Türk Dünyasından Yansımalar: Selçuk Uysal

Bu hafta sizleri değerli bir gözlem ustası olan Selçuk Uysal ve onun muhteşem üslubuyla tanıştıracağım. Uysal’ın aşağıda okuyacağınız 2000 li yıllardaki gezi notları sizleri alıp Turan diyarının adı yüreklerimizde ve hafızalarımızda saklı bir coğrafyası olan Balasagun’a ulaştıracak. 

Şiirleriyle gönül dünyamızı süsleyip görünende görünmeyenleri yansıtması açısından çağımız ozanlarından apayrı bir yeri olan Ali Akbaş’ın muhteşem bir şiiri “Aral’a Ağıt”ı bize yansıtan bu değerli şahsiyeti okurken umarım sizler de güzel duygular hissedeceksiniz.  

“Ah Balasagun ah…!” diye iç çekişinizi şimdiden hisseder gibiyim…!                         

 ORTA ASYA VE İKİ HÂTIRA 

R. Selçuk UYSAL 
 Ege Üniversitesi Emekli Öğr. Gör.

2000 yılının başlarında Ata yurdu Orta Asya’da bulunmak gibi bir şansım oldu. Yese (Türkistan) şehrindeki Kazak-Türk ortak Hoca Ahmet Yesevi Üniversitesi’nde çalışma imkânı buldum. Bu vesile ile hem Ali Akbaş’ın Aral’a Ağıt şiirinin yazılışına hem de Balasagun’da Burana Minaresi’nde unutulmaz bir olayın şahidi oldum. 

1- ALİ AKBAŞ-ARAL’A AĞIT ŞİİRİ

1999 yılında Kazakistan’ın Hoca Ahmet Yesevi Üniversitesine gidişimi “Tevârih-i Deşt-i Kıpçak” adlı kitabımın baş tarafındaki “Kitabın Hikâyesi” bölümünde anlatmıştım. Tekrar o konuya uzun uzun anlatmayıp, kısa keseceğim; esas olarak Ali Akbaş’ın muhteşem Aral’a Ağıt şiirinin yazılışına sebep olan hadiseyle şiirin ilk ve son şeklini vermek istiyorum. 

Aral’a Ağıt 

Benim gözümde Türk şiirinde Niyazi Yıldırım Gençosmanoğlu destan şiirinde tektir. Daha doğrusu Ali’nin yarım olan –inşaallah biter- Şu Destanı’nı görünceye kadar öyle idi. Ali’nin destan yazmasını çok istiyor, bana etkisi fazla olan Göç Destanı’nı yazdırmak için çaktırmadan kendisine propaganda yapıyordum. Şiir yazabilsem, Ali gibi şiir yazabilsem önce Göç Destanı’nı, sonra da Mevlid’i tekrar yazmayı isterdim.

Ali, Şu Destanı’nı bitirmedi Kazakistan’da ama bütünüyle de boş durmadı. Aral’a Ağıt diye çok güzel bir şiir yazdı. Bir Kazak müzisyen de onu besteledi. Bu, Kazak Türkü-Türkiyeli Türk kaynaşmasının reklâmsız somut örneği idi. 

Ankara’da işlemler tamamlandıktan –ya da bize öyle söylendikten sonra- Özbekistan tarikiyle Kazakistan’a uçtuk. Halbuki o sıra resmi olarak Özbekistan Türkiye’den gidenler için vize istermiş. Biz vizesiz gitmiştik. Allahtan Taşkent’te epeyi oyalayıp, zorlasalar da vizesizlikten bizi geri döndürmediler. Saatlerce gümrükte bekledikten sonra Türkistan’dan karşılayıcı gelen arkadaşlar refakatinde otobüsle Türkistan’a doğru yola çıktık.  Fakat daha sonra bir doktora jürisi için Türkiye’ye giden Günay Karaağaç Bey’i Özbekler dönüşünde Taşkent’ten geriye Türkiye’ye göndereceklerdi. 

Taşkent Türkistan arasında yolda Türkiye’ye benzerlikler bulmak düşüncesiyle coğrafyayı ve bitkileri inceliyordum. Fakat hemen dikkati çeken çeşme yani su ve tuvalet olmayışı idi. Bir konaklama sırasında Özbeklerin ve Kazakların “Gazlı suv” dedikleri bizim maden sodası ile müshil arası şeyi içmek zorunda kaldık. Yolda daha çok yalnız dolaşan ilahiyatçı Ali İhsan Hoca ile gene ilahiyatçı Kemal Atik ve Ahmet Uğur dikkatimi çekti. Kemal Atik Ali İhsan Bey’den hoşlanmıyor gibiydi. 

