Tarihten Geleceğe Orta Asya’nın Jeopolitiği Üzerine Değerlendirmeler
-RAPOR-
Doç. Dr. Mehmet Akif OKUR
ÖZET
Çalışmamız, kısa birer giriş ve sonuç kısmı ile üç ana bölümden oluşmaktadır. Girişte problematikimiz ve bakış açımız takdim edilmekte, metin boyunca kullanılacak coğrafi terminoloji hakkında da bilgi verilmektedir.
İlk bölümde, 19. yüzyılın sonlarında doğan jeopolitik disiplininin Orta Asya’yı kapsayan coğrafyaya yaklaşım biçimi eleştirel bir değerlendirmeye tabi tutulmaktadır. Mackinder’dan başlayarak Brzezinski’ye uzanan çizgideki devamlılık unsurlarının altı çizilmekte, Batılı jeopolitikçiler tarafından üretilen kalıpların gerçekliği kavrayışımızı kolaylaştırmak bir yana, onunla aramıza nasıl ilave engeller diktiği Türkistan örneği üzerinden gösterilmektedir.
İkinci bölüm jeopolitikçilerin inşa ettikleri kavramsal prizmayı besleyen tarih anlayışının
tenkidi ile başlamakta, Orta Asya’yı insanlık tarihinde layık olduğu yere oturtan çalışmala-ra dikkat çekilerek bölgeyle ilgili oryantalist imajlar sorgulanmaktadır. Bu bölümde ayrıca, eleştirisi yapılan klasik jeopolitiğin Batı merkezci kavramsal mimarisi yerine, anlam üreten öznelerin mekanla ilişkilerini merkeze alan içerden bir yaklaşım da önerilmektedir.
Daha sonra ise, bölgenin geçmişine doğru, jeokültürü daha çok vurgulayan bu perspektifi işlevsel hâle getirecek kısa bir yolculuğa çıkılmaktadır. 7 ve 8. yüzyılları şekillendiren jeopolitik denklem önce tasvir edilmekte, ardından da Orta Asya’ya hakim olan özne-mekan bileşkesinin gözüyle anlamlandırılmaktadır.
Son bölümün başlangıç kısmı, yaklaşık yüz elli-iki yüz yıla yayılan bir uzun vade anali-zine ayrılmıştır. Burada, değişimin boyutları hakkında fikir veren bazı ampirik göster-gelerden hareketle geleceği kurması muhtemel eğilimlere işaret edilmektedir. Ardından da, yeni çağın beraberinde getirdiği Orta Asya denklemi masaya yatırılmaktadır. İçeride “öznenin” bir buçuk asırlık parçalanma dönemini takiben kendini onarma ve mekan üzerinde bütünleşme arayışına, dışarıda ise ABD, Rusya ve Çin’i buluşturan rekabet üçgenine odaklanılmaktadır. Bu değerlendirmeler yapılırken Ayrıca, ortak öznenin kendini farklı bir mekanda kurmuş parçası olan Türkiye’nin, hem entegrasyon süreçlerinde, hem de dış dünyayla ilişkilerde oynadığı roller de ihmal edilmemektedir.
Çalışmanın sonuç bölümünde ise, bölgeyi edilgenlik vurgusu taşıyan “jeopolitik önem” parantezinden çıkarabileceği düşünülen vizyonun temel parametreleri, metin içinde tartışılmış önemli noktalar etrafında bir kez daha vurgulanmaktadır.
Anahtar Kelimeler;
Orta Asya, Jeopolitik, Jeokültür, Büyük Oyun, Millet İmparatorluklar, Özne-Mekân Bileşkeleri.
————————————–
GİRİŞ
Yirmi yıl önce Orta Asya’daki Türk cumhuriyetlerine bağımsızlıklarını kazandıran dönüşümler, yeni dünya düzeninin habercisi kabul ediliyordu. Bugün ise, Sovyetler Birliği’nin çöküşüyle başlayan süreci geçmiş kılmaya yetecek kuvvette bir dinamikler demeti, yeni çağa hazırlanmamız gerektiği ihtarında bulunuyor. Dikkate alınması gereken bu uyarı, bir bilinmezlikler yumağı da bırakıyor önümüze. Soru işaretlerinden Türkistan’ın hissesine düşenlere baktığımızda, ufukta beliren değişim dalgasının bölgeyi sürükleyeceği limanlarla ilgili olanlar hemen göze çarpıyor. Acaba Orta Asya’yı nasıl bir gelecek bekliyor? Bu coğrafyada biriken toplumsal enerji, bütünleşme doğrultusundaki adımları hızlandırabilecek mi? Yoksa, etrafını çeviren rekabet üçgeninin ivme kazandıracağı Balkanlaşma eğilimleri mi bölgenin kaderini çizecek?
Listesini uzatabileceğimiz ihtimaller zincirinin hangi ucundan tutarsak tutalım, yolumuz “jeopolitik” başlığı altında inşa edilmiş bir düşünce prizmasına çıkıyor. Üzerine yansıyan coğrafyaları, aktörleri, fikirleri vb. yeniden biçimlendirme yeteneğine sahip olan bu prizma, şimdiye kadar işini öylesine büyük bir maharetle yapmıştır ki, ona karşı duyulan güven yüzünden, çoğu zaman dönüştürerek aksettirdiği temsiller hakikatin kendisine tercih edilebilmiştir. Söz konusu kolaycılıktan doğan vahim sonuçların en berrak örnekleri arasında Orta Asya’nın ele alınış şeklinin bulunması ise kimseyi şaşırtmamalı. Çünkü işgal ettiği mevki, disiplinin doğuş evresinden itibaren odaklandığı coğrafyanın merkezine denk düşüyor. Ayrıca jeopolitiğin kurucu babaları, bu bölgenin sakinlerine hayli acımasız önyargılarla bakan bir anlam dairesi içinde yetiştiklerini yazdıklarıyla ortaya koyuyorlar.
Bu yüzden çalışmamızın ilk kısmını, Batılı jeopolitikçilerden miras kalan kalıpların eleştirisine ayırdık. Gerçekliği kavrayışımızı kolaylaştırmak bir yana, onunla aramıza ilave engeller diken bu düşünce geleneğinin izlerini günümüze kadar sürdükten sonra, kendi bakış açımızın tanıtımına geçeceğiz. İkinci kısımda önce, klasik jeopolitiğin Batı merkezci kavramsal mimarisi yerine, anlam üreten öznelerin mekanla ilişkilerini merkeze alan bir yaklaşım önereceğiz. Ardından ise bölgenin tarihinde, çizdiğimiz çerçeveyi işlevsel hâle getirecek kısa bir yolculuğa çıkacağız.
Takip eden kısım, yaklaşık yüz elli-iki yüz yıllık dönemi kapsayan bir uzun vade analizi ile başlıyor. Burada geleceği kurması muhtemel eğilimlere işaret edecek ve yeni çağın beraberinde getirdiği Orta Asya denklemini masaya yatıracağız. İçeride “öznenin” bir buçuk asırlık parçalanma dönemini takiben kendini onarma ve mekan üzerinde bütünleşme arayışına, dışarıda ise ABD, Rusya ve Çin’i buluşturan rekabet üçgenine odaklanacağız.
