İhtiyaç mı, değil mi; yönetilebilir mi, yönetilemez mi analizi yapılmadan, “Hayalim di” diyerek çok büyük projelere kıt kaynaklarımızı harcamak doğru değil. En büyüğünü yapmış olmamız, en verimlisini, en faydalısını, en gereklisini yaptığımız anlamına gelmiyor.
Bilimin sadece lafını ediyoruz, gerçekte bilimle uzaktan yakından alakamız yok (Bu değerlendirmeyi rakiplerimize nispetle söylüyorum ki siyasilerimiz onlara “Düşman” diyor. Söyledikleri gibiyse varımızı yoğumuzu bilime aktarmamız gerekmez mi?). Dolayısıyla bilime dayalı, yüksek teknoloji ürünü katma değeri yüksek üretim yapamıyoruz.
*****
Ali Osman MOLA
5 Aralık 2016’da kaleme aldığım “Tuhaf bir ekonomi yazısı: Düşmanlarımız gelişmemizi engelliyorlar” makalesinden sonra niye “ekonomi” yazıları yazmadığımı sorgulayan okuyucularım olmuştu. Kısmet bugüneymiş.
Doğrudan ekonomi ile ilgili görüşlerimi paylaştığım makalelerim fazla değil. Görüşlerimi genellikle arkadaşlarımla yazılı ve sözlü olarak paylaşıyorum. Yazılı da paylaşıyorum ki yanlış hatırlamalara sığınmayayım veya yanlış hatırlayanların eleştirilerine maruz kalmayayım.
Epeyce uzun bir değerlendirme olacak. Şimdiden sabrınıza sığınıyorum.
Döviz ve altın
Ülkeleri travmaya sokan farklı ekonomik gelişmeler vardır. Travmaya sokar çünkü o ülkenin geçmişinde, o olumsuz ekonomik gelişme ilgili yaşanmışlıklar vardır.
Örneğin ABD’nin travması, ABD borsalarındaki anormal düşüş ihtimalidir. Almanya’nın travması, Almanya’da enflasyonun anormal yükselme ihtimalidir. Türkiye’nin travması ise doların anormal yükselme ihtimalidir.
Dolardaki yüksek artışı sadece ekonominin gerçekleri bakımından değil, bu bakımdan da önemsiyorum. “Eyvah!.. Yine mi?” korkusunun, olumsuzluğu derinleştireceği kesin.
Bu bakış açılarından hareketle neler yazmışım:
24 Ocak 2014, Ekonomide Hasar Büyüyor başlıklı makalemden:
“Perşembe günü, yazıya başlarken Merkez Bankası (MB) dolara müdahale etti, hızla 2.30’a doğru giden dolar 2.15 seviyelerine düştü, üç saat içinde tekrar çıktı. Cuma günü 2.33’ü geçti. Müdahale miktarının 3 milyar dolara yaklaştığı söyleniyor. Böylesine büyük bir miktar bile dövizin ateşini düşüremedi.
Hükûmet, dövize müdahale yoluyla, ‘seçime kadar’ doları 2.30’un altında tutabileceğini hesaplıyor. Bunun döviz stoklarımızı riskli şekilde eriteceği (sadece 35 milyar doları bize ait) bilindiği halde ‘faiz silahının’ kullanılmasını istemiyor. Faizleri yükseltirse ‘oy kaybedeceğini’ düşünüyor. Aylardır bu tehlikeli oyun oynanıyor, amaç yerine araç tartışması yapılıyor. Nitekim hafta başında MB, faizi yükseltmeyeceğini tekrar ilan etti fakat bu laftan ibaret kaldı, faizler yüzde 11’e dayandı. Hükûmet, piyasanın olan bitenin farkında olmadığını sandığı ve kartları açık oynamadığı için bir ‘güven krizi’ de yaşanıyor; döviz ve faiz birlikte yükseliyor.
Hükûmet bu tavrından vazgeçmezse doların 3.00 TL’ye hatta daha yukarı çıkması bana göre sürpriz olmayacak.”
