Geçen haftaki yazımda siz okurlarımın dikkatine sunduğum Recep Mehmet Sözer’in anısından sonra bu hafta da yine çok önemli ve taktir edeceğiniz Faruk Gezer Bey’in kaleme aldığı yine 2000 li yıllarda Kazakistan’ın Türkistan şehrinde bulunan Ahmet Yesevi Üniversitesinde bu değerli eğitimci şahsiyetin yaşadıklarını aktarmak istedim. Faruk Bey bir kitabına “Düşe Kalka Geçen Yıllar” adını vermiş. Bu kitapta aşağıda okuyacağınızı hatıraları daha da genişleterek ele almış. Ben de kitap paylaşımının altına şunları yazmıştım: “Ne düşmesi Faruk Bey, kahramanlarınız ve mekan adları çok canlı yaşıyor satır aralarında. Tebrikler…”
İstedim ki, siz değerli okurlarım bu satır aralarındaki sayısız kahramanlar ve mekan adlarıyla tanışasınız.
HAYATIMIN EN GÜZEL İKİ YILI
Faruk GEZGİN
Dokuz Eylül Üniversitesi Emekli Türk Dili Okutmanı
Gazi Üniversitesi Gazi Eğitim Fakültesi Türk Dili ve Edebiyatı Bölümü’nde çalışan arkadaşım-kardeşim Yrd. Doç. Dr. Hüseyin Özbay’ın Kazakistan’ın Türkistan şehrinde kurulan Hoca Ahmet Yesevi Uluslararası Kazak-Türk Üniversitesi’nde çalışmam hususunda Mütevelli Heyet nezdinde tavassutta bulunacağına dair söz vermesi üzerine, 17 Ocak 2000’de Dokuz Eylül Üniversitesi Türk Dili Okutmanlığı görevimden emekliliğimi istedim. Bir yıl önce Ege Üniversitesi’nden emekli olan Türk Dili Okutmanı Selçuk Uysal, bir yıl aynı üniversitede çalışmış ama ikinci yıl için bazı sebeplerden gitmek istememişti. Bana görev konusunda yardımcı olamayacağını söylese de, 2000 yılı yaz aylarında İzmir-Buca’daki evine gelen Dil Öğretim Merkezi Müdürü Cemal Şafak’a beni korumasını tavsiye etmişti. Cemal Şafak’la dostluğumuz o sırada başladı ve bugüne kadar kesintisiz devam etti. 2000 yılı için Ege Üniversitesi Edebiyat Fakültesi Türk Dili ve Edebiyatı Bölümü ve Türk Dünyası Araştırmaları Enstitüsü’nde Türk Halk Edebiyatı Hocası olarak görev yapan Yrd. Doç. Dr. Hasan Köksal abimiz de Hoca Ahmet Yesevi Üniversitesi için görev alanlar arasındaydı. Hasan Abi, Kazakistan’da bilhassa sıkıntılı günlerimde bana hep yardım eden insan oldu. Ağustos ayında Ankara’daki kursta görev alan diğer bazı arkadaşlarla da kısa Kazakça kursunda tanıştık. Kurs hocamız genç Noyabır Bey idi. Üniversite merkezi, Türklerin Yesi dediği ama sinsi politika güden istilacı Rusların 19. yüzyılda Büyük Türkistan coğrafya adını unutturmak için Türkistan olarak değiştirdikleri şehirde kurulmuştu. Namık Kemal Zeybek, üniversitenin Türk Dünyasına hizmet verecek şekilde bu şehirde kurulması için emek vermiştir. Tasavvuf yolunda Türk ruhunu temsil eden ama maalesef Yunus Emre’den sonra Arap geleneğinin hakimiyeti sonucu adı unutulan ve ancak milliyetçi fikrin yeşerdiği 20. yüzyıl başlarında Yahya Kemal’in işaret etmesi üzerine ve M. Fuad Köprülü’nün araştırma eseri meşhur Türk Edebiyatında İlk Mutasavvıflarla tekrar gün yüzüne çıkan Ahmet Yesevi’nin manevi ışığı ile hizmet verilmeye başlandı.