Giriş bölümünde son olarak, metin boyunca kullanacağımız temel coğrafi terminolojiye değinmek istiyoruz. Orta Asya’yı konu edinen uluslararası literatür incelendiğinde, bölgenin sınırları meselesi hakkında birbirleriyle ciddi derecede örtüşmekle beraber bazı noktalarda ayrışan iki temel görüşle karşılaşılmaktadır. Tarihsel bir perspektif etrafında ele aldıkları siyasi coğrafyadan hareket edenler, Orta Asya tabirinin tüm İç Asya’yı ve hatta Merkezî Avrasya’yı kuşatacak şekilde kullanılabileceği kanaatindedir (Adshead 1993: 3)[1]. Ancak, bu görüşün dayandığı tarihi ve siyasi referansları bütünüyle reddetmemekle birlikte bölgenin hudutlarını belirleyen temel faktörün jeokültür olması gerektiğini savunan ikinci yaklaşım, daha fazla benimsenmiştir. Jeokültürel bakımdan hangi coğrafyaların Orta Asya’ya dahil olduğu araştırılırken başvurulan kriterlerden biri, çevredeki tarım temelli yerleşik medeniyetlerin tarihsel etki alanlarıdır (Clarke 2009: 21; Sinor 1997: 2). Bu kriteri, komşular arasındaki geçişkenlikleri takip etmemizi de kolaylaştıran diğer ekolojik unsurlar, linguistik ve etnoloji tamamlamaktadır. Batı, Doğu ve Güney Türkistan yahut Rus, Çin ve Afgan Türkistanları şeklindeki adlandırmalar da söz konusu yaklaşımın ürünüdür (Adshead 1993: 3).
UNESCO’nun “Orta Asya Medeniyetleri” projesinde de bölgenin nerede başlayıp, nerede bittiği sorusuna benzer bir cevabın verildiğini görmekteyiz. Uluslararası bir bilim heyetinin hazırladığı bu çalışmaya göre Orta Asya; Afganistan, bugünkü İran’ın kuzeydoğusu, Pakistan, Kuzey Hindistan, Batı Çin, Moğolistan, Kazakistan, Kırgızistan, Tacikistan, Türkmenistan ve Özbekistan’ı kapsamaktadır. Doğu Türkistan’ın yanı sıra Çin’deki Qinghai ve İç Moğolistan da Orta Asya’nın parçası kabul edilmekte, Sistan ile Belucistan gibi alanlar ise Horasan’dan sayılmaktadır (Adle vd. 2003: 30). Ayrıca aktüel jeopolitik beklenti ve denklemler de Orta Asya’nın tarif ediliş biçimi üzerinde tesir sahibidir. Örneğin, 2004’teki BOP/GOKAP tartışmalarının ardından UNESCO’nun çizdiği sınırlar içindeki yerleri,”Büyük Orta Asya” olarak niteleyen eserlere rastlanmakta (Cutler 2007: 97), hatta bazı akademik yayınlarda söz konusu coğrafyaya Büyük Ortadoğu’nun doğrudan uzantısı nazarıyla bakılmaktadır (Amineh 2007: 1).
Kısaca değindiğimiz bu tartışmalar, inceleyeceğimiz bölgeyi tanımlarken ne kadar farklı parametreleri dikkate almamız gerektiğini gösteriyor. Fakat biz, çalışmamızın niteliği sebebiyle daha basit ve tek tipte bir terminolojiyi tercih edeceğiz. Çünkü metnin büyük bölümünde, tarihe ve bugüne ilişkin değerlendirmelere beraberce yer veriliyor oluşu, karmaşa ihtimali yaratmaktadır. Karışıklığı önleme kaygısı, bazı nüansların göz ardı edilmesi ihtiyacını doğurmaktadır. Bu çerçevede, Orta Asya ve Türkistan ifadeleri, Rus işgaline kadar geçen zaman dilimi için kullanıldığında yukarıda tarif edilen alan kastedilecek, Sovyetler Birliği sonrası dönemde bu coğrafyanın bir kısmında kurulan cumhuriyetlere topluca işaret edilmek istendiğinde ise, “Batı Türkistan/Orta Asya’nın batısı” gibi ayrıca bir adlandırma yapılmayacaktır.
1. BÖLÜM
BATILI JEOPOLİTİKÇİLER VE TÜRKİSTAN: “BÜYÜK OYUN”UN GÖLGESİNDE DOĞAN DİSİPLİNİN MİRASI
Büyük Oyun’un devamı sırasında Hindistan Genel Valiliği yapan Lord Curzon’un kaleminden dökülenler, Orta Asya’ya bakışın Batı’daki parametrelerini veciz bir şekilde özetlemektedir: “Türkistan, Afganistan, Hazar ötesi, İran… Pek çok kimseye bu isimler yalnızca mutlak bir uzaklık hissi ya da hayatın acayip cilvelerine ve ölümcül bir romantizme dair hatıralar teneffüs ettiriyor. Benim için ise, itiraf ediyorum ki, bunlar (sadece) üzerinde dünya hakimiyeti için oynanan bir satranç tahtasındaki taşlar.”
“Jeopolitik”in isim babası olarak, kavramı 1899’da ilk kez kullanan Rudolf Kjellen gösterilir. Kjellen’in teklif ettiği bu yeni bilim, devleti, hukuki bir zatiyet kabul eden geleneksel yaklaşımın eleştirisine dayanmaktaydı. Alman idealizmi ve Sosyal Darvinizmden etkilenen İsveçli profesörün nazarında devlet, dış politikada kendisine hayat hakkı arayan bir organizmaya benzemekteydi. Ülke/coğrafya ve kaynaklar, söz konusu varoluş kavgasının kaderini belirleyen temel unsurlar arasındaydı. Bunların niteliklerine ilişkin bilimsel bilgi ihtiyacına da jeopolitik cevap verecekti (Chapman 2011: 16-17).
Aslında jeopolitiğin tarif ettiği düşünce biçimi hiç de yeni sayılmazdı. Devlet adamlarının yönetim pratiklerine hayli zamandır hakim olan zihni kalıplar, kavramlar etrafında kristalize edilerek akademiye taşınıyordu. Aradaki ilişki çift yönlüydü. Emperyalizmin altın çağında jeopolitik, üniversiteler ve bilim kuruluşlarıyla devletin pratik ihtiyaçlarını buluşturuyordu. Akademi jeopolitik üzerinden devlet adamlarının kitleleri seferber etmelerini kolaylaştıracak basitlik ve kesinlikte bir dünya resmi çiziyor, hedefler gösteriyordu[2]. Bilimin saygınlığını arkasına alan coğrafi tasvirler, metaforlar ve kalıp ifadeler, iktidarların toplumlarını emperyal maceralar yönünde ikna etmelerini kolaylaştırmaktaydı.