Bu değerlendirmemden hemen sonra MB, baktı ki faizler kendiliğinden kontrolsüz bir şekilde yükseliyor, siyasi baskılara rağmen, 28 Ocak 2014’te olağanüstü toplanarak politika faizi olan 1 haftalık repo faizini yüzde 4,5’tan yüzde 10’a çıkardığını belirtti. Gecelik borç verme faizini ise yüzde 7,75’ten 12’ye çıkardı. MB, bu sert faiz artışını niçin yaptı? Hızla artan doları baskılayıp aşağı çekebilmek için. Peki, çekebildi mi? Hayır çünkü geç kalınmıştı.
MB’nin bu kararından 3 gün sonra, 31 Ocak 2014’te, ekonominin gidişiyle ilgili endişelerim artmış ve bu defa Mecburen Yine Ekonomi başlıklı makaleyi kaleme almışım ve şöyle demişim:
“Faiz artırımı tek başına fiyatları dengeleyebilir mi, doları 2.20-2.30 bandında tutabilir mi veya faiz artırımı bu kadarla atlatılabilir mi? Bence hayır.”
Aradan yaklaşık 19 ay geçtikten sonra Ağustos 2015 ortalarında dolar 3 TL’yi gördü.
Dört aylık bir takipten sonra 11 Aralık 2015’te, dolar 2,92 iken şu notları paylaşmışım:
“Bankaların sadece emin oldukları ticari müşterilerine kredi açacağını düşünüyorum. Ertelenmiş iflaslar gerçekleşebilir. Dolar 3,50’yi bulur. Dolar/Avro paritesi 1/1’e yaklaşır.”
Aradan 2 yıl geçtikten sonra, bugün, yıllardır Türkiye’nin en zenginleri oldukları ilan edilen iki iş adamının borçları, ödeyemeyecek duruma geldikleri anlaşıldığından yeniden yapılandırılıyor. Daha küçük olsalardı, bu mali durumlarıyla çoktan gözden çıkarılırlardı. Cumhurbaşkanı Ekonomi Başdanışmanı Cemil Ertem’in “Batamayacak kadar büyük…” vurgusunun başka anlamı yok. Yapılandırmaların sonuçlarını da hep beraber göreceğiz. Bu holdinglerden biriyle ilgili 12 yıl öncesinde yaşadığım “Perşembenin gelişi çarşambadan bellidir.” atasözünü doğrulayan bir hatıramı da paylaşmak isterdim ancak zamanı değil.
Dolar ise 3,50’yi bir yıl sonra 05 Aralık 2016’da gördü ve bir müddet sonra da üzerine çıktı.
02 Kasım 2017’de ise 3,80’i aştı. Aynı gün, gün içinde yaptığım paylaşım şu şekildeydi:
“Gösterge faiz, an itibarıyla 18 puan artarak yüzde 13’e yükseldi. Hem de FED’in faiz artırmadığını açıklamasından hemen sonra. Faiz yükselince en azından doların düşmesi beklenir değil mi? Maalesef o da yükseliyor. Maalesef daha da yükselecek.”
29 Mart 2018, yaklaşık 5 ay sonrası ve dolar 4,00 TL.
Bugün, 08 Mayıs 2018, son durum:
Dolar 4.31; Avro 5.11; Avro/Dolar 1.18
Bu süreçte sorun sadece doların yükselmesi de değildi, yüksek oynaklık da başlı başına sorun teşkil etti ve etmeye devam ediyor (Aynı durum avro ve diğer para birimleri/TL paritesinde de söz konusu.). Dolar hızla 3, 3,5, 4 gibi tepe noktalara yaklaşıyor, sonra hızla düşüyor, ardından tekrar hızla yükseliyor ve aylarca böyle tekrar ettikten sonra tepe noktayı görüyor; orada bir müddet kalıyor, ardından yine aynı şekilde seyrederek bir sonraki tepe noktasına doğru hareketleniyor.