Dünyada 500-600 yıldır devamlı kaybeden, ezilen milletin Türkler olduğunu da yeri gelmişken hatırlatmak zorundayım. Lise sondan itibaren öğrencilik yıllarımızda, arkadaşlarla “Acaba ata yurtlarını görebilecek miyiz?” diye hayıflanırdık. Atatürk’ün Sovyetlerle ilgili tespiti ve Alparslan Türkeş’in de bu doğrultuda Sovyetler Birliği’nin dağılacağını söylemesine rağmen ümitsizlik içindeydik. Üniversite için görev alıp yola çıkacağımız sırada ve Kazakistan’a girdikten sonra çok heyecanlandık. Benim gibi, eşim ve engelli oğlum Kürşat da aynı heyecanı yaşıyordu. Eylülde ata topraklarındaydık.
Cemal Şafak’ın müdür olduğu Dil Öğretim Merkezi’nde görevliydim. Burada Türkiye Türkçesi, Kazakça ve Rusça öğretilmekteydi. Kazakistan tarafı okutmanları Türkiye’den okumaya gelenlere Kazakça ve Rusça; biz de Kazakistan ve Türk Dünyasından gelen diğer öğrencilere Türkiye Türkçesi öğretiyorduk.
Türkiye’de okuyan Kazakistan Özbeklerinden Nadircan Ahmed de bizim grup içinde görevliydi. Fazla çekik gözlü olmayan Nadircan, bana kendilerinin belki de Oğuz olabileceğini söylemişti. Kampüsün dışında, şehir içinde olan binada alt katta da Milli Eğitim Bakanlığı’nın açtığı Halk Eğitim Merkezi faaliyetteydi.
Cemal Bey, galiba 1994 sonrasında buraya ilk gelenlerdendi; çok kötü şartlarda çalışıp başarılı olmuştu. Bu coğrafyanın ruhunu en iyi tanıyan insandır diyebilirim. İşlerini fazla resmiyete boğmadan, pratik yoldan hallederdi. Çalışanlarının Türkiye tarafından aldığı maaşların zamanında ödenmesini sağlardı. Öğrenci burslarının da zamanında ödenmesinde çaba harcardı. Çalışmalarını aksatan kim olursa olsun hesaba çekmesini de (!) bilirdi. Bir gün onun haberi olmadan dersine arkadaşını gönderen Kazak okutman hanımı azarlamasına şahit olmuştum. Sekreter kızımız Saltanat bile çalışma masasında titrer vaziyette idi. Kazak tarafı öğretmenlerin programları ve idaresine bakan metodist rahmetli Gavhar Hanım da hanımefendiliğiyle bir başkaydı. Cemal Bey, bir ara boğazından veya göğsünden rahatsızlık geçirmişti. Gavhar Hanım, her gün şubat ya da kımran dedikleri deve sütü getirtip ona içiriyordu. Bana da teklif etti. Bir hafta kadar ben de içtim. Türk Dünyası, Kazakistan tarafı öğrencileri kadar Türkiyeli öğrencilerin de en çok sevdiği yönetici, hoca Cemal Şafak’tı. Bilhassa Türk Dünyası’ndan maddî derdi olan her çocuğun imdadına koşmuştur.
Daha ilk haftada ailece Ahmet Yesevi Türbesi ve Külliyesini -kesene- ziyarete gittik. Kazak ve Özbek kardeşlerin yaptığı gibi, türbe etrafını ellerimizi duvara sürüp yüzümüzü sıvazlayıp gezdik. Zamanla bu topraklardaki Müslüman Türk kavimlerinin dini, biraz da “atalara saygı” dini olarak yaşadıklarına şahit oldum. Bu da yan kültür unsuru olarak çok önemlidir. Bir gün Nadircan sayesinde çilehaneye de indik. Yine bir gün, Oğuz Kağan’ın başkenti sayılan Yesi’nin 1500. Kuruluş Yıldönümü programları için Almatı’dan getirilen Altın Elbiseli Adam’ın sergilenme gününde oradaydık ama Kazak görevliler resim çekmemize engel oldular.