Bu özellikleri dikkate alındığında, 20. yüzyılın başında jeopolitiğe en çok kucak açılan yerin Londra olması sürpriz değildir. Nitekim üzerinde güneş batmayan imparatorluğa geç Viktorya çağında hakim olan kaygılı ruh hâlinin hem gerekçeleri, hem de bu gerekçelerden üretilerek yeni bir yayılmacılık dalgasını teşvik eden kurtuluş reçeteleri, jeopolitiğin diliyle seslendirilmiştir. Endişelerin kaynağında, İngiliz hegemonyasının, sonradan sanayileşen ülkelerin meydan okumalarıyla yüzleşmesi yer almaktaydı. Söz konusu rekabet ikliminin “tacın incisi”ne yakın gerilimli zemini ise, Rusya ile kıyasıya bir mücadelenin yürütüldüğü Orta Asya’ydı[3]. “Büyük Oyun”[4] metaforuyla estetize edilen İngiltere ve Rusya arasındaki bilek güreşi, jeopolitik literatürünün önemli klasiklerinin yazıldığı bağlamı oluşturmaktadır. Bir başka söyleyişle jeopolitik, büyüteçlerini Asya haritasının ortasına odaklayan öncü kalemlerin çalışmalarıyla sistematik bir nitelik kazanmıştır.
Halford Mackinder’ın 1904’te yayınlanan ünlü makalesi (Mackinder 1904), bu literatürün ilk ciddi örneğidir. Mackinder, zihninde daha sonra Ratzel ve Haushofer gibi Alman jeopolitikçilerinin de paylaşacakları şu temel problematikle yola çıkmıştır: Gelecekte, İngiltere ve Almanya gibi orta büyüklükteki ulus devletler, ABD ve Rusya’nın temsil ettiği kıta ölçeğinde yayılmış güçler karşısında tutunabilecekler miydi? (Polelle, 1999: 97-99)[5].
Mackinder’ın eserlerini verdiği Londra’da bu soruya kötümser cevaplar verenlerin sayısı, 19. yüzyılın son çeyreği boyunca artmıştır. Orta Asya ve Kafkasya’dan haberler taşıyan gezginler ile devlet görevlilerinin anlattıkları, İngiliz kamuoyundaki karamsarlığı beslemekteydi. Artık Türkistan’daki Rus ilerleyişinden yalnızca Hindistan’ı tehdit edebileceği için endişe duyulmamaktaydı. Bölgedeki zenginlikler de bu rakip gücün elinde toplanacaktı. Üstelik gittikçe yayılan demiryolu ağı Rusya’ya, muazzam donanmasının İngiltere’ye sağladığı avantajları sunacaktı (O’Hara vd. 2006: 60, 61, 67).
İmparatorluğun ufkunda kara bulutların belirişinin işareti şeklinde yorumlanan bu gelişmeler, Orta Asya’ya duyulan ilgiyi artırmaktaydı (O’Hara 2005: 90-91). Ancak söz konusu merakın sempati içermediğini, neredeyse tamamen araçsal bir nitelik taşıdığını da söylemek gerekmektedir. Emperyal çıkarlara dayalı soğuk bir rasyonalite, daha jeopolitiğin doğuş yıllarından başlayarak Orta Asya’ya bakışın Batı’daki parametrelerini belirlemiştir. Bölge, esas oyuncular arasındaki rekabetin zemininden ibaret görülmüş, coğrafyaya anlam kazandıran beşeri özellikler ya çarpıtılarak oryantalist şemalara uydurulmuş, yahut da tümüyle soyutlanmak suretiyle büyük satranç tahtasındaki piyonlara indirgenmiştir. Batı’daki Orta Asya çalışmalarının müteakip evrelerinde de etkinliğini koruyan bu tutumu, Büyük Oyun’un devamı sırasında Hindistan Genel Valiliği yapan Lord Curzon’un kaleminden dökülenler, veciz bir şekilde özetlemektedir: “Türkistan, Afganistan, Hazar ötesi, İran.. Pek çok kimseye bu isimler yalnızca mutlak bir uzaklık hissi ya da hayatın acayip cilvelerine ve ölümcül bir romantizme dair hatıralar teneffüs ettiriyor. Benim için ise, itiraf ediyorum ki, bunlar (sadece) üzerinde dünya hakimiyeti için oynanan bir satranç tahtasındaki taşlar.” (Curzon 1892: 3)
Şekil – 1: Halford Mackinder (1861-1947)
Mackinder’ın çalışmalarında Curzon’un satırlarında rastladığımız Orta Asya’ya dair her iki düşünce biçimi de bilimsel elbiselere bürünerek arz-ı endam eder. Bunlardan ilki satranç taşı metaforunda ifadesini bulan, sosyal gerçeklikleri ölçülebilir ve denetlenebilir hâle dönüştürme isteği şeklindeki metodolojik tutumdur[6]. Sözkonusu arzuyla, ’’coğrafi sebeplilik” hakkında bir formüle ulaşmaya çalıştığını söyleyen Mackinder’ın, insan iradesi ve doğa arasında varsaydığı yarı-determinist ilişki paralellikler taşımaktadır. Mackinder, eylemin insanın hür iradesiyle başladığını kabul etmekte, ancak hemen ardından doğanın bu iradeyi sınırlayarak önemli ölçüde yönlendirdiğini söylemektedir (Mackinder 1904: 422-423).
Bu yaklaşımından hareket edildiğinde, Mackinder’ın bilimsel ciddiyet kazandırmaya çalıştığı jeopolitiği, dönemin hakim bilim paradigması konumundaki pozitivizmin kalıplarıyla inşa ettiği anlaşılmaktadır. Bir adım öteye geçerek coğrafi determinizmi felsefeyle (Mackinder 1904: 421) buluşturma gereğinden bahsettiğinde ise, Lord Curzon’un satırlarının ilk kısmına yansıyan “doğu”ya dair irrasyonel imajları devreye sokmaktadır. Bunlar, içerik itibariyle Curzon’un egzotik çağrışımlarla dolu anlatımından farklılaşsalar da, çoğunlukla aynı Oryantalist muhayyile tarafından üretilmişlerdir. Mackinder’ın jeopolitiğinde öteki, tarihin dinamiğini sağlayan ve özneyi kuran asıl faktördür. Bu yüzden de “barbarlardan” duyulan korkunun tarihî hafıza üzerinden uyarılması, savunduğu argümanı destekleyen merkezî bir rol oynamaktadır.
Nitekim Mackinder, medeniyetlerin oluşumu bakımından iç enerjiden daha çok dışardan gelen tehdit ve zorlamalara ihtiyaç duyulduğunu tarihe yaptığı göndermelerle ispata çalışırken tam da bu korkulara hitap etmektedir. Avrupa medeniyeti, barbarlığın baskısı altında kurulmuştur. Bu yüzden Avrupa ve Avrupa tarihine Asya’nın ve Asya tarihinin türevi nazarıyla bakılmalı, Avrupa medeniyetinin, Asyalı istilacılara karşı verilen mücadelenin ürünü olduğu hatırlanmalıdır (Mackinder 1904: 422-423).