Merkez Bankası’nın müdahalelerinin dışında doğrudan Cumhurbaşkanı’ndan başta dolar olmak üzere döviz fiyatlarının artışına çare olmak üzere, vatandaşlardan ellerindeki dövizleri bozdurmaları da istendi. Aralık 2016’yı hatırlayın; çağrı üzerine çağrı yapılıyor, basın-yayın organları “kampanyalar düzenlendiğinden” bahsediyor, “halkın dövizlerini TL’ye çevirmek için bankalara ve döviz bürolarına akın ettiğini” yazılıp söyleniyordu.
Bu şartlar altında şu paylaşımı yapmışım:
“Vatandaşın dolar bozdurması işe yarar mı? Bozdurursa, kısa vadede yarar. ‘Bozdurursa.’ diyorum çünkü bir taraftan vatandaşın döviz bozdurma yarışına girdiği haberleri yapılırken diğer taraftan kamu kurum ve kuruluşlarıyla birlikte yüksek oranda geliri olan birlik ve sendikalar vb. kuruluşlar da hesaplarındaki dövizleri TL’ye çeviriyorlar. Başbakan, Perşembe günü, devlet kurum ve kuruluşlarının bozdurduğu döviz miktarının 10 milyar dolar olduğunu söyledi. Dövizdeki, çağrı sonrası ilk iki günlük ucuzlamayı buna bağlıyorum. Uzun vadede ise endişeliyim.”
Yukarıda da belli tarihler itibarıyla paylaştığım gibi bir müddet sonra anlaşıldı ki aslında vatandaşın döviz bozdurduğu filan yok. Aksine, sonraki süreç gösterdi ki vatandaş istenilenin tam tersini yapmış ve TL hesaplarını döviz hesaplarına çevirmiş.
Bir de rakam vereyim. Aşağıdaki haber 22 Şubat 2018 tarihli Dünya gazetesinden:
“Yurt içi tasarruf sahiplerinin döviz mevduatları 170.41 milyar dolara çıkarak rekor seviyeye ulaştı.”
Elbette bu hoş bir durum değil ancak ekonomi dilinde de günlük hayattaki dilde de buna “güvensizlik” deniyor. Güvensizlikle ilgili endişelerimi 2014 yılındaki makalemde paylaşmıştım.
2014’teki tahminlerimi esas aldığımda tek yanılgım avro/dolar paritesinde oldu. Aslında parite Aralık 2016’da 1,05’e kadar düştü sonra tekrar çıkmaya başladı. Ben, 1,05-1-10 arasında çok daha uzun süre kalacağını düşünmüştüm. Bugün itibarıyla 1.18’in üzerinde ve düşme eğiliminde.
“İleriye dönük tahminleri de yaz.” dediğinizi duyar gibiyim.
Dövizdeki yükselişin önlenebileceğini düşünmüyorum. Belki kısa sürelerle olabilir.
Bu düşüncem, tıpkı daha öncekiler gibi gerçekçi veri ve sebeplere dayanıyor. Bunları da sonuç bölümde yazacağım.
Bölümü bitirmeden altınla ilgili tahminimi de paylaşayım:
Altın, kısa vadede bozdurmayacaksanız, hem paranızın değerini korumak hem de üstüne biraz kazanmak için mantıklı bir yatırım gibi görünüyor.
Faiz
Dövizle birlikte hareket ettiği için yukarıdaki “Döviz” ara başlığı altında faiz konusundaki süreci de aktarmıştım. Bu bölümde “Niye bu kadar yüksek faizle borçlanmak zorunda kalıyoruz?” sorusuna cevap arayalım.
Ağustos 2013’te, Elin Parasıyla Ağalık Olmaz başlıklı dört makale yazmışım ve önce faizin ne olduğunu anlayalım ki şapkamızı önümüze koyup tekrar düşünelim diye meramımı biraz da alaycı bir şekilde ifade etmişim:
“Türkiye, son 10 yılda 342 milyar dolar cari açık verdi. Başka bir söyleyişle başka milletlerin 342 milyar dolarlık tasarruflarını borç alıp -tabirimi hoş görün- ‘yedik’. ‘Afiyet olsun!’ diyemeyeceğim çünkü kimse parasını yedirmez. Elin parasıyla ağalık olmaz.”