Mütevelli Heyet Başkanı Namık Kemal Zeybek, Rektör Prof. Dr. Murat Jurinov, Rektör Birinci Yardımcısı -yani Türkiye tarafı rektörü- Prof. Dr. Abdülkadir Yuvalı idi. Görev yaptığım iki yıl içinde Türkiye’den görevli gelenlerden Necdet Albay, Hasan Köksal, Sadettin Yıldız, Ahmet Öcal, Raziya Öcal, İlhami Vural, Metin Akar, Kemal Atik, İsmet Çetin, Ayşe Çetin, Salih Kızılhan, Mehmet Sözer, Vehbi Başkapan, Ufuk Tuzman, Adem Uzun, Günhan Kayhan, Ahmet Daltaban, Ahmet Taşağıl, Kenan Yavan, Cevdet Küçük, Mahir Nakip, Hilal Arslan, Aşur Özdemir, Bülent Uğurlu, Hüseyin Örs, Metin Özarslan, Asil Şengün, İbrahim Kâmil, Zeynep Hanım, Kadir Özdamarlar, Ahmet Şimşek, Yaşar Şahinoğlu, Sevda Talu, Doğan Ersoy, Dursun İzci, Vahdettin Bey; Halk Eğitim Merkezi’nden Oktay Erol, Sait Aydaş, İrfan Bey; Kazakistan tarafından Nadircan Ahmed, Gavhar Hanım, Aynagül Hanım, Gülbakıt Hanım, Gülmart Hanım, Karlıgaş Hanım, İntımak Hanım, Noyabır bey, Ayabaek-Janar Bayniyazov’lar, Elmira Ömirzak, Janna Süleyman, Aygül Mustafa- sonra Asil Şengün’le evlendi-, Jibek Hanım, Bayan Hanım gibi isimleri hatırlıyorum. İlahiyattan Kasımhan’ı da unutmuyorum. Külliyede Kur’an öğreten İsmail Aysu da iyi dostumuzdu. İlk yıl yaşadığımız Kentav’da o ve diğer Türkiyeli genç okutmanlar Salih Kızılhan, Mehmet Sözer ile ne güzel günler yaşamıştık. Birçoğu çocuğum yaşındaki bu gençler, aramızda yaş farkı olmasına rağmen beni de yanlarında götürürlerdi. Allah’ım ne hoştu Türk Dünyasının değişik yerlerinden gelen çocuklarımızla birlikte olmak… Altay, Tuva, Hakas, Nogay, Kumuk, Bulgaristan, Karakalpak, Kırgızistan, Sibirya bölgelerinden gelen çocukları-mızı topluca bir arada görmek mutluluğunu yaşadık. Hele, Kırgızistan’ın Oş eyaletinden gelenleri ne Kırgız’a ne de Özbek’e benzetemediğimi yüzlerine söyleyince, onlardan olan Merhaba “Hocam biz Türk’üz” deyince şaşırıp kaldım ve “Hadi oradan kız, nerden Türk oluyorsunuz?” demiştim. Merhaba kısa süre sonra pasaportunun kimlik bilgileri kısmının fotokopisini çıkarıp bana gösterince onlara tam inandım. Uyruk kısmında “Türk” yazıyordu. Sonradan, kızımız derecesine yükselen(!) Saida Burhanidinova, kendilerinin Göktürkler kanalıyla Karahanlılardan indiklerini söyledi. Bu kızların adlarına “han” da eklenir, Merhabahan, Saidahan gibi…
Oş ve Özbekistan’ın Fergana bölgesinde, abartılı söylemiyorlarsa, 800.000 civarında bu Türklerden varmış ama resmiyette Özbek olarak adlandırılıyorlarmış. Hatta onlar “Türk Atalılar” olarak da biliniyor. Dersine girdiğim bir sınıfta Kazakistan ve Altay bölgelerinden öğrencilerim vardı: Gülcemal Ergebekova –o sırada Türkiye’de doktora yapan ve güzel şarkı söylediği belirtilen ama benim hiç karşılaşmadığım Moldiyar Ergebekov’un kız kardeşi-, Aybek