Bu tezlerini dikkate aldığımızda Mackinder’ı, Toynbee’den Huntington’a kadar Anglo-Saxon sosyal bilim geleneğinde izini sürebileceğimiz, medeniyetler arasındaki meydan okuma ve cevap verme diyalektiği etrafında ilerleyen tarih anlayışının parçası kabul edebiliriz. Jeopolitiğinin temellerine ötekiyle mücadeleyi yerleştiren Mackinder’a göre Asya’dan gelen istilacılar sayesinde kimliğini bulan Avrupa, söz konusu meydan okumaya cevabını ise dünyayı “Avro-Asyalılaştırarak” vermiştir. Mackinder bu ifadeyle “denizlerin ortasında yeni Avrupalar” yaratan Batı yayılmacılığını kastetmektedir. “Kolomb Çağı” dediği cevap evresinde barbarların tehdidi altındaki Hristiyan Avrupa, sıkıştırıldığı dar alandan çıkmış ve neredeyse hiçbir ciddi direnişle karşılaşmadan yayılmıştır (Mackinder 1904: 421-422). Amerika, Avustralya, sahra altı Afrikası artık Avro-Asya olmuştur. 20. yüzyılın başına gelindiğinde, verilen cevabın neticesi olarak Britanya, ABD, Güney Afrika ve Avustralya, artık kara gücünün erişemediği üslere, deniz gücü ve ticaretine sahipti (Mackinder 1904: 432-433).
“Orta Asya’ya yerleşen Rusya, demiryolları sayesinde Kolomb’tan bu tarafa denize dayalı imparatorluklar lehine seyreden kuvvet dengesini, karalara hakim güçlerden yana bozma fırsatını yakalamıştır. Üstelik “kalpgâhın” kaynaklarını seferber ederek bir deniz gücü oluşturma imkânı da mevcuttur. Bu ise, bir dünya imparatorluğunun ufukta gözükmesi anlamına gelmektedir.”
Mackinder’ın gözlerini Asya’ya çeviren şey ise, Batı için bir genişleme dönemi olan Kolomb Çağı’nın sona erdiği ve vaktiyle Avrupa’ya karşı büyük meydan okumayı gerçekleştiren coğrafyada yeni bir tehdidin gün geçtikçe büyüdüğü inancıdır. Aktörler değişse, Türk ve Moğolların yerini Ruslar alsa bile, rakipleri doğuran coğrafya aynıdır: “14. yüzyılda Avrupa’ya yağan ordular ilk kuvvetlerini 3000 mil ötede Moğolistan’ın yüksek steplerinde topladılar.” (Mackinder 1904: 430) “… Moğol İmparatorluğuyla Rusya yer değiştirmiş vaziyettedir..” (Mackinder 1904: 436) Rusya’nın İskandinavya, Polonya, İran, Hindistan ve Çin’e yaptığı baskı, yüzyıllar önce steplerden yayılan akıncıların faaliyetleriyle kıyaslanabilir. Orta Asya’ya yerleşen Rusya, demiryolları sayesinde Kolomb’tan bu tarafa denize dayalı imparatorluklar lehine seyreden kuvvet dengesini, karalara hakim güçlerden yana bozma fırsatını yakalamıştır. Üstelik “tarihin coğrafî ekseninin” kaynaklarını seferber ederek kaydadeğer nitelikte deniz gücü oluşturma imkânı da mevcuttur. Bu ise, bir dünya imparatorluğunun ufukta gözükmesi anlamına gelmektedir (Mackinder 1904: 436). I. Dünya Savaşı’nı takip eden sınırların yeniden çizildiği günlerde Mackinder, ünlü eserini yayınlayarak doğudaki gerçek tehdidin gözden kaçırılmaması gerektiği ikazını tekrarlar. Kitabın nabzı, parmağını Almanya ve Rusya’ya doğrulttuğu şu cümlelerde atmaktadır: “Doğu Avrupa’yı yöneten Kalpgâha hükmeder; Kalpgâhı yöneten, Dünya adasına hükmeder; Dünya adasını yöneten Dünya’ya hükmeder.” (Mackinder 1919: 194)
Mackinder’ın objektif coğrafi gerçekler, teknolojik gelişmeler ve tarihi örneklerle desteklediğini iddia ettiği bu jeopolitik tasarımı, daha sonra eleştirel jeopolitikçilerin “klasiklere” yöneltecekleri itirazlarda da altı çizilecek derin bir ironiyi bünyesinde barındırmaktaydı[7]. Mackinder ve takipçilerinin “objektif” hakikatleri penceresinden yorumladıkları, dost/düşman ayrımlarını dayandırdıkları kimlikler, sürprizler yumağıydılar. Örneğin, Londra’dan bakıldığında Batı medeniyetine karşı meydana okuma hazırlığı gibi algılanan Orta Asya’daki Rus ilerleyişi, Buhara ve Hive’yi bizzat teslim alanların gözünde ülkelerini Avrupalı kılacak adımlardan ibaretti. Avrupa Medeniyeti’nin temsilcisi sıfatıyla Orta Asya’nın “kaba, barbar” diye aşağıladıkları sakinlerini aydınlatarak dönüştürme misyonunu taşıdıklarını düşünmekteydiler.
Bölgedeki işgal kuvvetlerinin komutanları ile ünlü romancı Fyodor Dostoevsky gibi yayılma hareketini destekleyen siviller, Avrupa milletler ailesine tam üyeliğe liyakatin Doğu’daki vaha ve çöllerde ispatlanacağına inanıyorlardı. Onlara göre, tıpkı diğer “doğu” toplumları gibi Maveraünnehir’de yaşayanlar da miskin, yolsuz ve zalimdiler. İklimden, ırklarından ve dinlerinden kaynaklanan sebeplerle geri kalmışlardı (Crews 2006: 246).
Üstün medeniyeti temsil etme iddiasının doğurduğu bu kibir, Batılı devletler tarafından yürütülen dönemin tüm emperyalist genişleme hamlelerinin belirgin özelliğidir. Batı dışı coğrafyalarda az zahmetle genişleyebilecek yer kalmadığında ise, tarihin kaydettiği en büyük medeniyet içi çatışma patlak vermiştir. İnsanlığa tarifsiz acılar yaşatan dünya savaşları sırasında, jeopolitikle bağlantılı tezler de ciddi rağbet görmüşlerdir. Bir tarafta, Friedrich Ratzel ve Karl Haushofer gibi isimlerle anılan, Nazi yayılmacılığının ideolojik motivasyon kaynakları arasındaki lebensraum/hayat alanı düşüncesi yer almaktaydı (Sempa 2002: 32). Öte yandan ise, Alfred Mahan’dan itibaren İngiliz okulunun kara/deniz ikilemesine dayalı yaklaşımını benimseyen Amerikan jeopolitikçilerinin görüşlerine duyulan ilgi artmaktaydı.
