Zorluklar içinde yaşamasına rağmen ideallerinden taviz vermeyen bir koca yürekli serdengeçtinin Türk Dünyasındaki varlığı ve taktire layık hizmetleri umarım sizlerin de dikkatini çekecektir.
Manevi eserlerin Türkistan topraklarında yaşıyor değerli hocam Nusret Çam.
ALISTAĞI BAVRIMDAN YAKINDAKİ KARDEŞİME!
Prof. Dr. Nusret Çam
Çocukken dinlediğimiz masallardaki esrarengiz Kaf Dağı’nın neresi ve onun arkasındaki yedi başlı devin nasıl bir şey olduğunu elbette bilemezdik. Fakat biraz serpilip gelişince ve fikir dünyamız Turancı duygularla emzirilip kıvama erince onun kardeş dünyaların arasına hançer gibi sokulan Demir Perde olduğunu öğrendik. Elbette çok üzüldük, mücadele ettik ve rüyalarımıza kâbus gibi çöken bu bela 1991 yılında tuzla buz oldu. Bunda milliyetçi gençlik olarak yaptığımız mücadelenin ne kadar katkısı olduğunu bilmesek de artık Demir Perde’nin yerini demir kanatlı umut güvercinleri almıştı, sevinçliydik. Fakat Kaf Dağı’nın aramıza tekrar girme ihtimali hâlâ vardı. Bu sebeple elimizi çabuk tutup Türk ellerini hemen ziyaret etmek lazımdı. İşte Türkmenistan ve Özbekistan’la ilk buluşmam 1993 yılında böyle başladı. Aşkabat’tan Taşkent’e kadar ata yurdumuzu sanki komşu bir köyü ziyaret eder gibi tanıdık gözlerle tek başına gayet rahat ve emin dolaştık, Taşkent’te ilk kez tanıştığımız Atabay adlı bir Özbek kardeşimizin evinde kırk yıllık dostçasına konak olmak inanılmaz bir duyguydu. Uçsuz bucaksız çöllerde ve steplerde içimiz ferahladı, ufkumuz açıldı. Sonraları hayranlığımızın arttığı Timur’un görkemli kabrinde Yıldırım’a yaptıklarını hatırlayıp karmaşık duygular yaşadık, Fatiha’yı okuduk ama bağışlamaya dilimiz varmadı. Kendimizi adalet timsali bu cihangir Türk fatihine ancak birkaç yıl sonra affettirebildik. Her ne olursa olsun ilk keşif gezisiyle birlikte Türk coğrafyası bizi fethetmişti.
Ardından 1996 yılında asıl “ata meken” Türkistan, yani Kazakistan geldi. Hem de yeni açılan Hoca Ahmet Yesevi Üniversitesi’nde Dintanu (İlahiyat) Fakültesini kurmak üzere. 18 Temmuz sabahı Ulu Türkistan Hoca Ahmet Yesevi babamızın kiyeli topraklarında idik. Böylece bizim olduğu kadar, 1915 yılında Çanakkale mahşeri münasebeti ve Kurtuluş mücadelemizde “Alıstağı Bavrım” (uzaktaki kardeşim) dediği Türkiye Türkleri için ağıt yakan büyük Kazak şairi Mağcan Cumabay’ın rüyası da gerçekleşmiş oluyordu. Bizi etleriyle büyüten, sütleriyle emziren, eteklerinde birlikte aşık oynadığımız, döşeklerinde tepiştiğimiz Altay’daki yurdumuzu ve kardeşlerimizi terk edip ta Akdeniz, Karadeniz diyarlarına gitmemizden acı acı yakınan Mağcan’ın ruhunu şad etme zamanı gelmişti. Girdiği şerefli mücadeleyi canıyla ödeyen bu yiğit Kazak şairin torunlarıyla birlikte el ele vererek yüreklerimizdeki ateşi tekrar tutuşturup, damarlarımızdaki kanı tekrar kaynatmanın zamanı idi artık. Zira artık onlar o yanda, biz bu yanda değil, Kazak kardeşlerimizle Türkistan coğrafyasında ilim, irfan ordusu olarak Hoca Ahmet ve Abay’ın yolunda yan yana, can canaydık.