Bu ifadeler, yukarıdaki soruyla birlikte “Niçin yabancılardan faizle borç almak zorunda kalıyoruz?” sorusuyla kendimizi sorgulamak ve bunu ar etmek yerine, yabancıların gece gündüz bizi batırmak için uğraştıkları mazeretine sığınanlara olan kızgınlığımın bir tezahürüydü.
31 Ocak 2014’te ise Mecburen Yine Ekonomi başlığıyla yayımlanan makalemde, “Faiz, borçlanma işleminde riskin karşılığı olan ‘bedel’. Dolayısıyla bir ülkeye güven ne kadar düşükse, ödeyeceği faizin bedeli o kadar yüksek olur.” diyerek ekonomi-güven ilişkisini vurgulamaya devam etmişim.
Dolayısıyla faizin miktarını belirleyen iki unsur var: Birincisi istediğiniz paraya ne kadar ihtiyacınız olduğu, ikincisi borcun geri ödenebilme ihtimali.
İşte bu yüzden para sahipleri, Türkiye’den çok daha düşük faiz veren ülkelere borç verdikleri halde Türkiye’ye ya vermekten çekiniyorlar ya da çok daha yüksek faiz istiyorlar veya biz, para bize verilsin diye faizleri yükseltiyoruz.
Demem o ki “Faize karşıyım.” deyince faiz düşmüyor. Emirle, “Düşürün.” deyince de düşmüyor. Faizleri artırmaması için Merkez Bankasını baskı altına alarak hiç düşmüyor.
Bankaların faizleri düşürmeleri konusunda ısrarcı olmanın bir faydasının olmayacağı da belli. Varlık sebebi “paradan para kazanmak” olan kuruluşlara faizleri düşürmeleri için baskı yapmanın tehlikeli sonuçları olacaktır. Bankaların, faizlerden hak ettiklerinden fazla para kazandıkları düşünülüyorsa faiz indirimine devlet bankaları öncülük etmelidir. Bu teklifimi ilk defa 22 Temmuz 2016’da paylaşmışım. Ne zaman uygulamaya karar vermişler? Birkaç gün önce, seçim olduğu için ve en yapılmaması gereken zamanda. En yapılmaması gereken zamanda diyorum zira döviz ve faiz hızla yukarı, borsa hızla aşağı giderken “bu terazi bu sıkleti çekmez”.
Bugün, 08 Mayıs 2018, son durum:
Faiz: 2 yıllık (Gösterge) 15,53; 5 yıllık 15,15; 10 yıllık 14,04
Maalesef artmaya da devam edecek.
Bu arada dua edelimde ABD, faizleri -bugüne kadar yaptığı gibi- yavaş yavaş arttırsın.
Enflasyon
“Faiz sebep, enflasyon netice.” görüşüne katılmıyorum. Enflasyon sorununa böyle bakarsak iş “tavuk mu yumurtadan, yumurta mı tavuktan” kısır döngüsüne döner ki işin içinden çıkamayız.
Enflasyonunun ekonomik, siyasi ve sosyal sebepleri vardır; aynı zamanda enflasyon da bu konulardaki sorunların sebebidir.
Üstelik ekonomiler için yüksek enflasyon kadar düşük enflasyon da risktir.
Devlet kurumları içerisinde enflasyonu düşürmek Merkez Bankasının görev tanımı içerisinde. Bu sebeple MB, sıkı para politikası uygulamaya çalışıyor yani piyasadaki para miktarını azaltarak talebi dolayısıyla enflasyonu düşürmeye çalışıyor. Aynı sebeple faizleri de arttırabiliyor. Enflasyona ve döviz fiyatlarındaki artışa karşı kullanabileceği silahlar bunlar.
