İçinden geldiğimiz gelenek fikir, sanat ve felsefe bakımlarından hiç de kısır bir gelenek olarak nitelenemez. Çünkü geleneğimiz, gerek İslam öncesi Türk Tarihi gerek İslam ile birlikte başlayan Türk Tarihi ve bu tarihin ortaya koyduğu değerler sistemi, devlet sistemi, sanat eserleri, dini hayatının rafine hale gelmiş ve kendisini edebiyat eserlerinde de göstermiş tasavvuf hareketi, musikisi, işlenmiş bir dili, ahlak görüşü ve pratik hayatın gereklerine bağlı olarak da olsa ürettiği bazı kavramları nedeniyle zengin bir birikime sahiptir. Tarihsel olarak böyle olmakla birlikte, bugün eğer bir zemin arayışından bahsediyorsak ve düşünce üretmek bakımından bir kısırlık içerisinde olduğumuzu dile getiriyorsak, zengin olduğunu düşündüğümüz tarihin bir refleksiyona tabi tutulması ve bu tarihte ortaya çıkan ve adına Türk Düşüncesi dediğimiz hususların muhakkak surette bir muhasebesinin yapılması gerektiğini de ifade etmek istiyoruz demektir.
Bugün, Türk Düşüncesinin önündeki engellerin aşılması için düşünceyi belirlemesi gereken temel dinamiklerin birer birer gözden geçirilmesi, tarihsel süreç içerisinde ortaya çıkmış olan kopuşların doğru tespit edilip bu kopuşların neden olduğu boşlukların doldurulması belki de en çok üzerinde durulması gereken hususlardır.
Türk Düşüncesi, Türk zihninin ve Türk ruhunun evren karşısında aldığı tavır ve bu tavra bağlı olarak gerçekleştirdiği varlık üzerindeki hareketidir. Çünkü düşünme, Topçu’da da olduğu gibi, zihnin bir hareketi olarak tanımlanabilir. Evren karşısındaki tavır alışı ve varlık üzerindeki hareketi de zihnin yapısı ve ruhun mahiyeti belirler.
Zihin yapısı ile dil, ruh ile de etik-estetik değerlere bağlı olarak gerçekleşen manevi fiiller arasında sıkı bir bağ vardır. Bu açıdan bakıldığında insan, bir yönüyle teorik bir etkinlikte bulunmak suretiyle düşünen-tefekkür eden, etik-estetik fiilleri dolayısıyla da eyleyen bir varlıktır. Öyleyse şu söylenebilir: Türk Milletinin Türk Düşüncesi olarak tezahür eden ve bundan sonra da tezahür etmeye devam edecek olan düşünme-tefekkür faaliyetinin kaynağında bulunan zihin yapısı doğrudan Türkçe ile ilişkili biçimde düşünülmelidir. Zira dil, zihnin aynasıdır ve zihnin düşünme biçimlerini somut hale getirir. Türk sanatı, Türk irfanı, ahlakı ve dini yaşayış biçimi de onun ruhunda yoğurulmuş olan ve zihni tarafından beslenmiş bir var oluş hali olarak kâinatın ve kâinatı aşan varlığın estetik bir biçimde yaşanmasıdır. Nitekim sanatındaki estetik, ahlakındaki irfan ve dini hayatındaki sadelik bunun bir ifadesidir.
Fikir, bu zihin ve ruhun teorik ve pratik olmak üzere ulaştığı belirli bir seviyenin felsefileşmesi için temel bir dayanak teşkil eder. Bu dayanak noktası özellikle bir kâinat tasavvuruna işaret etmelidir. Çünkü bir kâinat tasavvuru ve bu tasavvura uygun düşecek bir metafizik oluşturamamış olan toplumlar epistemoloji, etik, estetik, politik, dini, iktisadi, pedagojik alanların ortaya koyduğu pratik sorunlara sistematik, tutarlı ve gelecek zamanları da dikkate alan cevaplar ve çözümler bulmada pek de başarılı olamazlar ve bir düşünce geleneği inşa edemezler. Gelenek olmadığı takdirde de, geçmiş-şimdi ve gelecek arasında zamanın üçlü bir ilişki içinde oluşu gözden kaybolur. Ne geçmişle konuşabilme ne de geleceği tasarımlayabilme imkânı yakalayabiliriz.
Türk Birliği de, bir Türk Düşüncesi sayesinde, Türk Düşüncesi de Türkçe ve Türkçenin imkânları sayesinde mümkün hale gelecektir. Türkçenin imkânları sayesinde Türk Düşüncesi fikrinin felsefileşmesinin büyük bir değeri ve önemi vardır.
