Metin SAVAŞ
Türkçe konuşanların yaşadıkları muhtelif coğrafyaların bütününe Türk Dünyası diyoruz. Türk Dünyası coğrafyasının sınırları kabataslak çizilebiliyor ama ortada henüz kuvveden fiile çekilebilmiş Türk Birliği bulunmadığı için birtakım belirsizlikler de karşımızda duruyor. Türkiye, Azerbaycan ve Türkistan’da Türkçe konuşanlar ezici çoğunluktadır fakat kimi söylemlere göre İran nüfusunun yarısının anadili Türkçedir. Yine kimi iddialara göre Afganistan nüfusunun üçte biri ya da yarısına yakını Türkçe konuşmaktadır. Türk kökenli olup da Türk dilini unutmuş topluluklar da muhtelif ülkelerde yaşamaktadırlar. Türk Dünyası dediğimizde, doğudan batıya, Kuzey ve Güney Sibirya’dan Balkanlara kadar uzanan son derece büyük bir coğrafyayı dillendirmiş oluyoruz; kuzeyden güneye ise Tataristan’dan Kıbrıs adasına kadar uzanıyoruz. Bu geniş coğrafyaya mesela Türkçeyi unutmuş kimi Cezayirliler veya kimi Pakistanlılar dâhil değildir. Belirsizlik çok yönlüdür. Bu itibarla Türk Birliği projesi (ülküsü) Türkçe konuşanlar üzerinden yürütülebilecektir. Türk dillerini unutmuş halkların veya irili ufaklı grupların yeniden kazanılması yan projedir. Muhtemel Türk Birliği’nin yapısı ve niteliği de şimdilik belirsizdir. Bu ülküyü gerçekleşmesi imkânsız bir ütopya şeklinde algılayanlar da vardır. Öncelikle şunu hatırlatalım ki, imkânsızlık psikolojisi en baştan vazgeçmek demektir. Zor ama imkânsız değil diyerek kolları sıvayacak olduğumuzda ise başaracaklarımız ile başaramayacaklarımız olacaktır.
Şurası bir gerçektir ki Türk ülkeleri tek başlarına kendilerini korumakta fevkalade zorlanmaktadırlar. Geçmiş asırlarda Moskova’dan yola çıkmış olan Slavlar peyderpey genişleyerek Doğu Avrupa’dan Sibirya’ya kadar uzanan devasa bir ülke kurabilmişlerdir. Bu ülkenin adı Rusya’dır. Başarıya ulaşılması halinde Türk Birliği tek başkentli bir devlet mi olacaktır yoksa Avrupa Birliği tarzında devletler topluluğu mu olacaktır bunu zaman gösterecek. Sonuç ne olursa olsun her halükârda Türk Birliği tesis edildiğinde ortaya devasa bir yapılanma çıkacağı için Türk ülkelerinin ve Türkçe konuşan halkların ezilmelerinin önüne set çekilmiş olacaktır. Her şeyden önce Türk Birliği ülküsü uğrunda hayal kurarak Türkçe konuşanları motive etmemiz gerekiyor. Hayal kurmaya bir örnek: Herhangi bir Türk Birliği ülküdaşı Edirne’den Urumçi’ye hızlı trenle, aktarmasız ve pasaportsuz seyahat edebileceğini düşleyebilmelidir. Farzımuhal Tercüman gazetesini Sibirya’dan Rumeli’ne bütün gazete bayilerinde bulabileceğini tahayyül edebilmelidir. Hayal ilk adımdır ve hayalini kuramadığımız bir projeyi zaten başlatamayız.