Türkistan’da –ki aslen Ahmet Yesevi’nin memleketi Yese olup Ruslar büyük Türk coğrafyasını küçük göstermek amacıyla o büyük coğrafyayı küçültüp yalnız buraya bu adı vermişlerdi- Turan Otel’e yerleştik. Bizi Ali’nin Gazi’den tanıdığı Mehmet Kiremit Bey karşıladı, yerleştirdi. Ali ile ikimiz bir odaya yerleştik. Seçim Mehmet Beyindi ve odalarımızda televizyon dâhil her türlü konfor vardı. Bu odaların ulema ve yöneticiler için olduğunu, vip sayıldığını bilmiyorduk tabiî. Yoldaki susuzluk, tuvalet ve yiyecek sıkıntısından sonra, hele oteldeki Türk aşçısıyla Türkiye tarzı lokantayı da görünce cennete gelmiş gibiydik. Eskilerden burası ile ilgili duyduğumuz şikâyetlerin yersizliğini, onların müşkülpesentliğini yahut eksikliğini ucundan kenarından söyler olduk. 

Daha derslerin başlamadığı günlerden birinde galiba Özbekistan Televizyonunda suyu çekilip büyük ölçüde kuruyan, gemi leşlerinin suda yüzmek yerine kumda yattığı Aral’ı görünce Ali duygulandı ve bu şiiri “Aral’a Ağıt” şiirini yazdı idi. 

Aral’a Ağıt (Eski)

Rüyamda gördüm Aral’ı

Aral derinden yaralı

Taun olmuş Tuna gibi

Onun da bahtı karalı

Göller, denizler olmasa

Bozulur yaşatan büyü

Onlar Allah’ın aynası

Sade su sanmayın suyu

Aral’ın suyu kan gibi

Yaralı bir ceylan gibi

Meğer göller de ölürmüş

Kuğu gibi, insan gibi…

Arzusu var, ereği var;

Cennet gibi kırağı var;

Sakın öldürmeyin beyler

Gölün de bir yüreği var.

Ural’dan inen marallar,

Aral’da saçın tararlar;

Yıkanacak göl mü kalmış,

Bilmem ki neyi ararlar?

Göl değil, kımızdı Aral;

Bir iffetli kızdı Aral;

Kalınca küffâr elinde

Yer altına sızdı Aral.

Şiirin son şekli şu şekilde: (Yeni)


Rüyamda gördüm Aral’ı,

Aral derinden yaralı;

Mağcan gibi, Çolpan gibi;

Onun da bahtı karalı.

Karada kalan kayıklar,

Eski günleri sayıklar;

İnci mercan saçan Aral, 

Nerede o şakayıklar?

Aral’ın suyu kan gibi;

Yaralı ceylan gibi;

Meğer göller de ölürmüş

Kuğu gibi, insan gibi.

Ural’dan inen marallar,

Aral’da saçın tararlar;

Yıkanacak göl mü kalmış

Bilmem ki neyi ararlar?

Göl değil kımızdı Aral;

Bir iffetli kızdı Aral;

Kalınca küffâr elinde

Yer altına sızdı Aral.

Devrân geçmiş, kervan göçmüş;

Aral’ı bir evran içmiş;

Ah neden sonra anladım,

Buraları sevmek suçmuş.

  

2- Bişkek ve Balasagun (Burana minaresi) 

Mayısı 2000’in ilk haftası Yücel Oğurlu, Murat Doğan, aslen Kırgız olan Edibe Munduz Hanım ve Davran adlı bir Kırgız çocukla Bişkek ve Balasagun’a gitmeğe karar verdik. Isıkgöl’e de gitmek istiyorduk ama hem havanın yağmurlu oluşu, hem de zamanın kısıtlı olması buna fırsat vermedi.

Edibe Hanım’ın Bişkek’te akrabaları, kardeşi, gelinleri yeğeni vardı, onlara misafir olduk. Edibe Hanım’ın kardeşinin eşi bir Türkistan pilavı yapmış ki herhalde dünyanın en lezzetli yemeği olmalı. Bişkek de Sovyetlerin inşa ettiği hemen bütün şehirler gibi planlı ve modern bir şehir görünümünde. 