Bütün var olanlar karşısında hem rasyonel hem de duygusal bir biçimde alınan tavrın ortaya koyduğu bireysel bir zihnin ve duygusal hallerin üstüne yükselmek ve onları bir mana birliği etrafında toplamak Türk Düşüncesine giden yolda en önemli hareket noktasıdır. Düşünceyi adım adım ilerleten, düşüncenin sistematik ve tutarlı bir mahiyet kazanmasına neden olan, bu mana birliğidir. Bundan dolayı birlik fikri sadece aynı dili konuşmak, ekonomik-ahlak-hukuk-sanat bakımlarından aynı kurallar dâhilinde hareket ederek bir dayanışma içerisine girmek değil, bütün bunların da ötesinde bir anlamaya da fırsat vermektedir. Bu anlama, Türk Dünyası ve Türk Düşüncesi idealini Azeri, Kazak, Kırgız, Özbek, Tatar, Türkmen olmanın ötesinde Türk olmak olarak yorumlamak demektir. Birlik, Türklerin yaşadığı farklı coğrafyalar arasında ortaya çıkmış olan farklılık ve çeşitliliğin kaynaklandığı ortak mahiyete işaret eder ve bu ortak mahiyet, Türk Dünyasının Birlik idealinin gerçekleşmesinin zemininde bulunur.
Her kültür ve medeniyet bazı kavramlar üzerinde yükselir. Düşünme, kavramlar arasında bağ kurma işidir. Kavramlar sayesinde var olanları sınıflandırır, onları düzenler, var olanlar arasındaki ilişkileri ortaya koyar, tekilliklerden oluşan dünyayı sistemli bir hale getiririz. Renkler, sesler, ferdilikler çokluğundan tümel bir mana birliğine geçeriz. Varlık karşısında gerçekleştirdiğimiz rasyonel tavrın sonucunda ulaştığımız bir zihinsel seviyeyi de gösterir kavramlar. Kavramlar, tasvir için kullanılan dilden düşünmenin kaynağı olan dile geçişi sağlarlar. Öyleyse Türkçenin, kavramsal düşünme aşamasında bir dil olması ve kavram üretmesi, Türk Düşüncesi için temel bir zemin ve zorunluluktur.
Bugün, medeniyetimizin en önemli kaynağı durumunda olan İslâmiyet ile ilişkimizin ve İslamiyet’in bizim ruhumuzda aldığı şekil ile bize kazandırdığı asli karakterin yeniden doğru bir şekilde keşfedilmesine ihtiyacımız vardır. İslamiyet’in kültürümüz ve medeniyetimizin yapı taşları olan bilim, felsefe, sanat ve ahlâk alanlarında gerçekleşmiş olan katkılarına bakmak suretiyle, bağnaz ve yobazca tavırlardan sıyrılarak gelecek için yapacağı katkılara yoğunlaşmak gerekmektedir. Bu ise, bugün artık din ile aramızda kurduğumuz ilişkinin gözden geçirilmesi ve bizden bir muhasebe yapılmasını talep eder.
İslamiyet ile aramızdaki bağ, özellikle tasavvuf ve ahlak alanında, ayrıca en rafine hale gelmiş Türk estetiğinin sanat eserlerinde güçlü bir şekilde kendisini göstermektedir. Türk Düşüncesinin muhakkak surette tasavvuftan, tasavvufun edebiyat alanında ortaya çıkardığı eserlerden, Türk sanatından ve bu sanatın şaheser örneklerinden faydalanmak gibi bir mecburiyeti vardır. Millet olarak bizim varlık karşısındaki tavır alışımız daha çok heyecansal, duygusal, şiirsel, destani bir tavır alıştır. Bizim varlık ile olan muhabbetimiz, sanatkâranedir. Biz varlığın sesini şiir kıvamında duyar ve o kıvamda o sese karşılık veririz. Karşılık verdiğimiz sesin ifade ettiği manayı fikir seviyesine yükseltmek, böylece de edebiyattan, daha geniş ifade ile sanattan felsefeye geçmek gerekir. Edebiyat eserleriyle işlenmiş olan dilin felsefe ile kavramsal düzeyde düşünmeye imkân verecek bir zenginliğe kavuşması gerekir. Bunun için bir hastalık halini almış olan ve bir kompleksi de içinde barındıran “başka bir dilde eğitim yapma” zırvasından vazgeçmek gerekir.
