Batılılar, bir yerin, bölgenin, ülkenin ‘kim’e âid olduğuna, orada ‘yaşamakta olanlara’ DEĞİL, ‘o yerin târîhî bakımdan KİMe âid’ olduğuna bakarak KARAR VERİRLER. Lozan’da, Edirne’yi isteyen Yunan murahhasına, İngiliz murahhasının ‘iyi ama, Selimiye’yi ne yapacağız?’ dediği meşhûrdur. Edirne’de yaşamakta olanlar Türktü ama, o şehrin bizde kalmasında, oradaki nufûs kadar, belki daha fazla, Selimiye Câmiî’nin varlığı müessir olmuştu.
Zoka, iki ucu da sivri mızrak. U şeklinde kıvrılıyor, zincirin bir ucu, zokanın ortasına, diğer ucu, gemiye bağlı. Bir katı yağ yumağı içinde denize bırakılan zokayı, iri, kocaman deniz hayvanı yutunca, yağ, içeride eriyerek zoka açılıyor; tabiî, I şekline gelmiş olan zoka, artık çıkmıyor, hayvan kurtulamıyor, cüssesi ne kadar iri de olsa, kendisi ne denli güçlü de olsa, mukavemet edemiyor, avlanmış olarak, geminin gittiği limana gidiyor.
Bizim bol keseden ‘aydın’ dediğimiz diplomalılarımızın çoğunda kâfi derecede târih bilgisi ve bilinci olmadığından, ‘zoka’yı kolayca yutuyorlar, ülkemizin tapusunu da Yunan’a çıkarttıklarının farkına bile varamıyorlar. Anlaşılacağı gibi, yutturulan zoka, ‘Turizm’ zokasıdır. ‘Turist gelecek’ diye, ‘İnanç Turizmi’ diye, Anadolu’da ne kadar Bizans ve Hristiyanlık’la ilgili nesne varsa, toprak üzerinde izi, eseri bile kalmamışsa, toprağın altından çıkarılıp temizleniyor, teşhîr ediliyor. Beylikler Devrinden kalma ve Osmanlı hâtırası eserlerimiz ise, ‘kabuk görevi’ üstlendirilerek bu işte kullanılabiliyor: Meselâ, İznik’teki Nilüfer İmâreti’ne bakınız, içinde ve avlusunda ‘kime âid’ eserler bulunduğunu ibretle görünüz! Kütahya’daki, ‘bizim’ eserimiz olan ‘müze’ binâsına bakınız, ortasındaki ‘Roma lahdi’ni nasıl iftiharla (aslında, ‘gurûrla’ demek lâzım, çünkü gurûr, ‘aldanmak’ demektir) teşhîr ettiğimizi seyrediniz!
Şaşkınlığımız bu kadarla bitmez; traji-komikliğimize pâyân yoktur: Antalya civârındaki Demre’yi Batılıların Noel babalarının yaşadığı yer olarak, ‘turist celbetmek için’ biz de kabûl etmişiz. Bilindiği gibi, Noel ‘Baba’nın üzerindeki giysiler, kalın İskandinav (İsveç, Norveç) giysileridir. ‘Soğuğa karşı’ korunmak için ‘uygun’ o ‘İskandinav’ kıyâfetini giyerek o ‘sıcak’ Akdeniz ikliminde gezip dolaşmak için, ‘bizimkiler’ kadar şaşkın olmak gerekmez mi? Noel Baba, oralarda, o kıyâfeti nasıl giyer, o elbiseyle oralarda nasıl yaşar? Kısacası, bu işte bir değil birçok yanlışlık olduğu kesin, ama, şimdi ele aldığımız konu bu değil.
Türk atlılarını da ihtivâ eden Mu‘tasım ordusu, 837 yılında, Bizans İmparatoru Teofilos’u yendi, onun doğum yeri olan Amorium’u tahrîb etti. Amorium, Bizans’ın Anadolu’daki en önemli şehri ve askerî merkezi idi, Afyon’un Emirdağı ilçesi yakınında bir yerdir. Üzerinde günümüzde Hisarköy vardır, ‘Sit alanı’ ilân edilmiştir. Köylü, tarla sürerken rastladığı ‘imtiyazlı, ayrıcalıklı, âdetâ mukaddes’ muâmelesi gören ‘Roma (Bizans) taşı’nı, teslîm etmek mecbûriyetindedir. Evinin avlusunda bir ihtiyâcı için çukur veya kuyu kazmak isterse, ‘izin’ alması gerekir. Buluntular, Bay Christopher’in önayak olmasıyla satın alınıp hem müze hem araştırıcıların barınma yeri olarak kullanılan, köyün en güzel, bakımlı evinin avlusunda ‘özenle’ muhâfaza edilmektedir. Köylüler, toprak altından çıkan o ‘Bizans kalıntısı taşları’, araştırıcıların âdetâ ‘yaladığını’, o buluntulara o kadar ‘sevgi’ ve ‘saygı’ gösterdiklerini anlatıyorlar. Kısacası, Hisarköy’de yaşayan, sayısı hayli azalmış olan köylüler, vergilerini verirler, askere gönderdikleri oğulları, Güneydoğu’ya, Ermeni hudhuduna, Yunan hudûduna sevkedilip orada görevlerini yapabilirler, amma velâkin, tarlalarında, üzerinde yaşadıkları yerde çıkan herhangi (değil tabiî, Bizans’la ilgili) bir taş parçası, onlardan, ‘bizim insanımızdan’ daha değerli muâmeleye mustahakdır! Ne şık değil mi?