İkinci gün mesire yeri olan ALA-ARÇA’ya gittik. Alatavlar (Aladağlar) muhteşem görünümleriyle karşıladılar bizi. Buz gibi soğuk suları ile akan çaylar, uzaktan sayı olarak on ikiye kadar sayabildiğimiz dağ keçileri, yemyeşil ormanıyla cennette gibi idik. Fakat asıl Balasagun’da yaşadığım bir şey var ki yaşadıkça unutmam mümkün değil.

Yücel ve Murat Bey’ler Erzincan Hukuk Fakültesi öğretim üyeleri ve Yrd. Doç. idiler. Her ikisi de dünya iyisi iki insandı. Aptesli namazlı, dürüst, millî ve manevî duyguları olağanüstü yüksek insanlardı. Yücel Bey ufak tefek olmasına rağmen cevvâl, yabancı dile karşı fevkalâde kabiliyetli, cesâmeti değil kesâfeti olan cana yakın birisi, Murat Bey daha babayiğit, yakışıklı, ama her ikisi de yanlış zamanda dünyaya gelmiş iyilik perileri idiler. Hemen her zaman birlikteydiler. Aileleri gelmediğinden ikisi bir odada kalıyorlar, yalnız yedikleri içtikleri ayrı gidiyordu. 

Edibe Hanımsa Adana Ziraat Fakültesi mezunu, bekâr, evlense iyi bir ev hanımı olacak tipik bir Kırgız’dı.  Türkçü idi ama çoğu Orta Asyalı gibi aşiretçilik kaygısıyla Türkçülükten önce Kırgızcılığı ağır basıyordu. Fakat Turan Oteli’nde cesaret göstererek Kırgız çocuklarla özellikle Altaylı çocukların haklarını korumakta yiğitçe davrandı. 

Balasagun’da eski bir câminin yalnız minaresi (Burana Minaresi) ve etrâfındaki mezarlarla, bâzı kalıntılar ve kitapların toplanması sonucu sonradan müze haline getirilen bir bina ile karşılaştık. Minarenin yarısı yıkılmış olmakla birlikte kalan kısmı bile ihtişâmını ifâdeye yetiyordu. Oralarda toprak yâni kerpiç işlemeciliği esâs olduğundan, sert tabiat şartlarına dayanan binalar az oluyor. Câmi ve minârenin yarısı da bu yüzden harap olsa gerek. İlgili Kırgız’ı bulup anahtarı alarak minarenin kilitli kapısını açtırıp, yukarıya tırmandık. Geniş dönerli merdivenler hâlâ çok kullanışlı olduklarından yukarıya çıkmakta zorlanmadık. Edibe Hanımla eşim Okşan aşağıda kaldılar. Minarenin şerefe sayılacak yerinde bir ara Murat Bey’in içinden fakat dudaklarını mırıldatarak ezân okuduğunu fark ettim. “Niye içinden okuyorsun, yüksek sesle okusan â” dedim. “Ben onu beceremem; Yücel okusun” dedi Murat Bey. Yücel hiç nazlanmadı ve elini kulağına götürerek yüksek sesle mükemmel bir ezân okudu. O anda ufak tefek Yücel Bey’in boyunun uzadığını, çok uzadığını, âdete devleştiğini düşündüm. Uzun yıllardır ezân sesine muhtaç minâre ve çevre sanıyorum bu 8 Mayıs 2000 günü Allah’ı Yücel Beyle birlikte lisan-ı hal ile tehlile katıldılar. Aşağıya indiğimizde müzede çalışanları, çobanları, etraftaki öğrencileri bu dâvet bir araya topladığından minârenin dibinde bu gurupla resim çektirdik. 

Kırgızistan benim için bu yüzden aklımda hep Balasagun ve Yücel Oğurlu olarak kalacak.

 
Yazar
Cemal ŞAFAK

Cemal ŞAFAK 1952 yılında Ardahan ili, Çıldır ilçesi, Aşık Şenlik köyünde dünyaya geldi. İlkokul, ortaokul ve lise öğrenimini Kars’ta tamamladı. Erzurum Kazım Karabekir Eğitim Enstitüsünden mezun oldu. Eskişehir Anadolu Ünive... devamı

Bu websitesinde farkı kaynaklardan derlenen içerikler yayınlanmakta olup tüm hakları sahiplerinindir. Sitedeki içerikler atıf gösterilerek kaynak olarak kullanlabilir. Yazıların yasal sorumluluğu yazara aittir. Tüm Hakları Saklıdır. Kırmızlar® 2010 - 2024

medyagen