Beysenov, Balaim Tilekeova, Gülnaza Gafurova, Galım Tobataev, Sultangali Bakanov, Canat Cumabayeva, Altaylılardan Karana Torlomoyeva, İrina Anıyeva, bizim Selçuk Uysal’ın oğlu Kâmil Uysal vardı. Hanımefendiliğiyle Gülcemal’i hep takdir etmişimdir. Türkiye Türkçesi biraz ilerledikten sonra bir gün ona takılmıştım: “Gülcemal, abinin biraz esmer olduğunu söylüyorlar, sen sarışın sayılırsın. Nedir bunun sebebi?” deyince, “Hocam, ben anneme çekmişim” dediydi. Yıl sonunda benim için yazdığı yazıda “Sizinle tanıştığıma memnun oldum. Siz benim babam gibi, teyze annem gibi, Kürşat ağabeyim gibi. Ben sizleri hiç unutmayacağım” deyip yazının sonunu Cahit Sıtkı’nın Otuz Beş Yaş Şiirinin “Hayal meyal şeylerden ilk aşkımız”la başlayan bölümünü koymuştu. Maalesef irtibatımız kesildi onunla. Düzenli olan Gülcemal’in nasıl bir evlilik yaptığını, mutlu olup olmadığını sorarım kendime hep. Kırgızistan’dan gelenlerin sınıfında Saida Burhanidinova, Şadmanay Supatayeva, Malika Mamasaliyeva, Şahida Umarova –sonra Türkiyeli bir öğrenci ile evlendi-, Marhaba Murkalimova, Timurlan Yusupov, Aida Akimbayeva, Saidcan Osmanov vardı. Kırgızistan seyahatimde otobüste yanımda oturan Aida için bu durum şeref sayılırmış. Zira ben Davran’a “yanıma sen otursan” demiştim. Saida, gösterdiğim bir hatayı bir daha tekrarlamazdı. Zaten Türkoloji’de okuyacağını söylemişti.
Sonradan onu, tıpta okuyan Gülruhsar ve bizim Selimcan’ı 2002’de yaz tatili için Türkiye’ye gelme sürecinde teşvik ettim. Hatta Saida’nın Türkiye’de ihtisas yapmasında desteğim olmuştur. O, kardeşleri Cemile ve Şehnaz Türkiye vatandaşı da oldular. Türkiye’de yaşıyorlar. Saida TRT Özbekçe Haberler Servisi’nde çalışıyor; doktorasını da bitirmek üzeredir. Onun bir mektubundan bazı satırlar: “Sizinle tanışalı beş yıl oldu ama, sanki sizi yıllardır tanıyor gibiyim. Tabii ki bu daha çok sizden kaynaklanıyor. Bana bugüne kadar yaptığınız her şey için size çok teşekkür ederim. İyi kötü anlarımda hep yanımda olduğunuz, bana destek verdiğiniz, beni güldürüp güçlü kalmam için gereken her şeyi yaptığınız için kısacası bana öğretmenlik yaptığınız için size ve çevrenizdeki güler yüzlü, saf, değerli insanlara SONSUZ TEŞEKKÜRLERİMİ EDERİM. Sizinle bir ömür boyu görüşmek istiyorum. Ama olmazsa da her zaman aklımın ve kalbimin bir köşesinde olacağınızı bilin istiyorum. Sevgilerle. TÜRK ATALI KIZINIZ SAİDAHAN GULAMCAN.” İkinci yıl, bir gün Saidaların Osmanlıca dersinde, her halde dekanlıkça denetleme görevi yapan bir hanım, saat 8.10’da sınıf kapısını açtı, “Buyurunuz karındas” dedim, cevap vermedi, gitti. Çocuklara “beni beğenmedi galiba” dedim, güldüler. On dakika sonra bu kez bir erkek görevli geldi. “Buyurunuz bavrım” dedim, o da bir şey demeden kapıyı kapayıp gitti.