Peki, MB bunları yaparken hûkümet ne yapıyor? Yüzlerce milyar liralık paketler açıklayarak piyasaya para pompalıyor. MB’nın para politikası sıkı fakat hükûmetin mali politikaları gevşek. Buna döviz fiyatlarındaki artışlar da eşlik edince doğal olarak enflasyon düşmüyor.
Bu noktadan itibaren “MB’nin başarısızlığı” üzerindeki tartışmalar başlıyor çünkü asıl görevi enflasyonu düşürmek olan kurum, bunu başaramamış oluyor.
Ben de hûkümete diyorum ki:
Madem suçlu Merkez Bankası, kapatın veya yöneticilerini değiştirin ya da görev tanımında değişiklik yapın. Yapmıyorsanız, rahat bırakın.
Sorun bugünün sorunu değil. 12 Eylül 2014’teki paylaşımımda, “Merkez Bankasının bağımsızlığı korunmalıdır. Sıkı para politikası olmazsa olmazdır.” demişim.
Aynı gün Ali Babacan ve Mehmet Şimşek’in de bu görüşte olduğunu fakat Ekonomi Bakanı Nihat Zeybekçi’nin “İç tüketimi rahat bırakın.” beyanına atıf yaparak ve Cumhurbaşkanı Başdanışmanı Yiğit Bulut’un da Zeybekçi’ye destek verdiğinden bahisle “taban tabana zıt bu iki görüşün ekonomiye zarar verdiğini” yazmışım.
Enflasyonu gıda özelinde irdelediğim makaleler de yazdım. İlki 18 Ocak 2016 tarihli “Gıda fiyatları düşer mi? Cevap veriyorum: Düşmez” başlıklı makale. Daha sonra 2017’de iki, 2018’de bir olmak üzere üç makale daha yazmışım. Hepsinde de soru ve cevap net: Gıda fiyatları düşer mi? Cevap veriyorum: Düşmez.
Sebepleri ile birlikte çözüm yollarını da yazdım elbette.
2018 enflasyon verileri ay ay açıklanmaya devam ediliyor. Enflasyon artış hızı tahmin edilenin üzerinde ve tek haneye düşmesi imkânsız görünüyor.
Borsa
Yaklaşık 25 senedir yakından takip etmekle birlikte Borsa İstanbul’u (BIST’) önemsediğimi söyleyemem. Benim için tek anlamlı işlevi, halka açılma sonucunda elde edilecek kaynağın yatırıma dönüşme ihtimali.
Örneğin şunu sorguluyorum:
İnsanların cüzi tasarruflarını faize yatırmak istemediği Müslüman bir ülkede kârından pay vermeyen şirketlerden oluşan bir borsanın ne anlamı olabilir?
Üstelik manipülasyon da eksik olmuyor. Birileri, yasak ve kâğıt üzerinde ağır cezaları olmasına rağmen, hisse fiyatlarını istediği gibi indirip çıkarabiliyor. İftira etmiyorum. Aşağıdaki sözlerin sahibi BIST Yönetim ve İcra Kurulu Başkanı Himmet Karadağ:
“Yabancılar manipülasyon yapıyor. Borsayı aşağı çekip ucuzdan hisse almaya çalışıyorlar.”
Meşhur sözdür: Gardiyanın kötüsü, mahkûma dert yanarmış.
Onlar borsayı indirip çıkarıp milletin paralarını iç ederken sen ne iş yapıyorsun Himmet Bey?
Başındaki kişinin bile böylesine karaladığı BIST’e insanlar niçin yatırım yapsın?
Neyse! Yine de BIST’in geleceği ile ilgili düşüncelerimi paylaşayım:
BIST 100 endeksi bugün itibarıyla 100.000 puanın altına düştü ve 99.363’ten kapandı.
Dolar bazında hayli ucuzlamasına rağmen bir müddet daha düşmeye devam edecek görünüyor.
Bütün bu olumsuz değerlendirmelerime rağmen, “Uzun vadeli yatırım yapmak istiyorsanız, borsayı bilen birinin de yardımını alarak BIST 30 hisselerinden alın ve bir kenara atın.” derim.