ABD’de jeopolitiğin kurucu babası kabul edilen Mahan, Asya’ya baktığında Mackinder’la neredeyse aynı manzarayı görmekteydi. Ona göre de Asya meselesi, temelde Rusya meselesiydi. Bir kara gücü olan Rusya, Asya’nın denizlere komşu kısımlarına erişirse ciddi bir deniz gücü olabilirdi. Bu da tehlike anlamına gelmekteydi (Mahan 2003: 28-29). I. Dünya Savaşı’nın başında hayata gözlerini yuman Mahan, öngörülerinin ne kadarının gerçekleştiğini değerlendirebilecek fırsatı bulamadı. Ancak II. Dünya Savaşı yıllarında bu şans Mackinder’a verildi. 1943’te Foreign Affairs dergisi tarafından jeopolitiğe ilişkin düşüncelerini bir kez daha kaleme alması istendiğinde, kalpgâhın alanını genişleterek ana tezlerini yineledi (Mackinder 1943).
Şekil – 2: Spkyman’ın Kenar Kuşağı
Aynı döneme ait popüler Amerikan dergilerinde, “bir İngiliz’in icat ettiği, Almanlar’ın kullandığı ve Amerikalıların ise üzerinde çalışmaları gereken bilimsel sistem” olarak takdim edilen jeopolitik (Thorndike 1942: 106-115), savaşın sonuna doğru kendine Spykman gibi yeni öğrenciler buldu. Kenar-kuşak teorisi ile Sovyetler Birliği’ni “çevreleme” politikasına zihni zemin hazırlayan Spykman, Mackinder’ın temel varsayımlarının tam aksini söylemekteydi. Ona göre Kalpgâh, dışarısını etkileyen değil, dışarıdan etkilenen coğrafyaydı “Rimland” diye adlandırdığı Avrasya’nın sahil bölgeleri, başta nüfusları ve zengin doğal kaynakları olmak üzere birçok bakımdan cihan hakimiyeti için hayatî öneme sahipti. Mackinder’ınkine benzeterek kurduğu meşhur cümle, jeopolitik vizyonunu özetlemektedir: “Kenar kuşağını kontrol eden, Avrasya’yı yönetir; Avrasya’yı yöneten Dünya’nın kaderini kontrol eder.” (Spykman 1944: 43)
Yeryüzünün fizikî coğrafyası sabit kaldığına göre, Spykman’a yerleşik jeopolitik algıya bütünüyle karşı çıkma cesaret ve motivasyonunu sağlayan şey, politik evrendeki değişim olmalıdır. Nitekim eğer Mackinder’ın 1904’ten itibaren yazdıklarını, Rusya’nın yükselişiyle ufukta beliren tehdide karşı tayakkuz çağrısı şeklinde yorumlarsak, ilk bakışta onun teorisini ters-yüz etmiş gibi gözüken Spykman’ın tezlerinin artık hakikat hâline gelmiş tehdide karşı geliştirilen bir mücadele stratejisi olduğunu söyleyebiliriz. Rusya kalpgâhın tamamını ele geçirmeden önce, böyle bir gelişmenin Moskova’ya dünya hakimiyetini kazandıracağını ileri sürmek, Batılı kamuoyu ve devlet adamlarını tarihin istenmeyen yönde akmaması için eyleme çağıran bir uyarı mahiyeti taşımaktaydı. Ancak korkulan gerçekleştikten sonra aynı tezlerde ısrar etmek, Batı’nın teslim bayrağını çekmesini talep etmek anlamına gelmekteydi. Oysa ihtiyaç duyulan şey, kalpgâha hükmeden gücün yenilebileceğine elitlerin ve kitlelerin ikna edilmesiydi. Nitekim demir perdenin inişinden Sovyet sonrası döneme uzanacak biçimde Mackinder’ın teorisinin Rusya’da itibar kazanması, çizmeye çalıştığımız manzarayı doğrulamaktadır (Bassina vd. 2006: 99-118).
Tüm bu tartışmalar, savaş yıllarının dikkatlerin jeopolitik üzerinde en çok toplandığı dönem olduğunu gösteriyor. Ancak altın çağının hemen sonrasında jeopolitik, savaşla bu kadar iç içe geçtiği için akademiden dışlanmaya başlamıştır. Ödenen insanî bedelin sorumlularının arandığı, silahların susmasıyla hızlanıp 1950’lere kadar uzanan entelektüel muhasebe ortamında jeopolitik, yaşanan trajedinin sorumlularından biri kabul edilerek sanık sandalyesine oturtulmuştur. Bazıları savaşta coğrafi istihbarat uzmanı sıfatıyla Amerikan ordusuna hizmet de vermiş olan Richard Hartshorne ve Isaiah Bowman gibi isimlerin jeopolitiği “entelektüel zehir” ilan etmeleri, üniversiteden yükselen eleştiri dalgasının şiddeti hakkında fikir vermektedir. Nazizm’le, İtalyan ve Japon faşizmleriyle ilişkisinin altı çizilerek, soykırımı, ırkçılığı, yayılmacılığı ve mekana hükmetme arzusunu teşvik ettiği ileri sürülen jeopolitiğe, entelektüel sahtekarlık damgası vurulmuştur (Dodds 2007: 22).
Jeopolitiğin gözden düşmesiyle birlikte, Orta Asya’yı kapsayan coğrafya hakkında stratejik düşünce üretme misyonu, henüz oryantalizm eleştirileriyle sarsılmadığı için saygınlığını koruyan diğer disiplinlere devredilmiştir. Bu durum, yapılan araştırmaların şekli bakımından bazı farklılıklar yaratsa da bilgi üretim sürecine kılavuzluk eden pusulada herhangi bir yenilenmeye yol açmamıştır. Sovyet dönemi Orta Asya’sıyla alakalı ABD ve Avrupa’daki akademik faaliyetler, tıpkı daha öncekiler gibi, değişen tarihsel bağlamlarda Batı’nın çıkarlarının merkeze alınması suretiyle yürütülmüşlerdir. Nitekim, söz konusu döneme ait literatür üzerine yapılan çalışmalar, bağlamların yalnızca ne söylendiğini değil, neyi, kimin, nerede söylediğini de belirlediğini göstermektedir. SSCB’nin yumuşak karnına Orta Asya’dan ulaşma hedefi, konjonktürel dönüşümlere rağmen Berlin duvarı yıkılıncaya dek sabit kalarak bilimsel faaliyetlerin rotasını çizmiştir (Myer 2002: 28).
