Uzun yıllar “Hoca Ahmet Yesevi Uluslararası Türk-Kazak Üniversitesi” bünyesinde görev yaptığım Kazakistan’ın Türkistan şehrindeki geçen yıllarım hayatımın en anlamlı ve değerli yılları idi. Birlikte görev yaptığım idareci, akademisyen dostlarım ve büyüklerim ile tanımaktan ve onlara eğitim hizmeti vermekten çok büyük haz aldığım öğrencilerimle geçirdiğim yıllar yüreğimde ve hafızamda unutulmaz anılar bıraktı. Bütün yaşadıklarımızı bir albüm bünyesinde toplayarak gelecek yıllara güzel ve etkili hatıralar bırakmak isteğimi uzun ve sabırlı çalışmalar sonrası gerçekleştirdim. Bu albüme katkıda bulunan değerli idareci ve akademisyen büyüklerim ile ortak amaç uğruna Türk Dünyasına hizmet yarışında bulunduğum öğretim görevlisi ve öğrencilerimin yazılarından bazılarını paylaşarak 1990 ve 2000li yıllarda yaşananları tüm gerçekliği ile aktarmak istedim. Aşağıda yazısını ve yaşadıklarını aktarmaya çalıştığım değerli kardeşim Recep Mehmet Sözer’e bu vesileyle teşekkür ediyorum. Yazıyı ben okurken gözyaşlarımı saklayamadım. Umarım bu yazıyı okurken sizler de çok uzak coğrafyalarda idealleri uğruna sonsuz sabırla Türk Dünyasına hizmet etme yarışında bulunan nice Mehmetleri anlamış olursunuz.
ÖĞRETMENİN DUASI
R. Mehmet SÖZER
Eğitim Yöneticisi
Çok uzaklardan gelmesine rağmen arabanın farları gözlerini kamaştırıyordu. Sağ elini bir asker selamı verir gibi kaşlarının üzerinden siper etmiş, bastığı yeri görmeye çalışıyor ve temkinli adımlarla yürüyordu. Bir an yalpaladı. Çamurlu bir zemine basmıştı. Su dolu çukuru fark edince ani bir hareketle sola, yolun ortasına sıçradı. Hiçbir şey göremiyordu. Işığın bu denlisi karanlıktan beterdi. Nihayet araba geçip gitti. Arabanın modelini seçemese de motor sesinden bunun bir Moskoviç olabileceği düşüncesi zihnini kısa bir süre meşgul etti. Bu türden kısa süreli zihnî meşgaleler bile, ona hatırı sayılır sükûnetler ihsan ediyordu. Etraf alabildiğine karanlık olmasına rağmen, şimdi bastığı yeri daha rahat seçebiliyordu. Fakat hâlâ tedirgindi.
Yol üç adım sonra kayboluyor, esrarlı bir karanlık ona birkaç adım sonra hangi tarafa aktığı belirsiz bir boşluğa yuvarlanacağı hissini vehmediyordu. Bir taraftan da ilk adımından sonra atacağı ikinci bir adım için basacağı yeri seçebilmesine ve yolculuğunun kazasız belasız bir şekilde böylece sürüp gitmesine şükrediyordu. Sanki gizli bir el karanlığı zift kazanlarında kaynatarak önüne asfalt döşüyor ve ona üçer adımlık yol veriyordu.Akşam üzeri hava kararmaya başladığında o da sinirlenmeye başlamıştı. Zira dördüncü gün olmuş, elektrikler henüz gelmemişti. Birbiri ardınca geçirdiği üç karanlık geceyi hatırlıyor, bir dördüncüsünü yaşamak istemiyordu. Bir an aklına geceyi yol üzerinde evi bulunan bir arkadaşında geçirebileceği fikri geldi. Aslında bu arkadaşı, evinde geceleyebilecek kadar yakınlık kurduğu biri değildi ama bu şartlarda ve memleketten çok uzaklarda kurulmuş bir yakınlığın bu derecesi dahi geceyi bir başkasında geçirebilmek için yeterli sayılabilirdi. Adımlarına bir kararlılık, bir cesaret gelmişti. Yürürken içinde bulunduğu duruma sebep olan asıl meselenin yalnızlık olduğu fikrine kapıldı.