İşsizlik
Türkiye, yüksek işsizlik kıskacında bir ülke. Özellikle genç işsiz sayımız çok fazla.
Ülkemizdeki işsiz sayısının, iş gücüne katılımın düşüklüğü ile birlikte değerlendirilmesi halinde ilan edilenden çok daha yüksek olduğunu da biliyoruz.
İşsizlikle ilgili diğer bir veri, kalifiye eleman azlığı ve vasıfsız çalışanların çocuğunun inşaat sektöründe istihdam ediliyor olması. Dolayısıyla inşaat sektörü, hem yüksek istihdam hem de vasıfsızların yüksek istihdamı sebebiyle özel bir öneme sahip.
Seçim öncesinde, daha önce varlığı inkâr edilen konut stoklarının eritilmesi mecburiyeti karşısında, devlet bankalarını da zora sokma pahasına, konut alımlarında aylık faizin yüzde 1’in altına düşürülme kararı alınmasının temelinde inşaat sektörünün -bankalara olan borçlulukları ile birlikte- bu önemleri yatıyor.
İşsizlikle ilgili gelecek tahminime gelince:
Ekonomiye yapılan genel ve istihdama yönelik özel yüksek teşviklere rağmen ekonomik gidişat, işsizliğin daha da artacağına işaret ediyor.
TL veya altın ile ithalat-ihracat
2017’den itibaren en önemli ekonomik gündemlerimizden biri de bizzat Cumhurbaşkanı tarafından “uluslararası alışverişlerde ülkelerin millî paralarının kullanılması” gerektiğinin, buna yönelik olarak Çin, Rusya ve İran ile gerekli görüşmelerin yapıldığını ilan edilmesi oldu.
2018 yılı içinde, “millî paralarla alışveriş” önerisine “altınla alışveriş” önerisi de eklendi.
Konuyu anlayamadığımı itiraf etmeliyim. Bu yöntem Türkiye’ye nasıl bir avantaj sağlayacak? Eğer başka ülkelerin mecbur olduğu mallar üretmiyorsanız, alışveriş aracı şu olmuş, bu olmuş ne fark edecek?
Üretmeyenin durumunu, hiçbir mübadele aracı düzelmez. Yine en güçlü olan üreten olur.
Dolayısıyla dolar dünyanın en önemli mübadele aracı olduğu için krizde değiliz, üretmediğimiz için krizdeyiz. Üretseydik, dolar bizim için avantaj olurdu. Zaten dolar da üreten bir ülkenin parası olduğu için en değerli mübadele aracı.
Büyüme
2013-2018 dönemine ait ekonomi ile ilgili tahminlerimde tek yanıldığım konu, büyüme oldu. Neden yanıldığımı sorguladım tabii ve şu sonuca vardım:
Ben, konulara, siyasetçi gözüyle değil teknokrat gözüyle bakıyorum.
Verilere göre 2013’te yüzde 8,5, 2014’te yüzde 5,2, 2015’te yüzde 6,1, 2016’da 3,2, 2017’de 7,4 büyümüşüz.
Peki, büyümüşüz de sağlıklı mı (nitelikli/kaliteli) büyümüşüz?
Sağlıklı büyümenin günümüzdeki adı “sürdürülebilir büyüme”. Türkiye’nin sorunu hep sürdürülebilir şekilde büyüyememe oldu.
Bu cümleden olarak, birkaç yıl için yüksek büyüme sağlamak zor bir iş değil. Yüksek büyümeyi başardığımız yıllara bakın, mutlaka ithalat dolayısıyla cari açık artmış ve başımıza bela olmuştur. Yüksek ithalatın bir müddet sonra ülkeyi getirdiği asıl tehlikeli nokta, yerli üretimi öldürmesidir.Doğal olarak devletin ve şirketlerin borçları da çok yüksek seviyelere ulaşmıştır.
Basitçe şöyle düşünüyorum:
Bir şirketim var ve satışlarım dolayısıyla cirom her yıl artıyor ama üretimi arttırmak için sürekli borç alıyorum. Birkaç yıl sonra bakıyorum ki üretimim de cirom da birkaç kat büyümüş ama borcum da büyümüş.