Söz konusu rota doğrultusundaki ilk kuşak çalışmalar 1950’lerde ortaya çıkmış, özellikle de Süveyş Krizi’nin ardından Orta Asya araştırmalarında kayda değer bir canlanma yaşanmıştır. Bu yıllarda cevabı aranan temel soru, Sovyetler’in Orta Asya politikasının Ortadoğu’yu nasıl etkileyeceğiydi. Orta Asya ve Ortadoğu arasında bağlantı olduğu düşünülüyor, Türkistan, Sovyet dükkanının vitrini gibi görülüyordu. Ortadoğu ve Güney Asya’daki sol eğilimli yeni hükümetlerin Moskova’nın vaatleri hakkında bu vitrine bakarak karar vermeleri kuvvetle muhtemeldi. Alanda yapılacak araştırmalarla, Sovyet propagandasının inandırıcılığını zedeleyecek bulgulara ulaşılabileceği umuluyordu. Ancak dost/düşman şeklindeki yaygın şematik ayrıma rağmen, kolonyal geçmişe sahip Batılı ülkelerdeki yayınlarda şaşırtıcı sempati emarelerine de rastlanmak- tadır. Özellikle İngilizler ve Fransızlar, uyguladıkları metodları lanetleseler de, Sovyet- lerin bölgedeki hedef ve başarılarını yer yer onaylayan ifadelerle değerlendirmişlerdir.
Konuyla ilgili önemli bir çalışmaya imza atan Myer, söz konusu sempatiyi, “bilim insanlarının bir Avrupa gücü adına Avrupalı olmayan toprakları yönetme deneyimine aşina olmalarına” bağlamaktadır (Myer 2002: 18-19, 28, 101-124)[8].
1960’lara gelindiğinde ana rota sabit kalmakla birlikte, çalışmaların etrafında örüldükleri temel soruda, konjonktürel bir yenilenmeyle karşılaşılmaktadır. İngiliz ve Fransız sömürge imparatorluklarının tasfiyelerinin tamamlandığı bu dönemde, Sovyet İmparatorluğu da aynı kaderi paylaşacak mıydı? Sovyetler, rejimin baskıcı karakterini vurgulamak ama aynı zamanda da çöken kolonyalist sistemle yapısal ortak paydalarına dikkat çekmek maksadıyla “imparatorluk” olarak nitelenmiştir. Eğer tüm imparatorlukların çözüldüğü bir çağ yaşanıyorsa, Sovyetler’in de aynı akıbete uğraması kaçınılmazdı. Sovyetler Birliği’nin içindeki iktidar ilişkilerinin kolonyal niteliği ise en bariz biçimde Türkistan’da gözlenebilirdi. Dolayısıyla araştırmalarla, Sovyet emperyalizminin sonuna dair beklentilerin test edilebileceği yer de burasıydı (Myer 2002: 125-161).
1970 ve 80’lerde, kolonyalizm etrafında kurulan denkleme bir faktör olarak İslamî köktencilik tezleri eklenmiştir. Ortadoğu’dan başlayarak etkisini hissettiren “İslam’ın Uyanışı”, demografik bakımdan hızla güçlenen Orta Asya Müslümanlarının isyan et-melerine sebep olacak mıydı? Bu yıllarda birçok Orta Asya uzmanı, yeraltındaki sûfî hareketlerin örgütleyeceği, yakın veya orta vadede patlak verebilecek bir isyanı ihtimal dairesinde görmüşlerdir. Söz konusu beklentiler gerçekleşmemesine rağmen, Batılı akademisyenlerin Orta Asya ile Müslüman radikalizmi olarak kodladıkları dinamiği ilişkilendirmeleri, daha sonra özellikle bölgenin güneyine yönelik müdahalelerin zeminine katkıda bulunmuştur (Myer 2002: 162-201).
Soğuk Savaş boyunca izlediği seyre kısaca değindiğimiz Orta Asya çalışmalarında gözetilen stratejik hedeflere, artık akademi dışında bulunan jeopolitikçiler de destek vermişlerdir. Daha önce bahsettiğimiz sebeplerle üniversite çevrelerinin çoğundan dışlanan jeopolitiğin, politika yapıcılar ve danışmanları arasında benzer düzeyde bir itibar erozyonuna uğramadığı görül-mektedir. Özellikle, Henry Kissinger ve Zbigniew Brzezinski, Sovyetlerle mücadele döneminden başlayarak Amerikan jeopolitik geleneğini hem teorik hem de pratik faa-liyetleriyle yaşatan en parlak isimler olarak tarihteki yerlerini almışlardır.
Aynı zamanda bu iki isim, Avrasya ve Orta Asya’ya verdikleri önem bakımından Mahan- Mackinder çizgisinin uzantısı kabul edilmektedir (Radtke 2007: 394). Kissinger’ın 1972 yılı Temmuz ayında Çin Başbakanı’na söyledikleri, Asya meselesinin ne kadar ciddiye alındığını gösteren güzel bir örnektir. Pekin’deki toplantı sırasında Kissinger, Chou Enlai’ye, ABD’nin iki durumda nükleer silah kullanmaya kararlı olduğunu iletmiştir. Bunlardan ilki Avrupa’ya yönelik bir taarruz hâli, diğeri ise Asya’nın tamamını Batı kontrolünden çıkaracak bir saldırıydı (Foreign Relations of the United States 2006: 926). Kissinger’ın hatıralarında ayrıca, Orta Asya’ya ve Türkiye-Türkistan bağlantısına dair dikkate değer ipuçlarına da rastlanmaktadır. Bunlardan biri, Kıbrıs Barış
Harekatı günlerine aittir. Kissinger, o tarihte Türkiye’ye daha fazla baskı yapılmasını iste-yen kesimlere karşı çıkış gerekçelerini sıralarken, Türkiye-Orta Asya ilişkisine değinmek-tedir. Kissinger’a göre Türkiye, jeopolitik açıdan Yunanistan’dan daha mühimdi. Çünkü: ’’Ortadoğu’ya, Orta Asya’ya, Sovyetler Birliği’ne ve Avrupa’ya komşu olan Türkiye, bu bölgelerin her birinde Amerikan politikası için vazgeçilmezdi.” (Kissinger 2000: 225)
Kalpgâha yerleşen güç, Kissinger’ın tehditlerinin sınanmasına gerek kalmaksızın dağıldığında, akademisyenlerin yahut jeopolitikçilerin saflarından neredeyse hiç kimse, bu çöküşün gerçek sebeplerini önceden haber vermekle övünemedi. Orta Asya’daki Türk cumhuriyetlerinde bekledikleri tarzda bir ayaklanma yaşanmadı. Üstelik başta Kazakistan olmak üzere bu ülkeler, Sovyet sonrası döneme sancısız geçişi sağlamak amacıyla bağımsızlık ilanlarında çok aceleci de davranmadılar. Ancak zafer fotoğrafı o kadar büyüktü ki, bu detaylara ilişkin eleştiriler gündemde fazla yer işgal etmedi. Tarihin sonu gelmişti ve kamuoyu, ne söyleyecekleri merakla beklenen jeopolitikçilerden bu ânı ebedîleştirmenin mümkün olduğuna dair açıklamalar dinlemekle meşguldü.