Yunan asıllı entelektüel Gregory Jusdanis bir çalışmasında modern Yunan milletinin nasıl inşa edildiğini araştırırken soydaşı Korais’ten şu alıntıyı yapıyor: “(Yunanlılar) büyük güçlerle (Avrupalılarla) aralarındaki farkların üzerini kapatıp benzerlikleri öne çıkarma yöntemine başvurmuştu.”[1]Biz Türkler için bu cümledeki önemli ifade “aradaki farkların üzerini kapatıp benzerlikleri öne çıkarma” yöntemidir. Türk Dünyası halkları kendi aralarında birtakım farklılıklara sahiptir. Bu farklılıklar dilden tarihe ve hatta dinden toplumsal yapıya kadar çeşitlilik göstermektedir. Çuvaşlar ile Gagauzlar Hıristiyan’dır. Çuvaşların dili komşuları Tatarlardan bile çok farklı iken Gagauzların dili Anadolu Türkçesiyle neredeyse aynıdır. Güney Sibirya Türklerinin kültürü arkaik Türk kültürüne daha yakın iken Türkiye ve Azerbaycan Türklerinin kültürü Ortadoğu kültürüne yakınlık göstermektedir. Uzun bir süre Rusların hâkimiyetinde kalmış olan Türklerin zihniyeti de İran ve Türkiye Türklerinin zihniyetiyle tam uyuşmuyor. Nitekim her Türk topluluğunun tarihsel seyri de farklı olmuştur. Bütün bunlara alfabe karmaşasını da eklersek ve birtakım psikolojik uyumsuzlukları da hesaba katarsak Türk Birliği’ne erişme yolunda Türk halkları arasındaki farkların üzerini mümkün mertebe örterek her türden benzerliklerimizi öne çıkarmamız gerektiği sonucuna ulaşırız. Tabiatıyla bu uğurda herkes makul fedakârlıklarda ve esnekliklerde bulunmak zorundadır. Özbeklerin Timur’u, Azerbaycanlıların Şah İsmail’i, Türkiye Türklerinin Yıldırım’ı veya Yavuz’u bir ideal uğrunda ama makul ölçülerde geriye çekilebilmelidir. Bu çekilme onları unutturmak şeklinde değil de onları engin Türk tarihinin birbirlerine rakip kahramanları olarak hafızalarımıza bırakmak şeklinde olabilir. Onların başarılarını örnek alıp onların yanlışlarına düşmemeye çalışmak en akıllıca çıkış yoludur. Mete Han ile Cengiz Han ise müşterek Türklük şuurunun iki büyük ismi olarak harç vazifesi görebilirler. Türk tarihini Türk Birliği emeliyle yeniden kurgulamamız gerekiyorsa bu kurgu abes bir tecrübe olmayacaktır. Zaten kültürün kendisi bir inşadır ve tarih de ilmî metotlarla inşa edilir. Bakınız Nihal Atsız bu hususta ne diyor: “Milliyetçi olduğumuz ve büyük Türk birliğine inandığımız için de, tarihimize vereceğimiz sistem, dileklerimize uygun olmalı ve bu sistem, bize yalnız geçmişimizi en parlak şekilde göstermekle kalmamalı, aynı zamanda ilerisi için de yol çizmelidir.”[2]Tarihe, dileklere uygun olarak sistem vermek kurgulamaktır, yani inşa etmektir. Bizdeki Anadolu beylikleri gibi irili ufaklı yerel devletlerden oluşan Almanya ve İtalya ülkeleri kendi ulusal birliklerini sağlayabilmek amacıyla kendi ülkelerinin tarihlerini sistemleştirip inşa etmişlerdir. Kaldı ki Avrupa halkları vardır ama Avrupa Birliği’nin oluşturmaya çalıştığı Avrupalı kimliği bir inşa çalışmasıdır. Türk Birliği için gerekli olan yeni Türk kimliği de tabii ki Türkler tarafından kurgulanacaktır. İran Türklüğü geçmişte hem Türkiye Türklüğüyle hem de Türkistan Türklüğüyle savaşmıştır. Türkistan Türkleri ile Türkiye Türkleri de Timur zamanında birbirleriyle savaşmışlardır. Daha pek çok örnek verebiliriz ama artık bu sürtüşmeler geçmişte bırakılmalıdır. Türk Birliği çok daha önceden kurulmuş ve kökleşmiş olsaydı hepimiz biliyoruz ki bugün Çin karşısında Doğu Türkistan ezilmeyecekti. Tek başına Doğu Türkistan örneği bile Türk Birliği’nin zaruretini ortaya koymaktadır.