Kâr etmeden büyümenin sonu iflastır.
Ekonomik büyüme ile ilgili bütün büyüme verilerini bu kapsamda değerlendiriyorum.
Bu görüşlerime destek olarak, 29 Eylül 2014’te Ali Babacan’ın “Yüksek büyüme oranları büyük riskleri beraberinde getirir.” sözünü paylaşmışım.
Türkiye’deki niteliksiz büyümenin göstergelerinden biri de özel sektörün -önünü göremediği için- yıllardır büyümeye katkı yapacak çapta yatırımlar yapmıyor olmasıdır. İhracatın büyümeye katkısını görmezden gelecek değilim elbette ancak o da ithalata dayalı.
Yabancılar ise paralarını ağırlıklı olarak borsa-faiz-döviz döngüsünde değerlendiriyor kalıcı yatırımlar yapmaktan imtina ediyorlar. O kadar ki şirketlerimizi satın almalarına bile sempatiyle bakar oldum.
Geriye devlet yatırımları kalıyor ki onlar da üretime dönük değil. Üstelik büyük altyapı yatırımlarının çoğu yap-işlet-devret modeliyle yaptırılıyor. Bilgi de emek de sermaye de yabancıya ait. Doğal olarak yapılan yatırımın asıl kârı da onlara gidiyor.
Bizim gibi genç nüfusa sahip ülkelerin her yıl iş gücüne katılan yüz binlerce kişiye iş bulmak için büyümek zorunda olduğunu elbette takdir ediyorum fakat planlamaların bu gerçeğe uygun yapılmamasını, kaynaklarımızın bu gerçeğe uygun harcanmamasını da anlayamıyorum.
Kredi derecelendirme kuruluşları
Malumunuz olduğu üzere uluslararası kredi derecelendirme kuruluşları, yatırımcılara hizmet veren kuruluşlar. Ülkeleri ekonomik, siyasi ve sosyal yapılarını inceliyorlar, bulgulardan hareketle her ülkenin yatırım yapılabilir düzeylerine dair notlar veriyorlar. Yatırımcılar da bu notlara bakarak o ülkeye yatırım yapıp yapmamaya veya hangi şartlarda yatırım yapacaklarına karar veriyorlar.
Birçok kredi derecelendirme kuruluşu içinde en meşhur olanları Standard & Poor’s (S&P), Fitch, Moody’s.
Bu kuruluşlar, özellikle iki yıldır Türkiye’nin kredi notunu düşürüyor, Türkiye’yi riskli, yatırım yapılırken dikkat edilmesi gereken bir ülke olarak gösteriyorlar. Bu da bizim onlara karşı öfke duymamıza sebep oluyor.
Öfkemizi ilan ederken en çok kullandığımız cümleler şunlar:
“Siz de kim oluyorsunuz! Sizin notunuz bizi bağlamaz.”
İşte yanılgımız burada başlıyor. Böyle düşündüğüm için 22 Temmuz 2016’da şu notu paylaşmışım:
“S&P kredi notumuzu düşürdü ya, çok kızdık! Onlar da kim oluyordu! Şimdi Moody’s’i bekliyoruz. Moody’s’e, not versinler diye, para da ödüyoruz. Para veriyoruz diye, ‘İşler yolunda.’ demesini bekliyoruz. Siz yine de hesabınızı ‘İşler yolunda değil.’ diyecekmiş gibi yapın. (Bu köprünün altından daha çoook sular akacak.)”
Böyle de oldu. Hem o zaman hem Mart ve Mayıs 2018’de Türkiye’nin kredi notu düşürüldü. Düşürenler Moody’s ve S&P idi.
Peki, bu not düşürmeler Türkiye’ye nasıl yansıdı? Notları bizi bağladı mı bağlamadı mı?
Yukarıdan beri sayfalardır anlatıyorum; bakın borsaya, bakın faize, bakın dövize bağlamış mı bağlamamış mı?