Sözlerine en çok kulak kabartılan isimlerden biri, şüphesiz Zbigniew Brzezinski’ydi. 1997’de yayınladığı kitap, yazarının Soğuk Savaş yıllarına dayanan şöhreti sebebiyle ilave anlamlar yüklenerek okundu. Seçtiği başlık, “Büyük Satranç Tahtası”, bir asır önce Lord Curzon’un kaleminden dökülen, yukarıda yer verdiğimiz cümleyi hatırlatmaktadır. İçerdiği tezlerin dayandığı temel parametreler bakımından da Anglo-Sakson jeopolitik geleneğindeki devamlılığı temsil etmektedir. Brzezinski’nin Avrasya’yı küresel üstünlük mücadelesinin zemini olarak gösterdiği pasajlara göz gezdirirken Mackinder’ın daktilosunun sesini işitir gibi olursunuz. Brzezinski de gözlerini kalpgâha diker ve en önemli jeopolitik ödülün Avrasya olduğunu söyler. Amerika’nın küresel üstünlüğü, Avrasya’daki üstünlüğünün uzunluk ve etkinliğine bağlıdır. Sovyetlere karşı kazanılan zafere rağmen gelecek hâlâ tehlikelerle doludur. ABD’yi bölgeden uzaklaştırmak isteyen Avrasya’ya hakim bir meydan okuyucu ortaya çıkabileceği gibi, bunu 1940’lardaki Hitler-Stalin ortaklığına benzer bir koalisyon da deneyebilir (Brzezinski 1997: XIV, 30).
Büyük Satranç Tahtası’nda Orta Asya, Avrasya Balkanları’nın içine yerleştirilmiştir. Brzezinski, Avrasya Balkanları ifadesini, “Balkan” kelimesinin etnik çatışmalar ve büyük devletler arasındaki bölgesel rekabetle ilgili çağrışımlarına referansla kullanır. Ona göre Avrasya’nın da bir Balkanları mevcuttur ve Orta Asya buranın bir parçasıdır (Brzezinski 1997: 123). Azerbaycan, Kazakistan, Özbekistan ve Türkmenistan için tek tek değerlendirmeler yapan Brzezinski, Orta Asya’nın geleceğini Rus, Çin, İran, Türk ve ABD çıkarları arasındaki etkileşimin belirleyeceğini söylemektedir. Amerika bölgeye tek başına hakim olabilmek için fazla uzak, ilgisiz kalmak için ise ziyadesiyle güçlüdür. Bu yüzden en iyi seçenek, küresel toplumun bu coğrafyaya ekonomik ve finansal bakımlardan engelsiz erişimini mümkün kılacak bir “jeopolitik çoğulculuktur.” (Brzezinski 1997: 148-150) Yani, hiçbir güç, tek başına kalpgâhın coğrafi merkezine hükmetmemelidir.
Brzezinski’nin çizdiği parametreleri, Amerikan politika yapıcıları ve danışmanlarından oluşan topluluk içinde önemli bir taraftar grubu sahiplenmiştir. Nitekim bölgeye yönelik temel perspektifinin, bazı değişikliklerle 11 Eylül sonrasında da korunduğu anlaşılmaktadır. Örneğin, gündemin en sıcak maddesinin Afganistan operasyonu olduğu bir konjonktürde S. Frederick Starr, Senato’nun Orta Asya’yla ilişkilerden sorumlu üyelerine şunları anlatmaktaydı: “Hepsi bölgeyle yakın tarihsel ve kültürel bağlara sahip nükleer devletler ve önemli bölgesel güçlerle komşu olan Orta Asya, güvenliği için diğerlerinin tamamını tehdit etmeden bunlardan herhangi birine dayanamaz.” (Starr 2002). Starr, bundan yaklaşık üç buçuk yıl sonra ise, Orta Asya’yı Güney Asya ile tek bölge hâline getirmeyi hedefleyen bir tasarımla ortaya çıkmıştır. “Büyük Orta Asya” hakkındaki detaylarına daha sonra değineceğimiz tahlilleriyle, bölgeye bakışın parametrelerini Brzezinski’nin ardından ciddi biçimde revize etmeye çalışan son Amerikalı, “organik” bölge uzmanı sıfatını taşımaya layık gözükmektedir (Starr, 2005).
——————————————————————————-
LOOKING FROM THE THRESHOLD OF THE NEW CENTURY TO THE “HEART OF EURASIA”
ASSESSMENTS ON CENTRAL ASÍAN GEOPOLÍTÍCS FROM THE PAST TO THE FUTURE
Abstract
Our study, which has been written to commemorate the 20th anniversary of the independence of the Turkic republics, consists of a short introduction, a short summary and three main chapters. In Introduction, our hypothesis and approach are presented and information is given on the geographical terminology which will be used in the whole text.
In the First Chapter, the approach of the discipline of geopolitics, which was born at the end of the 19th century, to the geographical area embracing Central Asia is analyzed critically. The elements of continuity in the line reaching from Mackinder to Brzezinsky are underlined and, by using the example of Turkestan, the effort is made to prove that the models produced by Western experts of geopolitics do not increase our understanding of reality, but they erect additional obstacles.
In the Second Chapter, initially the understanding of history which fosters the conceptual prism created by students of geopolitics is criticized and then orientalist images are questioned by drawing the attention to the studies which explain the true place of Central Asia in the history of mankind. In this Chapter, instead of the Western oriented conceptual architect of the classical geopolitics, which is criticized, a native approach focusing on relations of the entities producing meaning with the space is proposed.
In the following chapter, it is set forth on a short journey to the past of the region, which will make functional this perspective putting more emphasis on geo-culture. The geopolitical equation which shaped the 7th and 8th centuries is described firstly and then it is given a meaning from the perspective of the subject-space combination dominant in Central Asia.
The first part of the last Chapter includes a long-term analysis of the period covering a hundred fifty to two hundred years. In the following section, domestically the search of the entity for repairing itself and integrating on the space after one and half century- long period of disintegration is studied intensively in addition to the analysis of the triangular of competition consisting of the United States, Russia and China without ignoring Turkey as the external factor.
In Conclusion, the basic parameters of the vision, which is expected to save the region from the tight dress of “geopolitical importance” implying passivity, are summarized.
Keywords:
Central Asia, Geopolitics, Geo-Culture, Great Game, Nation Empires, Subject-Space Combinations
—————————————————————
Взгляд На «Центр Евразии» На Пороге Новой Эры
Анализ геополитики Центральной Азии: из прошлого в будущее
Аннотация
Работа, посвященная 20-летию независимости тюркских республик, состоит из краткого введения, заключения и трех основных разделов. Во введении представлены проблематика и взгляд автора, а также дана географическая терминология, использованная в тексте.
В первом разделе критическому анализу подвергается форма геополитического подхода к центральноазиатскому региону, возникшего в конце 19-го века. Подчеркиваются факторы преемственности линии, начатой Маккиндером и продолжающейся до Бжезинского; на примере Туркестана показано, что модели восприятия западных геополитиков не то, чтобы облегчают наше понимание реальности, наоборот создают дополнительные препятствия между нами.
Во втором разделе, начатом с критики исторического понятия, на основе которой построена концептуальная призма геополитиков, обращается внимание на труды, которые показывают достойное место Центральной Азии в мировой истории и рассматриваются ориенталистские имиджы данного региона. В этом разделе также вместо западноориентированной концептуальной архитектуры классической геополитики предлагается внутренний подход, ставящий в центр отношения между субъектом и пространством.