Günde bir saat olmak üzere kırk gün süren Kazak dili kursundan sonra üniversite çalışanları, öğrencilerle ve halkla rahatlıkla iletişim kuracak duruma gelmek ancak dillerimizin bir eldeki parmaklar kadar birbirine yakın olmasıyla izah edilebilirdi. Böyle başlayan Türkistan günlerimiz dolu dolu iki yıl sürdü. Şığıstanu (Şarkiyat) Fakültesi dekanlığı yanında Dintanu bölümünde derslere girdik. İlahiyat Fakültesini kuramadık ama, onun yolunu açtık; çok fazla kalamadık ama çok sağlam dostluklar elde ettik, projeler yaptık, Türkistan’da ve Kentav’daki üniversite dışındaki yedi yüzden fazla ortaokul ve lise öğrencisine din dersleri verdik, Kentav’daki yerel bir TV kanalında dinî yayınlar yaptık. Çok şiddetli ve her türlü mahrumiyetler, yokluklar içinde yaşanan o meşhur 1997-98 kışında özellikle Kentav’da yaşayan Türk hocalar olarak halkın dertlerine çare olmaya çalıştık. Nevruzları birlikte kutladık, kımızın insanı hiç de sarhoş etmediğini, at etinin sığır eti kadar temiz ve lezzetli olduğunu bizzat tecrübe ederek dinsel bağlamda da ufkumuzu genişlettik. Kazakistan’ın meşhur tiyatro sanatçısı Rayimbek Seyitmetov ve Rahmankul Berdibayev gibi Dede Korkutvari aydınları tanıma fırsatı bulduk. Atalarımızın buralardan gittiklerinin kültürel izlerini bizzat görüp inceledik.
Yaklaşık seksen yıl önce Anadolu’dan Rusya’ya, oradan da Orta Asya bozkırlarına gönderilen Greklerin çocuklarının hâlâ kendi aralarında Türkiye Türkçesi konuştuklarına, sırf Türkçe konuşmak için sık sık bir araya gelmelerine şahit olmanın güzelliğini yaşadık, Türkçenin büyüklüğünü bir kere daha yakından anladık. Hele Hristiyan dinine mensup Urumlu Türklerinden olan yaşlı bir teyzenin Çanakkale türküsünü dinlerken “bu türküye dedem de böyle ağlardı” diye ağladığına şahit olduk. Stavro dayıdan kemençe eşliğinde “Sarı Gelin” türküsünü dinleyip duygulandık. 1944’te yerlerinden yurtlarından göçürülen Ahıska Türklerinin acılarını, çilelerini elli yıl sonra dinleyip biz de onlar gibi perişan olduk. Bu zulümkeşlerden biri olan Kahraman amcamızın “korkarım vatanıma dönemeden bu garip ellerde ölüp gideceğim” deyişi karşısında burnumuzun direğinin sızladığını hissettik, yandık. 1996 yılı 26 Aralık günü Berat gecesi münasebetiyle Türbede Yesevi hikmetlerinin ve Süleyman Çelebi’nin şiirlerinin terennüm edildiği mevlit okuttuk. Türkistan’da ve Kentav’da yüzlerce ağaçlarla birlikte geleceğe umut ve uygarlık tohumları diktik. Turan idealini bütün Türk dünyasına duyuran, duyurmakla kalmayıp harekete geçiren Alparslan Türkeş’in Hakka yürüdüğü haberini alınca gıyabında cenaze namazı kılıp hayır gözyaşları eşliğinde dualarımızı göndermek da yine ak topraklarda nasip oldu. Ve tabii ki en önemlisi, İmam-ı Azam ve Maturidi ile birlikte Türk Müslümanlığının tesisinde öncü şahsiyet olan, İslâm dinini aşk ve güzel ahlak dini olarak anlayıp anlatan Hoca Ahmet Yesevi babamızı daha yakından tanıdık, her fırsatta gönül gönüle olduk, fatihalarımızı bir nefes mesafesinden gönderdik, yeni deyişler için kendilerinden ilham aldık. Kutlu, kiyeli ata mekenimiz Kazakistan’a ve onun aydınlık insanlarına selam olsun.