Niye bağlıyor peki?
Çünkü onlar size, sizi etkilemek için not vermiyorlar, yatırımcıları yönlendirmek için veriyorlar ve bunun sonucunda da tonla para kazanıyorlar.
Notunuzu kasten, düşmanlıktan indiriyor olsalar bile sizin ekonomik durumunuz gerçekten iyi ise insanlar bundan faydalanmak isteyecekler ve bir şekilde paralarını size aktaracaklardır. Kaldı ki böyle bir tutum onlar için sürdürülebilir de değildir çünkü yanlış rapor vererek yatırımcıların daha yüksek kâr etmesine engel olmakla suçlanacaklardır.
Sonuç
Karamsar bir tablo çizdiğimin farkındayım. Karamsarlığım gelecek tahminlerimde de devam ediyor.
Çünkü…
Dünyadaki siyasi gelişmeler, petrol fiyatının cari açığımıza olumsuz etkisinin artarak devam edeceğini düşündürüyor.
ABD’de faizlerin daha da yükseleceği herkesin malumu.
Ticaret savaşları başladı. Kimse önünü göremezken bizim görmemiz mümkün değil. Böyle durumlarda üç ihtimal vardır: Ya doğru tarafın yanında olur kazananlardan olursunuz ya yanlış tarafın yanında olur kaybedenlerden olursunuz ya da filler tepişirken çimler ezilir.
2015’te ticaret savaşları kur savaşları olarak başladığında, 12 Ağustos 2015’te şu satırları paylaşmışım:
“Ve Çin, kur savaşlarına bodoslama daldı. Kur savaşı=Ticaret savaşı. Filler tepişir, çimler ezilir. Ham madde ekonomisi miyiz? Hayır. Bilim-Yüksek Teknoloji ekonomisi miyiz? Hayır. Borcumuz var mı? Paçadan akıyor! İhracat? İthalata dayalı. İthalat? İğneden ipliğe. Ve dolara hücum ve faizler yukarı… Aslında Çin’in bu hamlesi Amerika’nın faizleri arttırmasını geciktirir. Bu şartlarda -teorik olarak- bunun işimize yaraması lazım. Fakaaat… Üretmeden tüketiyorsanız; bilime kaynak ayırmayıp montajı yüzde yüz Türk Malı diye kakalıyorsanız; sattığınız, aldığınızı karşılamıyorsa; yediğiniz ‘faiz lobisinin’ yemeyip biriktirdiğinden, ‘Düşman.’ dediklerinizin kesesinden ise öyle olmuyor işte… Gelen de vuruyor, giden de…”
İlaveten…
İhtiyaç mı, değil mi; yönetilebilir mi, yönetilemez mi analizi yapılmadan, “Hayalim di” diyerek çok büyük projelere kıt kaynaklarımızı harcamak doğru değil. En büyüğünü yapmış olmamız, en verimlisini, en faydalısını, en gereklisini yaptığımız anlamına gelmiyor.
Bilimin sadece lafını ediyoruz, gerçekte bilimle uzaktan yakından alakamız yok (Bu değerlendirmeyi rakiplerimize nispetle söylüyorum ki siyasilerimiz onlara “Düşman” diyor. Söyledikleri gibiyse varımızı yoğumuzu bilime aktarmamız gerekmez mi?). Dolayısıyla bilime dayalı, yüksek teknoloji ürünü katma değeri yüksek üretim yapamıyoruz.
İçinde bulunduğumuz duruma tarafsız ve gerçekçi bir gözle bakmayı mutlaka öğrenmeliyiz.
Son ve en önemli söz
Dışarıda herkesle, içeride birbirimizle kavgalıyız.
Başarısızlık için “birbirimizle kavgalı olmak” bile yeterli sebeptir.
——————————————
Bu yazı “Ne dedim? Ne oldu? Ne olur? (2013-2018, Ekonomi ile ilgili tahminlerim)” başlığı ile daha önce “Yaşam İçin Gıda” yayınağında yayımlanmıştır.