Позже сделан краткий экскурс в прошлое данного региона, который показывает функциональность этой подчеркивающей геокультуру перспективы. Сначала описывается форма геополитического уравнения 7-го и 8-го веков, затем объясняется с точки зрения равнодействия предмет-пространство, доминирующей в Центральной Азии.
Начальная часть последнего раздела посвящена анализу длительного периода, охватывающего примерно сто пятьдесят-двести лет. Затем после полуторавекового процесса разделения «субъекта» изнутри показаны поиски самовосстановления и интеграции региона; как внешний фактор внимание акцентируется на конкурентном треугольнике США, России и Китая, не забывая при этом и Турцию.
В заключительной части исследования даны основные параметры видения, позволяющего региону выйти из зоны пассивности с точки зрения геополитического значения.
Ключевые слова:
Центральная Азия, геополитика, геокультура, Большая игра, национальные империи, взаимодействие предмет-пространство.
—————————————————————–
Künye:
OKUR, M. Akif
Yeni Çağın Eşiğinden “Avrasya’nın Kalbi”ne Bakmak: Tarihten Geleceğe Orta Asya’nın Jeopolitiği Üzerine Değerlendirmeler / M. Akif OKUR; editör: Murat YILMAZ
Hoca Ahmet Yesevi Uluslararası Türk-Kazak Üniversitesi, Ankara – 2011
64 s: 19×27 cm. (Hoca Ahmet Yesevi Uluslararası Türk-Kazak Üniversitesi. İnceleme-Araştırma dizisi; yayın no: 05)
ISBN: 978-9944-237-07-9
1. Jeopolitik – Orta Asya – I. YILMAZ, Murat
327.1010958
Baskı Tarihi: Eylül 2011
Ahmet Yesevi Üniversitesi Mütevelli Heyet Başkanlığı
Adres:
Taşkent Cad. 10. Sokak No: 30 06490 Bahçelievler/ANKARA
Tel: 0312 215 22 06 • Faks: 0312 215 22 09
www.yesevi.edu. tr, [email protected]
[1] Adshead, bu üç bölgeyi önem bakımından da sıralamaktadır. Ona göre, bölgenin merkezi Maveraünnehir diye de anılan Batı Türkistan’dır. İkinci derecede önemli kısmı Doğu Türkistan’dır. Afgan Türkistan’ı ise üçüncü sırada gelmektedir (Adshead 1993: 8, 9, 10).
[2] Jeopolitik dilin genel özellikleri için bkz. (Dodds 2007: 4 vd)
[3] Orta Asya’daki Rus yayılmacılığı hakkında yazdıklarıyla İngiliz kamuoyunu ciddi düzeyde etkileyen Charles Thomas Marvin’in Merv’in düşmesi üzerine kaleme aldığı satırlar, Hindistan-Orta Asya bağlantısının dönemin stratejik değerlendirmelerindeki yerini gözler önüne sermektedir: “Hindistan’ın anahtarı olan Herat tehlikededir. (Rus) Kazakları Afganlarla gerçek bir temas sağladılar ve Asya’da İngiltere, iki mparatorluğu birbirinden ayıran gelecekteki sınırın Rusya’nın münhasır tercihine terk edilip edilmeyeceğine ya da Hindistan’a doğru Rus ilerleyişinin önündeki nihai adım olan Merv’in ilhakını onaylayıp onaylamayacağına karar vermeye zorlandı, bir kez daha zorlandı.” (Marvin 1891: 389)
[4] İlk kez Arthur Connolly’nin 1835’te yayınlanan “Narrative of an Overland Journey to the North of India”da geçen bu ifadeye şöhretini kazandıran kalem Rudyard Kipling’tir. Kipling, 1900’de tefrika etmeye başladığı “Kim” romanının arka planında Asya’da kıyasıya devam eden İngiliz-Rus mücadelesini anlatır. (Siegel 2002: XV-XVI)
[5] 20. yüzyılın tarihi adeta bu sorunun ne kadar anlamlı olduğunun ispatıdır. İlk bakışta dünya savaşları,
yapısal bakımdan benzer sınırlılıklara mahkum bu iki ülke etrafındaki koalisyonlar arasında geçmiş gözükmektedir. Ancak 20. yüzyılın ortasından itibaren dünya sisteminin kazandığı çehre, yalnızca mağluplar değil, bazı galipler bakımından da 1800’lerin sonunda görülmeye başlanan korkulu rüyanın hakikate dönüşmesidir. İngiltere galipler locasında oturmasına rağmen imparatorluğunu yitirmiş, hegemonik âsâyı ABD’ye devrederek yeni düzen içinde eskisine kıyasla marjinal bir mevkiyi kabullenmek zorunda kalmıştır. Hegemonik mücadelenin, yüzyılın başındaki jeopolitikçilerin öngördükleri biçimde kıtasal güçler arasında geçtiği bir evreye girilmiştir. Gelişmelere bu pencereden bakıldığında, Avrupa Birliği’nin inşasına aynı tarihlerde başlanılmış olması anlamlıdır. AB projesine varlık kazandıran saikler arasında söz konusu yapısal kusuru aşma arzusunun da yer aldığını düşünmek mümkündür. Nitekim ilerleyen kısımlarda değineceğimiz, bir bölgeselleşme formu olarak “millet-imparatorluk”ların meydana geliş süreçlerinin kökeninde de benzer kaygılar ve motivasyon unsurları bulunmaktadır.
[6] Jeopolitikçilere yöneltilen en önemli eleştirilerden biri, tarih ve kültürü analizlerin dışında bırakmak suretiyle uluslararası ilişkileri bilardo toplarının hareketlerine benzeterek açıklamaya çalışan yaklaşımı güçlendirmeleridir (Polelle 1999: 120).
[7] Eleştirel jeopolitik, jeopolitiğin geleneksel algılanış biçimlerini, küresel politik ekonomiyi ve jeoekonomik söylemi sentezler. Ayrıca, kimliklerin coğrafi temsillerle ilişkisine, kimliklerden hareketle mekana ve eylemlere atfedilen anlamlar arasındaki farklılaşmanın çözümlenmesi ihtiyacına dikkat çeker (Amineh 2007: 10-11) (Dodds 2007: 11).
[8] Bu iki bölge arasındaki bağlantıyı önemseyen stratejik algı, BOP/GOKAP tartışmaları sırasında bir kez daha canlanmış, giriş kısmında belirttiğimiz gibi Orta Asya’yı, Geniş Ortadoğu’nun parçası kabul eden bir literatür ortaya çıkmıştır. 1950’lerle kıyasladığımızda, bu defa durumun tersine döndüğünü, Batı’nın Ortadoğu’daki faaliyetlerinin Orta Asya için bir vitrin oluşturduğunu görmekteyiz. Ortadoğu’da yapılan düzenlemelerin tesirleri, Orta Asyalıların Batı kaynaklı telkin ve vaatleri değerlendirirken dikkate aldıkları referanslara dönüşmüş vaziyettedir.