Çocuklara “Çocuklar, birisi daha gelirse, kapıya yakın ders anlatacağım, kapıyı açmaya çalışırsa açmayacağım” dedim. Sekiz buçuğa doğru biri kapının kolunu tutunca ben de içeriden tuttum. Kapıyı açamayan ve hanım olduğu sesinden belli olan kişi “aşınız!” diyor, ben de “aşmaymın!” şeklinde cevap veriyordum. Kazak ve Türk Dünyasından olan çocuklar gülmeye başladılar. Sonunda ben kapıyı birden açınca içeri paldır küldür bizim Saida girmez mi? “Kız sen neredesin, bu saatte derse gelinir mi?” diye çıkıştım. O da “oy bay, oy bay!” demeye başladı. “Başlarım senin oy bayına. Ben erkenden kalkıp dersime yetişiyorum, hanımefendi ise aheste aheste geliyor!” dedim. O da “gece ikiye kadar ders çalıştım da…” dedi. Ben “Bana ne? Benim için mi çalışıyorsun? Düzenli olacaksın!” dedim. Çocuklar duruma güldüler. O sırada sesime ciddilik havası versem de Saida’ya kızabilir miydim hiç?! Başka bir sınıfta Kumuklardan Zahra Abakarova, Patimat Gamzatova; Omsklı Tatarlardan Timur Lukmanov hatırımda kalmış. Zahra tıp okuyacaktı. Belki Dağıstan’da doktor olarak çalışıyordur. Altay, Hakas, Tuva bölgelerinden gelenlerin bulunduğu bir sınıfımdan Tolkın Bazılhanova, Ayas Balin, İrina Minikiova, Murat Bulbanov, İlhom Tileuraov, Saaya Sayana Simoolovna, Yuliya Oorcak, Demir Mönge Mungoş, Ramil Kızılool’u hatırlıyorum. İkinci yıl bana daha çok Türkoloji Bölümü’nde ders verdiler.
Türkiyeli öğrencilerin olduğu birinci sınıf Osmanlıca dersimde Hemşehrim Emine Destan, Emine Sarıkaya, Mehmet Karkacı, Bayram Sürekli, Serdar Dağıstan, Derya Güneş, Muhammet Uçar, Battal Kebişteke, Ayşegül Çardak, Timur Özgan, Hicran Şahin, Ferhat Bektaş, Elif Bilge Akbaş –Ali Akbaş’ın kızı-, Arzu Dönmez, Ömer Semerci, Fatma Uruş, Fatih Başkapan, Zihni Gebenli, Kasım Baysal vardı. Kazakistan’dan ve Türk Dünyasından gelenlerin olduğu birinci sınıf Osmanlıca dersimde Saida Burhanidinova, Şadmanay Supateva, Nurgül Abdibekova, Aynur Esenova, Ulcan Ahmetova, Meretgeldi Mammetmuradov ve Abiş Carimbetov hatırımda kalmış. İkinci sınıf Osmanlıca dersimde Kâmil Uysal, İbrahim Kayhan, İbrahim Çetin, Nurdan Kansu, Karana Torlomoyeva, Yüksel Sarı; Yeni Türk Edebiyatı üçüncü sınıf dersimde Ahıskalı Türklerden Kadir Şahin, Selami Siper, Fidaye Malhasanoğlu, Roza Güzelova, Bilal Ünlü hatırımda kalmış.