Türk Birliği’nin kurumsallaşarak kökleşmesi için farklılıklarımızın üzerini kapatıp benzerliklerimizi öne çıkarmak, daha önce de belirttiğimiz üzere, birtakım karşılıklı tavizleri kaçınılmaz kılmaktadır. Buna da bir örnek verirsek, Sünni Türkler, Alevi Türkler ve Caferi Türkler de inanç zemininde esnek davranmayı öğrenmek zorundadırlar. Kısaca söylersek, artık birbirimizi ötekileştirmeden kendimize ortak bir zemin hazırlamak durumundayız. Ortak zemin hazırlamak ne anlama geliyor? Türkler olarak her birimiz kendimizden birtakım ödünler verirken yine Türkler olarak birbirimizden bazı unsurları almak (ithal etmek) yani kültür alışverişinde bulunmamız anlamına geliyor. Sosyolog Claude Lévi-Strauss birbirlerine yabancı (birbirlerinin ötekisi) olan kültürlerin karşılıklı alışverişlerinden korkmamak gerektiğini bakınız nasıl izah ediyor: “İthal edilen alışkanlık özümsenmez, daha ziyade katalizör rolü oynar; yani sadece varlığıyla, ikinci ortamda potansiyel halde zaten mevcut olan benzer bir alışkanlığın tezahürüne yol açar.”[3]
Bu sözlerin ne anlama geldiğini de açıklamaya çalışalım ki havada kalmasın. Anadolu’daki Müslüman Türklerin mukaddes bildikleri bazı yatırlar aslında Türkleşme ve Müslümanlaşma öncesinden kalma Hıristiyan mezarlarıdır. Hepsi değil bazıları böyledir. Balkanlardaki Hıristiyan azizlerine ait olduğu düşünülen bazı mezarların ise aslında Türk mezarları olduğunu araştırmacılar söylüyor. Lévi-Strauss’un “katalizör rolü oynar” dediği durum işte budur. Müslümanlarda da Hıristiyanlarda da yatırlara saygı gösterme eğilimi (benzer alışkanlıklar) bulunduğu için mevcut mezarlar bu eğilimlerin karşılıklı tezahürüne yol açmışlardır. Hıristiyanlarda yortular, Müslümanlarda ise kandiller vardır. Bular hep benzer alışkanlıklardır. Başlangıçta Hıristiyanlığın azılı düşmanı olan Roma devleti sonradan Vatikan kilisesi yoluyla Hıristiyanlığın merkezine dönüşünce Roma halklarındaki pagan gelenekleri de dönüştürmüştür ve bazı pagan kişilikleri Hıristiyan azizleri olarak yeniden kurgulamıştır. Hâliyle de ithal edilen alışkanlıklar (veya gelenekler) dönüştürüldüğü, uyarlandığı ve hatta zaten potansiyel halde var olduğu için ithal edildiği şekliyle özümsenmemiş oluyor. Sadece onlardaki azizlerin bizlerdeki babalara ya da bizlerdeki babaların onlardaki azizlere dönüşmesiyle sınırlı değildir bu keyfiyet. Her alanda böyledir. Hamsi balığı atalarımızın yurdunda yoktu ama bizler bugün hamsiyi Karadeniz Türklerinin mutfağına mal ediyoruz. Hamsiyi sevmek bizler indinde Karadeniz Rumlarının kültürünü özümsemek değildir. Balık zaten öteden beri Türk mutfağında vardı. Şehir anlamındaki Türkçe balık sözcüğü Türk mutfağındaki balığın kadimliğinin göstergesidir. Erol Cihangir bu kadimliği şu cümlelerle bize aktarıyor: “Asya bozkır göçebeleri için bir şehir’den değil ama bir balık’tan söz etmek mümkün.”[4]Cihangir’in antropolog ve arkeolog Tolstov’un saptamalarına dayanan bu ifadesi eski Türklerin balıkçılığı bilmesine işaret etmektedir. Tolstov’un ulaştığı sonuçlara göre Türkler kentlerini ve evlerini balçıktan inşa ediyorlardı. Kentlerini su kenarlarına kurdukları için de balıkçılıkta uzmanlaşmışlardı. Eski Türklerin algısında bu nedenle hayvan olarak balık, inşaat malzemesi olarak balçık ve kent anlamında balık hep aynı bal- kökünden gelmektedir. Buradan da görüldüğü üzere ithal edilen alışkanlık özümsenmiyor, o alışkanlıklar zaten bir şekilde ithal eden de vardır. Kaldı ki Türk halkları birbirlerinin ötekileri değildir. Birbirlerini öteki olarak gören Doğulular ile Batılılar arasında bile kültür alışverişleri kaçınılmaz oluyorsa Türk halkları arasındaki alışverişlerde hiçbir ciddi problem çıkmayacaktır diyebiliriz.
Türk Birliği de işte böylece Türk halkları arasındaki karşılıklı tavizlerle kurulacaktır. Türk halklarının kendi içlerindeki tavizler ve alışverişler aslında zaten var olan müşterek alışkanlıkların ortak zeminde Türk Birliği için yeniden kurgulanmasından ibaret kalacaktır. Dolayısıyla da kimlik (kültür) bunalımı yaşanmaksızın Türk Dünyası’nın müşterek kimliği inşa edilecektir. Bu kimlik Sibirya’dan Balkanlara çok büyük bir coğrafyaya hitap edecektir.
Dipnotlar
[1]Gregory Jusdanis, Gecikmiş Modernlik ve Estetik Kültür, sayfa 51, Metis Yayınları, İstanbul 1998
[2]Atsız, Türk Tarihine Bakışımız Nasıl Olmalıdır, Çınaraltı Dergisi, sayı 1, Ağustos 1941
[3]Claude Lévi-Strauss, Hepimiz Yamyamız, sayfa 18, Metis Yayınları, İstanbul 2014
[4]Sergey P. Tolstov, Oğuz Şehirleri ve Oğuzlar, sayfa 17, Doğu Kütüphanesi, İstanbul 2017