağıda açıklayacağımız sebepler dolayısıyla, bu ivmenin bir barış dönemine mi yok­sa gerilim ve çatışmalar sürecine mi kapı aralaya­cağı sorusu önümüzde duruyor.14
 
Tam bu noktada, karşımızdaki resme Trump’ın Avrupa, Rusya ve Çin’e yaklaşımlarını yan yana koyarak bakmamızda yarar var. Trump, Atlantik ittifakına bonkör harcamalarla liderlik yapan bir ülke olmaktansa, doğrudan kendi çıkarlarını kol­layan bir büyük güç gibi davranmayı tercih ediyor. Göçmen karşıtlığı ve İslamofobiyi bayraklaştırırken AB’yi içerden çözen siyasi dalgayı kendine yakın buluyor. Birleşik Avrupa fikrini sahiplenen Merkel liderliğindeki Almanya’ya ise mesafeli. Tercihi, sa­vunduğu siyasi değerleri paylaşan iktidarlar tara­fından yönetilen bir uluslar Avrupa’sı. Ekonomik açıdan da Transatlantik Ticaret ve Yatırım Anlaşması gibi girişimlere soğuk bakıyor. Nitekim Başkanlık döneminin ilk imzalarından birini ABD’yi bu an­laşmadan çıkarmak için attı. Bölgesel işbirliklerin- dense, tek tek devletlerle ticaret müzakereleri yü­rütmeyi daha avantajlı buluyor. Atlantik’in iki yaka­sını birbirine bağlayan güvenlikle ilgili NATO gibi kurumlara yaklaşımı da farklı değil. Rusya karşıtı bir güvenlik mimarisini korumaktansa, Rusya’yı da içine alan ve hedefe “radikal İslamcı terörle müca­dele” diye tarif ettiği tehdit kategorisini yerleştiren yeni bir yapılanmadan yana.
 
Yukarıda, Trump’ın Rusya ve Çin’le ilgili yak­laşımları özetlenmişti. Ayrıca, Brzezinski gibi ün­lü stratejistler, ABD ile ilişkileri yumuşayan bir Rusya’nın Çin’le Sibirya gibi bölgeler üzerinden gerilim yaşayacağını varsayıyorlar.15 Çin’in deniz­den kuşatılması stratejisinin, ancak Çin’le arası açılacak Rusya’nın da çevrelemeye dâhil olması hâlinde başarılı sonuç verebileceğini düşünüyor­lar. Bu beklentiler gerçekleşirse, karşımıza çıkabi­lecek manzarayı şöyle özetleyebiliriz: Birbirlerine yakınlaşırken Çin’le aralarındaki gerilim yükselen ABD-Rusya ve kendisine Almanya merkezli Avru­pa üzerinden ticari ve siyasi çıkış yolu arayan Çin. “Tek Kuşak, Tek Yol” projesinin Avrupa tarafından sahiplenilmesi yönündeki Alman girişimleri ile Çin devlet başkanının Davos’ta yaptığı “küreselleşme­yi koruma” çağrısını, bu açıdan da not etmek ge­rekiyor.16 Ana hatlarına değindiğimiz, henüz yakın gözükmeyen ancak imkânsız da sayılamayacak bu gelecek senaryolarında, Avrupa ve Çin’i bağlaya­cak Türk kuşağının tüm taraflar için ne kadar de­ğerli hâle geleceği, aynı zamanda da nasıl şiddetli bir mücadele zeminine dönüşeceği ortada. Yeni dünya gerilimleri çağını, tüm Türk dünyasında gö­ğüslemek zorunda kalacağımız bir geleceğe doğru ilerliyor olabiliriz.
 
Sonuç Yerine: Bulutlar Kararmadan Önce…
 
Trump iktidarı, hem ABD’deki iç dengeler hem de küresel jeopolitik denklemler açısından ciddi so­nuçlar doğurabilecek bir bilinmezlikler yumağıyla çıkageldi. Bu yumağın çözülüşünde temel belirle­yici, Amerikan sistemi bünyesindeki mücadeleler olacak. Trump yönetimiyle “çifte hükümet”, medya­dan sivil topluma uzanan muhalif elitler ve sokak­ları terk etmeyen toplum kesimleri arasındaki geri­limin nasıl nihayete ereceği henüz belirsiz. Trump, Obama’nın yaptığı gibi, sessizce yenilgiyi kabul mü edecek, karşılıklı tavizlerle yeni bir uzlaşma zemi­nine mi ulaşılacak, yoksa uzayan ve şiddetlenen bir mücadele dönemi mi yaşanacak?
 
Ortaya çıkacak tablo, Trump’ın dış politika ma­cerasının da kaderini tayin edecek. Yeni Amerikan Başkanı muktedir olur, kampanya dönemi ve son­rasında dile getirdiği politikalarının esnetmeden peşine düşerse, bu sefer de ABD’nin tek başına yönlendiremeyeceği dışardaki belirsizliklerden kaynaklanan engelleri aşması gerekecek. Rusya, Trump’ın beklentileri doğrultusunda bir işbirliğini kabullenecek mi? ABD, Çin’le çatışmaya varabile­cek gerilimlerin hakiki maliyetlerini göze alabile­cek mi? Trump, Atlantik ittifakının Avrupalı üyele­rini arzu ettiği çizgiye çekebilecek mi? Avrupa’nın yeni siyasi aktörleri, gerçekten kıtanın kaderini el­lerine alacak güce erişebilecekler mi? Yoksa yaşlı kıta da kendini derinleşen iç gerilimler sarmalına mı kaptıracak? Daha da uzatılabilecek bu sorular silsilesi, kesin senaryolar üzerinde konuşulabilme- sini zorlaştırıyor.
 