Doğruydu, asıl meselesi yalnızlıktı. Günlerce süren elektrik kesintileri, Sovyetler Birliği’nin dağılmasından sonra birdenbire bağımsız olan bu genç Cumhuriyet’te, insanın hayatını türlü türlü sıkıntılara sokan günlük birçok sorundan sadece birisi olabilirdi. Evet, asıl mesele yalnızlıktı. Elektrikten ve onun ışığından çok bir insana, bir insan sesine ihtiyacı vardı. Aylardır memleketinden uzakta ve yalnızdı. Elektriksiz geçirdiği son birkaç gecenin doğurduğu bu sinir bozukluğu ise yaşadığı bu yalnızlığın bir yansımasından ibaretti. Üstelik elektrikle birlikte yokluğundan bahsedilebilecek o kadar çok şey vardı ki…
Talihi yaver gitmemişti. Gecelemeyi düşündüğü arkadaşı evinde değildi. Çaresiz yürümeye devam edecekti. Gecenin bu yarısında, halkın Marşutka dediği minibüs benzeri vasıtalar servisi çoktan kesmişlerdi. Kaldı ki servis devam etse bile Marşutkaların bu güzergâhtan geçenleri yoktu. Hava kapalı olmasına rağmen gökyüzü yeryüzünden daha müşfik sayılabilirdi. Yolu sağlı sollu saran ağaçların yerdeki gövdelerindense, gri bulutların oluşturduğu fonda dallarının silueti daha rahat seçilebiliyor, adeta havaya bakıp yürümek yere bakıp yürümekten daha mantıklı gibi görünüyordu. İleriye doğru, karanlığın derinliklerinden bir çift ayak sesi duymaya başlamıştı. Gittikçe kendine yaklaşan bu ayak seslerinin sahibini görememek, tedirginliğini büsbütün artırıyordu. Bu muhakkak bir insan olmalıydı, ama karanlıkta yitirdiği görüşü yüzünden, bir insan olması en muhtemel ayak seslerinin sahibini gözlerinin önünde, garip manaların en kötü tezahürleri şeklinde canlandırıyordu.
Tedirginliği artmış düpedüz bir korku halini almıştı. Bir adamın ona doğru geldiğini fark etmesiyle adamın ona sarılması bir oldu. Adam tüm ağırlığını onun kollarına bırakmış onu yere doğru çekiyordu. Kıvrak bir hareketle adamdan kendini kurtarınca adam yere yuvarlandı. Belli ki körkütük sarhoştu. Adamı düştüğü yerde bırakarak arkasına bile bakmadan yoluna devam ederken bir taraftan da genzine yapışan alkol kokusundan kurtulmaya çalışı-yordu. Yol belki yarılanmış belki de yarılanmamıştı. Adımlarını hızlandırmak, koşabildiği kadar hızlı koşmak istiyor fakat bir türlü beceremiyor, karanlığın kesafeti buna müsaade etmiyordu. Bu duyguyu en son çocukluğunda yaşadığını hatırladı. Alınması unutulan bir şeyler için bakkala gönderildiği bazı gecelerde, evlerinin önündeki patikadan koşabildiği kadar hızlıca koşarak geçer fakat ne kadar hızlı koşarsa koşsun, karanlığın içinden onu ha yakaladı ha yakalayacak bir eli hep ense kökünde hissederdi. Sanki o koştukça karanlığa gizlenen bir canavar onunla beraber koşmaya başlar ve koşmakla azalacağını zannettiği bir korku arttıkça artar, tüm benliğini kaplardı. Bu koşu sokak lambasının aydınlattığı yere kadar sürer, lambanın altında arkasına bakıp kimseyi göremeyince biterdi. Şimdi yaşadıkları da onu çocuklaştırmış ve aynı çocukluğunda olduğu gibi var gücüyle koşmak ve en azından bir lamba ışığının merhametine sığınabileceği yere kadar korkularını arkasında bırakmak istemişti. Çocuk değildi ve artık korkularıyla aydınlık bir yerde yüzleşebilirdi!
Evinin bahçe kapısında onu Börübasar karşıladı.
Börübasar, Kazak Türkçesi’nde kurt boğazlayan anlamına geliyor ve bir isim olarak çok iri köpeklere veriliyordu. Gözleri, beyaz tüylerinin arasında kaybolan kaniş tipli bu küçük ve şirin köpekçikle, bundan yaklaşık bir buçuk ay önce evi kiraladığında tanışmıştı. Ev sahibinin yadigârıydı. Sokaklarda gördüğü köpeklerin başını çok okşamış ama o güne kadar hiçbir köpekle bu denli bir dostluk kurmamıştı. Tek başına kaldığı bu evde Börübasar’ın daima kapı önünde olduğunu bilmek ona güven veriyordu. Sokaktan kim geçerse geçsin havlıyor, tanıdık bile olsa sahibinin izni olmadan bahçeye kimsenin girmesine izin vermiyordu. Sokaktan geçenler Börübasar’ın incecik sesine ve küçücük boyuna bakarak gülüp gitseler de Börübasar onun için çok önemli bir hizmeti görüyor, işini çok ciddiye alan bir güvenlik görevlisi gibi çalışıyordu. Bu ismi ona biraz da bu yüzden vermişti. İçindeki kurtları boğazlıyordu. Şimdi yine nasıl bir can yoldaşı olduğunu göstermiş ve onu bahçe kapısında kendince bir merasimle karşılamıştı.