Amorium’un yıkılışı üzerinden, 837 yılından bu yana, 1165 (bin yüz altmış beş) yıl geçmiş! Batılı, UNUTMUYOR! Kilise, meydana çıkarılmış. Önümüzdeki yıllarda, bütün şehrin ortaya çıkarılışı, zâten sayısı azalmış köy halkının köyü tamâmen boşaltması, çok tabiî, bir sonuçtur. Çok geçmeden, Teofilos’un ‘temsîlî’ doğumu orada canlandırılırsa, Bizans ‘havası’ orada ‘turizm adına’ hortlatılırsa, niçin şaşıralım? ANADOLU’NUN TAPUSU KİME ÇIKARILIYOR? sorusu ÇOK mu ÇAĞDIŞI?, BAĞNAZCA?,
Beyler, efendiler, hanımefendiler, bayanlar: Türk olmak SUÇ mu? Müslüman olmak, ‘bağışlanamaz’ bir keyfyet mi?
Peki, târîhî eserleri ortaya çıkarmayalım mı? El Cevâb: Çıkaralım da, belli bir tutumumuz olsun; MÜTEKABİLİYET (karşılıklılık) esâsını gündeme getirelim. Günümüzde ‘Yunanistan’ denilen bölgede, 500 (beşyüz) yıl kaldık, Balkanlarda, Yugoslavya denilen yerde 400 (dörtyüz) sene adâletle hükümrân olduk. Atina’da iki eski câmi var. Halbuki, o bölgede, binlerce değil, onbinlerce câmi, medrese, tekke, han, hamam, arasta, binâ vardı, hemen bütün ‘izimizi’ ‘bilinçli bir şekilde’, sildiler. Ülkemizdeki her Bizans eseri için, bir Osmanlı eserinin rekonstrüksiyonunu (aynı modelde, aslına uygun olarak yeniden yapılmasını) istemek, en tabiî HAKKIMIZDIR. Avrupa Birliği’nin (sanki alacaklarmış gibi) Türkiye’nin girmesi için öne sürdüğü şartlara karşılık, biz de, diğer şartlar yanında, bu konuda, ‘Avrupa’daki Osmanlı Coğrafyasında yapılmış olan eserlerin rekonstrüksiyonu’ şartını ileri sürmeliyiz. Nasıl olsa almayacaklar, bâri, işin farkında olduğumuzu görsünler, kulaklarına biraz kar suyu kaçsın. Türkiye’nin tapusunun Yunan’a çıkarılmasının o kadar kolay olmadığını bilsinler.
Türkiye üzerinde hak talep etmesi söz konusu olmayan, meselâ Lidya (Sart), Frigya (Gordion, Midas) eserlerinin, ‘turizm’ uğruna alabildiğine tanıtılması, reklâmı yapılması çok isâbetli olur. Ayrıca, ‘turist’, benim ülkemde, ‘beni’ görmeğe gelsin, Yunan’ı, Bizans’ı değil! Turizmde AĞIRLIK, ‘bizim’ eserlerimiz olmalı! ‘Kendini savunmak’, bütün hukuk sistemlerinde ‘meşrû’dur. Güneşe hasret bâzı Avrupa’lı turistlerin, Antalya sâhillerinde istakoz gibi kızarmalarına bir diyeceğimiz yok; (sebep oldukları ahlâkî çöküntü ve huzursuzluk sayılmazsa) iyidir, iyi ‘turizm politikasıdır.’
Türkiye’yi parçalayıp un ufak etmek isteyen dış güçlerin, çoook eskidenberi, ‘turizm zokası’ kullanarak bu ‘iş’ için altyapıyı hazırlamakta hayli yol almış olduklarını kabûl etmeliyiz. ‘Vay canına!’ diye feryât etmekle kalmayıp, MÜTEKABİLİYET esâsını ortaya koyup, bu konuda ASLA tâviz vermemeliyiz.