Aşağıda paylaştığım ve Prof. Dr. Sadettin Gömeç Bey’in kaleminden çıkan 1990 lı yıllardaki Kazakistan ve Türkistan hatıraları okunacak değerde satırlar olduğunu umarım siz de anlayacaksınız. Türkistan sevdası uğruna hangi fedakarlıkların yapıldığını satır aralarında mutlaka fark edeceksiniz. Bölge insanıyla, onların yaşadığı sosyal ve siyasi şartları yakından takip ederek tarihi sonuçlar çıkarıp arşiv değerindeki böyle etkili cümleleri hatıra olarak bırakmak taktir edilecek bir durum olsa gerek.
Görüntüdeki fotoğraf bir küçük evdeki bir küçücük kanepeye sığan bedenlerin gönülleri ve idealleri koca Turan coğrafyasını kapladığına şahitlik edecektir bir gün…
“Er Türk’ün Beşiği” Türkistan
Prof. Dr. Sadettin GÖMEÇ
Kıymetli dostum, değerli ağabeyim.
Kazakistan’da görev yaptığımız yıllara dair bir albüm hazırlamanıza son derece memnun oldum. Ben kısa bir süre, sadece bir yıl Ahmet Yesevi Üniversitesi’nde görev yapmama rağmen bu benim hayatımın en anlamlı ve güzel anılarını yaşadığım zaman dilimlerinden biri olmuştur. Çoğuna sizin de şahitlik ettiğiniz gibi başımızdan acı-tatlı pek çok hadise geçti. Sevgili kardeşim, kıymetli yoldaşım İbrahim Bataş ile Türkistan (Yesi) kentine vardığımızda evsiz ortada kalışımız, Kentav’daki talebelere yemek çıkarışımız, öğrencilerimiz ile aramızda oluşan sevgi bağı sen, Necdet Albay ve diğer arkadaşlarımızla yaptığımız akşam muhabbetleri, Türkistan’da elektrik ve su olmadığından hafta sonları hoca dostlarımızın İbrahim ve benim Kentav’daki evimize gelerek banyo yapmaları, et ve patatesin dışında pazarda bulduğumuz bir turpa bile sevinmemiz, tek başıma araba tutup Sır Derya’ya gitmem hep aklımda olan hatıralar. Herhalde bunları anlatmak ve yazmak için rahmetli Ali Berat Alptekin Hoca gibi bir anı kitabı hazırlamam lazım. Fakat ben bunlardan yalnızca bir tanesini aktarmakla yetineceğim.
Malûm olduğu üzere 1994 senesinde Ahmed Yesevi Türk-Kazak Üniversitesi kurulmuştu. Türkistan’da yeni eğitime başlayacak bu üniversitenin ilk hocalarından biri olarak bu kez de Yesi’ye, yani Türkistan şehrine gitme imkânına sahip olduk. Üniversitenin o zamanki yöneticileri “Turancılık sadece yazıp, konuşmakla olmaz. Haydi Kazakistan’a gidiyoruz, orada hocalık yapacaksın” dediklerinde, bu teklifi de hiç tereddütsüz kabul edip, iki aylık yeni doğmuş kızımı da bırakarak, Kazakistan’ın yolunu tuttum. Burada şunu da belirtmek isteriz ki, Ruslar koskoca Türkistan’ı “Türkistan” adıyla küçücük bir kasabaya hapsetmeyi başarmışlardır. Fakat benim için Oğuz Han’ın yurdunda, Sır Derya boylarında olmak, bambaşka bir duyguydu. Hele şehrin girişine konulan, büyük Türk milliyetçisi Mağcan Cumabayoğlu’nun:
“Türkistan eki dünya esigi goy
Türkistan er Türk’ün besigi goy”.
Mısraları insanı derinden etkiliyordu. Tabi ki sadece bu şiiri değil, onun Anadolu’daki Türk Milli Mücadelesi için yazdığı ve bu yüzden de Stalin’in başını aldığı “Alıstaki Bavruma” (Uzaktaki Kardeşime) şiiri biz Türkiye Türklerinin her zaman hafızalarında yaşayacak ve onu asla unutmayacağız.
Biz de bir eğitim yılı boyunca Kentav’da Karaçaylı bir Türkçü kardeşimle beraber aynı evi paylaşmıştık. Yani yıllar sonra atalarının şu veya bu şekilde buralardan ayrılmak zorunda kaldığı ve bir parçalarının da hâlâ oralarda yaşadığı Türkler olarak Türkistan’da idik.