Evi büyük bir evdi ve dört geniş odası vardı. Ancak o, diğer odalara koyacak eşyası olmadığından sadece birisini, penceresi güneye ve ön bahçeye bakanını kullanıyordu. Öbür odalar güneş görmediği için çok soğuk oluyordu. Vakit bir hayli ilerlemiş, elektrikler hâlâ gelmemişti. Gaz ise komşu ülke olan Özbekistan’la Kazakistan arasındaki ödeme problemleri yüzünden yaklaşık bir aydır kesikti. Özbekler, gazın parasını ödemedikleri için Kazakları cezalandırıyordu. Yine, bir sıcak çay olsun kaynatamayacaktı. Üşümeye başladığını hissetti. Odanın içinde ileri-geri yürümeye başladı. Karnı aç da olsa uyumalıydı. Uyumalı ve sabah erken kalkmalıydı. Yatağa girer girmez içinde bulunduğu çaresizliğin hafakanlarıyla boğuşmaya başlıyordu. Şu koca evde bir kişi daha olsa ne olurdu. Şarkı ya da türkü benzeri şeyler mırıldanmaya ve kendi kendine konuşmaya da cesaret edemiyordu. En az dinlediği ve en yabancısı olduğu sesin kendi sesi olduğunu iki gece önce aniden fark etmiş ve sabaha zor çıkmıştı. Mum ışığıyla aydınlanan odada ileri-geri yürümeye devam ediyordu.
Gölgesiyle arası iyiydi. Onun sırrını çözmüştü ve ondan korkmuyordu. Işığı arkasına alıp üzerine yürüyünce gölgesi küçülüyordu. Ama yalnızlığın üzerine gidilebilecek bir tarafı ve ikiye bölünmekten başka çaresi yoktu.Vakit gece yarısını geçerken birden yatağından fırladı. Aklına muazzam bir fikir gelmişti. Halini makamların en yücesine arz edecek ve oradan yardım isteyecekti. Kollarını sıvadı, çoraplarını çıkardı. Titreye titreye abdest aldı. Yıllar önce dedesinden, ihtiyaç hallerinde kılınan ve adına da İhtiyaç Namazı denilen bir namazın olduğunu duymuştu. Peşinden iki rekat İhtiyaç Namazı kıldı ve ellerini açtı:
– Ey alemlerin Rabbi. Halim sana malumdur. Niyetim samimidir ve yaptığım iş senin katında kutsaldır. İki ayı aşkın bir süredir buradayım ve yalnızım. Otuz beş bin nüfuslu bir şehirde tek başıma yaşıyorum. Geldiğimden beri ana dilimi kendimden başka bir kimseyle konuşamadım. Öyle zamanlarım oldu ki, bu dili türlü türlü evhamlara sebep olan yalnızlığım yüzünden kendimden bile esirgedim. Şimdi ise sana sesleniyor olmaktan dolayı apayrı bir bahtiyarlığa sahibim. Sen kullarına kaldıramayacakları yükleri yüklemezsin. Bana da kaldıramayacağım türden yükler yükleme. Bana, sorumluluklarımı yerine getirebilmek için çevremden ve kendimden kaynaklanan zorluklara dayanma gücü ver. Yalnızlığıma çare ol. Bana benim dilimden anlayan bir yoldaş, bir arkadaş gönder ki emrolunduğum işi hakkıyla yerine getirebileyim. Memleketimden çok uzaklarda olsam da bu toprakları ve öğretmenliği seviyorum. Buralara kendi isteğim ve senin izninle geldim. Sana ne kadar muhtaç olduğumu da hakkıyla bu topraklarda anladım. Senin verdiklerinden başka vermediklerinin de ayrı birer ihsan olduğunu burada bildim. Sen her durumda kendisine şükredilmesi gereken yüce bir varlıksın. Duamın kabul olunacağına dair tüm inancımı ve beklentilerimi yüce makamına arz ile her halde sonsuz şükürler ederim.
Huzurla seccadeden kalktı ve kapıya yöneldi. İçerisi dışarıdan daha soğuk olamazdı. Börübasar’a seslendi. Köpekçik emir bekleyen bir er gibi koşarak geldi. O:-Haydi Börübasar, bu gece beraber uyuyalım, dedi. Köpeği içeriye aldı. Kendi yatağının yanında köpek için bir döşek hazırladı, yan yana yattılar. Biraz sonra derin bir uykuya daldılar. Börübasar’ın havlamalarıyla uyandı. Onu içeriye almakla hata mı etmiş, güvenliğini tehlikeye mi atmıştı? Kapı çalıyordu. Ortalık henüz ağarmadan, gecenin körü denilebilecek bu vakitte kim gelmiş olabilirdi. Kapıyı açtı. Karşısında iki kişi duruyordu.
– Mehmet Mirza sizsiz ba? (Mehmet Bey siz misiniz?) diye sordu birisi,
– Iya, menmın.(Evet, benim.) dedi Mehmet Bey biraz tedirgince.
Gelenlerden diğeri:
– Selamunaleyküm, benim adım da Mehmet… Mehmet Bülbül. Üniversite beni buraya görevlendirdi. Bu münasebetsiz vakitte rahatsız ettiğimiz için kusura bakmayın ama elimizde sadece sizin adınız ve adresiniz var. Geleceğimden haberiniz yoktu sanırım, diye özür beyan etmeye çalışırken Mehmet Bey kendisinden yaklaşık otuz yaş büyük görünen adaşına babasına sarılır gibi sarıldı ve sadece;
-Sizi bu kadar erken beklemiyordum, dedi.
Aralık 1996
Maktaral-KAZAKİSTAN