Selimcan’larla Cemal Şafak sayesinde tanışmış, akraba gibi olmuştuk ilk yıl Kentav’da yaşarken. Dostluğumuz halen devam etmektedir. Selimcan Türkoloji dışında kaldı ama iş hayatında çok başarılı oldu. 2002 yazı için Türkiye gezisinde teşvik ettiğim Selimcan bir mektubunda, “Hocam, Allah’a şükürler olsun, sizlerden de Allah razı olsun. Çünkü bu kadar büyük bir sürprizle, güzelliklerle karşılaşacağımı ummuyordum bile. Sizden sonra Afşin’e Erolgilin yanına gittim” diyor; sonra Kayseri’de Ahmet Öcal’a, Ankara’da dayısının kızına, Bursa’da ablasını ziyarete gelen Cemal Şafak’a uğradığını, onunla Aydın’daki evlerine gittiğini; Denizli ve Pamukkale’yi gezdiklerini anlatıyordu. İkinci yıl akrabamız gibi olan Selimca’ın arabasıyla Savran, Çimkent, Sayram ve bazı tarihî Türk bölgelerini dolaşmıştık. Türkoloji son sınıfta olan Gaşim yani Haşim Gamzatov hiç unutulur mu? İkinci yıl Ekonomi Fakültesi’nden dersine girdiklerimden Botagöz Mırzahanova, sınıf başkanı Makpal Malikova, Begenç Nurmamedov, Zagira Kuvatbekova’yı hatırlıyorum. Türkiye Türkçesini çok iyi öğrenmeye başlayan Botagöz Mırzahanova şimdi ne durumdadır acaba?
O sınıfta bazan iyi öğretemeyince sıkılırdım ve “Siz beni öldürmek mi istiyorsunuz?” deyince başta Makpal ve diğer kızlar “Niçin öleceksiniz? Ölmeyiniz Hocam” derlerdi. 10 dakikalık teneffüs zili çalınca hemen öğrencilerim gibi ben de aşağıdaki kantine çay içmeye giderdim. Ben ayrı yuvarlak olan bir masa etrafında çay içmeye yönelsem bile Kazak-Özbek kız çocuklarımız beni rahat bırakmazlardı; onların 5 tengelik öğrenci çayından birlikte içmemizi isterlerdi. Kantine girdiğimde hemen gelip koluma girerler, beni kendi masalarına götürürlerdi. Onların yarısına iyi not vermediğimi bilmelerine rağmen beni sevdiklerini gösterirlerdi. Bu durumu kendisine açtığım Salih Kızılhan kardeşimiz “Hocam, onlar seni iyi tartmışlardır. Her hocayı masalarına çağırmazlar. Çaylarını içmekle onlara şeref vermiş oluyorsun” dediydi.Tiyatro Bölümü’nde okuyan, Bahtiyar Vahapzade’nin Özünü Kesen Kılıç oyununda Kürşad’ı oynayan İzmirli hemşerim Ethem Hiçsönmezler’in–ben onu değil Kazak genci seyrettim o rolde- Türkiye’de elinden tutan olmadı; o da anlaştığı Ukraynalı Julia ile evlenip çalıştıkları Kiev’e yerleşti. Halen orada bulunuyor. Ekonomi Fakültesi’nde okuyan Kırgızistan Karakol eyaleti Aksu veya Kızılsu taraflarından Uygur Türklerinden Davran vardı. Cemal Bey, 2001 Mart ayında tatilde, fırsatı değerlendirmem için beni Davran’a emanet etti. O çocuğumuzla Bişkek, Karakol, Aksu, Kızılsu şehirleri, Issık Göl’ü gezdim; ailesiyle tanıştım. Çin sınırına çok yaklaşmıştık.
Ne güzel yıllardı…Değerli dostum,