Hani yine Mağcan’ın dediği gibi:
“Köp Türik enşi alıp taraskanda,
Kazakka kara şanırak kalğan jokpa.”
(Yani Türklerin çoğu hakkını alıp dağıldıklarında. Kazaklara sadece kara ocak kaldı).
Kazakistan’da kaldığım bir yıl müddetince pek çok mağduriyet ve yoklukla karşılaşmama rağmen, bütün Kazak Türklerinden yakınlık ve samimiyet gördüm. Türkiye’den giden bazı kişi ve gruplar her ne kadar onları aldatmış, suistimâl etmişlerse de, onlar bana hep iyi davrandı.
O yıllarda Türkistan veya Yesi’de buraya mecburen göç ettirilmiş Türk soylu ve başka milletlerden insanlar vardı. Ahıska ve Karaçay Türkleri, Özbekler, Türkmenler, Tatarlar, Çeçenler, İnguşlar, Volga Almanları, Koreliler, Batum Rumları vs. ve onların efendisi Ruslar. Rusya burada öyle bir sistem kurmuştu ki, halkın ekserisi Kazak Türkü olmasına rağmen, şehrin yöneticisini bir azınlık olan Korelilerden yapmışlardı.
Bir gün postanede telefon ederken, yanımızdaki kulübede Azerbaycan Türkçesiyle bir gencin konuştuğunu gördük. Konuşması bitince “kim olduğunu, buraya nasıl geldiğini” sorduk. Ahıskalı olduğunu, Kentav’da pek çok Ahıskalı bulunduğunu, istersek yaşlı dedesiyle bizi tanıştırabileceğini söyledi. Şu anda ismini unuttuğum genç, kararlaştırdığımız saatte bizi alarak kaldıkları mahalleye ve dedesinin evine götürdü. Gittiğimiz mekân gece-kondu tipinde, tamamen bir Anadolu köylüsünün evine benziyordu. İçeride bir sürü çocuk, erkek, kadın ve kız bizi ayakta karşıladılar. Evin en yaşlısı ise bir sedirde oturuyordu. Bizi getiren torun; “işte bu bizim Temürcan dedemiz” dedi. Temürcan Ağa, “hoş geldiniz evlatlar” diye bizi karşıladı. O yaşlı ihtiyarın gözyaşlarıyla bize anlattıklarını yazmaya kalksam sayfalara sığmaz. O zamanlar daha çocukmuş ama her şeyi hatırlıyor. Nasıl bir gecede Rus ve Ermeni askerlerin onları ocaklarından kopararak, kamyonlar oradan da hayvan vagonlarına doldurulduklarını, yanlarına hiçbir şey alamadıklarını ve Kazakistan’a getirildiklerini anlattı.
Eski Sovyet vatandaşlarından pasaportlarında Türk yazan sadece bu Ahıskalılardı. Ve tek suçları Türk olmak, Türkiye sınırlarının bitişiğinde bulunmak idi. İnsanların üst-üste, aç ve susuz, en tabi ihtiyaçlarını bile hayvan vagonlarının içinde gördüklerini, havasızlıktan hastalananları, ölen insanları tren yollarının kenarlarına nasıl attıklarını söylüyordu. İnsanlığın yüz karası Stalin’in uşakları ölülerini gömmelerine bile müsaade etmemişti. Hem ağlayan, hem de anlatan bu koca dede bizi de ağlattı. “Evlatlar, bizi unuttunuz. Bir zamanlar beraber yaşamıyor muyduk? Bizi ne zaman alacaksınız?” diye sordu. Diyemedik ki, ona; “Temürcan Dede, bizim o kadar çok hainimiz var ki, siz buralarda daha çok eziyet çekersiniz. Bizde, size el uzatmaya çalışanları bir zamanlar vuruyorlardı, hapislere atıyorlardı, onları faşistlikle suçluyorlardı”. Ah, Temürcan Dede öldüysen, Allah rahmet eylesin. “Ak Toprakları” bir de sen görseydin. Doğduğun topraklara kavuşamadın belki. Seni ve beni ayıranlar; bir araya gelmemizi engelleyen, Türklerin içindeki ve dışındaki düşmanlar inşallah öbür dünyada cehennem ateşinde yanarlar.
Sınırlarımızdan içeri giren milyonlarca yabancıya kimlik verilip, vatandaş yapılıp, senin gibi Türk oğlu Türk Ahıskalı, Kerküklü, Halepli, Bayır-Bucaklı Türkmenlerden bu hak esirgendikçe hep aklıma geliyorsun Temürcan Dede.