Tarih içerisinde oluşmuş öyle otoriteler vardır ki, onlar bugün için din, ahlak, felsefe, sanat, bilim konularında içine düştüğümüz skolastiğin belki de en önemli nedenleri durumundadırlar. Çünkü bu türlü otoriteler yanılmazlık ve kutsallık zırhına da büründürüldükleri için bugünün düşünen kafalarını doğru ve haklı oldukları için hatalı, kendilerini de bugün yanıldıkları ve haksız oldukları halde hatasız görürler. Hatta bugün bile oluşmuş olan ve hür düşünceyi sabote edenlerin neyin doğru olup olmadığı konusunda anlamaları ve erişmeleri mümkün olmayan bir hakikat tutumuna sahip olanlar, maalesef hep haksız olarak nitelendirilirler. Öyleyse Türk Düşüncesi, önündeki en büyük engel olan, hür düşünüşü yok eden, skolastiğin kaynağındaki en önemli nedenlerden birisi durumundaki kutsallık ve dokunulmazlık zırhına bürünmüş putları, idolleri yıkmakla işe başlamalıdır.
Öyle anlaşılmaktadır ki, Türk Düşüncesi bir Rönesans’a ihtiyaç duymaktadır. Medeniyetimizin yeniden dirilişe, tekrar doğuşa, kendine gelmeye çok ama çok ihtiyacı var. Siyasette, dinde, ahlakta, hukukta, eğitimde, sanatta yaşadıklarımız, bu ihtiyacın aciliyetini ilan eder gibidir. Bu Rönesans için Sanat, bilim ve felsefenin oynayacağı rolün farkında olarak hem incelmiş zevklerin kaynağındaki duyguların hem de cesurca düşünmeyi sağlayacak olan aklın birlikte çalışması için eğitim sisteminin baştan sona gözden geçirilmesi gerekir. Bugünün üniversitesi ve eğitim sisteminden bu Rönesans’ı gerçekleştirecek dâhiler yetiştirmesini beklemek pek mümkün görünmüyor.
Nurettin Topçu, “Felsefe, insanın kâinatı görüşüdür” diyordu. Hikmetsiz yaşamak mümkün olamayacağına göre, felsefesiz bir toplumun yaşaması da mümkün değildir. Yarınki Türkiye’de, felsefenin sağlayacağı faydaları şöyle sıralar: Felsefe, bize aklın kullanılmasını öğretir. Ahlâkımızın sanatkârı, siyasî nizamın da yapıcısıdır. İnsanımızı, içinde bulunduğu karamsarlıktan ve uyuşukluktan kurtaracak ve dinî inançların da rafine hale gelmesini sağlayacaktır. Hürriyetimizin de hayat kaynağı olan felsefe, hayatımızın yönünü tayin eder.
Topçu’ya göre Rönesans’ımızın dayanacağı temellerden bir diğeri olan ilim, bir zihniyet işidir ve bu zihniyetin de bir takım karakterleri vardır: İlmî zihniyetin en önemli ve başta gelen karakteri, onun hakikat aşkı oluşudur. Bu hakikat aşkı, bizi hakikati araştırmaktan alıkoyacak olan engellere karşı isyan etmemizi gerektirir. Realiteye bağlı ve metot olarak tecrübeyi kullanan ilim, determinizmi kabul eder, tekâmül fikrine inanır.
Felsefe ve bilim ile ancak zihnimizi esir almış olan önyargı, boş inanç ve dogmatik-fanatik tutumlardan kurtulabiliriz.
“Yüreklice düşün;
Gir bu yola seve seve!
İyi yaşamayı sonraya bırakan kimse,
Yolunda bir ırmakla karşılaşıp akıp geçmesini bekleyen köylüye benzer:
Oysa ırmak hiç durmadan akıp gidecektir.”
Bu şiir, Romalı düşünür ve ozan Horatius’a ait. Aydınlanmanın parolası haline gelmiş olan Sapere Aude, Yüreklice Düşün ifadesinin manasına uygun bir düşünme ve düşündüğünü eylem haline getirmiş olan bir aydın tip ve tarzı, vazgeçilmezdir. Çünkü böyle bir aydın tip ve tarzı olmadığı takdirde, ihtiyaç duyduğumuz Rönesans’ı gerçekleştirmek pek mümkün olmayacaktır.
Prof. Dr. Ali Osman Gündoğan
Muğla Sıtkı Koçman Üniversitesi
Edebiyat Fakültesi
Felsefe Bölümü