Karşımızdaki gelecek ihtimallerinin bazıları, bizim için önemli coğrafyaları çok yakından ilgi­lendiriyor. Makalemizde, Türkistan’ın tarihsel je­opolitiğine dair hatırlatmalar eşliğinde bunlardan bir kısmına dikkat çekmeye çalıştık. Türkiye ve Türk dünyasının kaderini birbirine daha sıkı bağlayacak büyük bir jeopolitik dönüşümün ilk safhalarını ya­şıyor olabiliriz. Yalnızca dünün mirası değil, yarının ufkunda toplanan bulutlar da güvenlik gibi alanlara daha fazla uzanacak işbirliği köprülerinin pekiştiril­mesini gerektiriyor. Belirsizlikler ikliminde yapabi­leceğimiz en iyi hazırlık, birbirimize doğru koşan adımlarımızı hızlandırmak. Zira bulutlar karardıkça zamanımız da daralacak… 16
 
———————————————————————————–
* Gazi Üniversitesi, İİBF, Uluslararası İlişkiler Bölümü, mehmetakifo@ yahoo.com, https://gazi.academia.edu/MehmetOkur
 
Kaynaklar
 
1     Kathleen Parker, “Trump poses a national security threat?”, The Star Press, January 7, 2017, http://www.thestarpress.com/story/ opinion/columnists/2017/01/07/trump-poses-national-security- threat/96263238/
2     Michael J. Morell, “Trump’s Dangerous Anti-C.I.A. Crusade”, The New York Times, Jan. 6, 2017, https://www.nytimes.com/2017/01/06/ opinion/trumps-dangerous-anti-cia-crusade.html?_r=1
3     Martın Eiermann, “How Donald Trump Fits Into the History of American Populism”, NPQ, Spring 2016, ss.29-34.
4     C Wright Mills, The Power Elite, Oxford University Press, New York, 1956.
5     Dwight D. Eisenhower, Farewell Address, 1961, http://avalon.law. yale.edu/20th_century/eisenhower001.asp
6     Michael J. Glennon, “National Security and Double Government”, Harvard National Security Journal, 2014, Vol.5, ss.1-113.
7       Michael J. Glennon, National Security and Double Government,
Oxford University Press, 2014
8     Walter Bagehot, The English Constitution, Chapman & Hall, London, 1867
9     Eric A. Posner, “Can It Happen Here?: Donald Trump And The Paradox Of Populist Government”, Chicago Public Law And Legal Theory Working Paper, No. 605, The Law School, The University Of Chicago, January 2017.
10   Bu tartışmalar için bkz. Mehmet Akif Okur, Yeni Çağın Eşiğinden Avrasya’nın Kalbine Bakmak: Tarihten Geleceğe Orta Asya’nın Jeopolitiği Üzerine Değerlendirmeler, Ankara, 2011.
11   Zhiguo Kong, The Making of a Maritime Power: China’s Challenges and Policy Responses, Springer, 2016, s.8
12    Bu tartışmalara örnek olarak bkz. Sean Mirski, “Stranglehold:
The Context, Conduct and Consequences of an American Naval Blockade of China”, Journal of Strategic Studies, 2013, Vol. 36 , No.
3
13   John W. Garver, Chinese-Soviet Relations, 1937-1945: The Diplomacy of Chinese Nationalism, Oxford University Press, s.39
14   William T. Wilson, “China’s Huge ‘One Belt, One Road’ Initiative Is Sweeping Central Asia”, The National Interest, July 27, 2016, http:// nationalinterest.org/feature/chinas-huge-one-belt-one-road-initiative- sweeping-central-17150
15   Zbigniew Brzezinski, “How To Address Strategic Insecurity In A Turbulent Age”, The Huffington Post, Jan 03, 2017, http:// www.huffingtonpost.com/entry/us-china-russia-relations_ us_586955dbe4b0de3a08f8e3e0
16   Jan Gaspers, “Germany Wants Europe to Help Shape China’s Belt and Road Initiative”, The Diplomat, December 17, 2016, http:// thediplomat.com/2016/12/germany-wants-europe-to-help-shape- chinas-belt-and-road-initiative/ – Stephen Fidler vd., “China’s Xi Jinping Seizes Role as Leader on Globalization”, The Wall Street Journal, January 17, 2017, http://www.wsj.com/articles/chinas-xi- jinping-defends-globalization-1484654899

[1] yüzyılın sonu ve 16. yüzyılın başlarından itibaren bir dizi gelişme, bu sistemi değiştirdi. Önce Çin’deki Ming Hanedanı, denizlerle ilgisini keserek kendisini dünyaya kapatmayı denedi.11 Ar­dından, Ümit Burnu’nun keşfiyle Asya-Avrupa tica­reti için deniz rotası Batı’dan açılmış oldu. Asya’nın çekildiği denizler, Avrupa’yı zenginleştirdi ve dün­ya hâkimiyetine taşıdı. Eş zamanlı olarak da Tür-
Yazar
Kırmızılar

Bu websitesinde farkı kaynaklardan derlenen içerikler yayınlanmakta olup tüm hakları sahiplerinindir. Sitedeki içerikler atıf gösterilerek kaynak olarak kullanlabilir. Yazıların yasal sorumluluğu yazara aittir. Tüm Hakları Saklıdır. Kırmızlar® 2010 - 2024

medyagen