Nedendir pek de bilinmez; bir müddetten beri Türk-İslâm dünyasında bulunduğunu ileri sürdükleri duraklama veya gerileme konusunda İmam-ı Gazali’yi suçlamak ve ilmi düşüncenin onun tarafından durgunluğa sevk edildiği ileri sürmektedirler. Gazali gibi bir alimin bu şekilde karalanıp mahkûm edilmesi ne kadar doğrudur veya kime ne yarar getirir pek de bilinen bir konu değildir. Böylesine ucuz bir karalama İmam Gazali’ye bir zarar veremediği gibi, onun İslâm dünyasındaki itibar ve yerini sarsmaya da yetmez.
Bazı fitne kaynakları Gazali’nin yanı sıra İmam-ı Azam Ebu Hanife’ye de dil uzatarak onun “İçtihad kapısını kapattığı” iddiaları konusunda düşünürlerimizden Seyit Ahmet Arvasi’nin 1983 yılında Hamle dergisinde kısa tefrika halinde yayınlanan “İnanmış Aydının Problemleri” konusundaki yorumunu birlikte okuyalım.
“Ebu Hanife Hazretlerinin “İçtihad kapısını kapattığını” iddia etmek büyük iftiradır. Çünkü herkes bilir ki, o, “İçtihad etmek” ile yetinmeyip İmam-ı Ebu Yusuf, İmam-ı Muhammad, İmam-ı Züfer… gibi pek çok “Müçtehid” yetiştirmiştir. Öte yandan, kendisinden sonra, İmam-ı Malik, İmam-ı Şafii, İmam-ı Hambel gibi nice “Müçtehid-i mutlak” yetişmiş bulunmaktadır. Bu tarihi gerçek göstermektedir ki, Ebu Hanife Hazretlerinin “İçtihad kapısını” kapayarak “İslâm düşüncesine kilit vurduğu” iddiası külliyen yalandır. “İçtihad kapısı kapalı olsa” idi, hiç bunlar ve daha nice müçtehidler yetişebilir miydi? “
Türk-İslam düşüncesinin İmam-ı Gazali’den sonra duraklama dönemine girdiği düşüncesi elbette üzerinde düşünülmesi gereken bir durumdur. Türk-İslam düşüncesinin tamamen durduğu ve yok olduğu elbette söylenemez. Gazali’den sonra yetişen fikir adamlarını yok saymak mümkün değildir.
“İmam-ı Gazali’den sonra, İslâm dünyasında yetişen, pek çok büyük fikir adamı daha vardır. Biz sadece misal olmak üzere, birkaçını sayalım: İbn-i Rüşd (12. Asır), Muhyiddin-i Arabi (13. Asır), Mevlâna Celaleddin-i Rumi (13. Asır), İbn-i Haldun (14. Asır), Hocazade Efendi (15. Asır) ve daha niceleri.”
Gazali’den sonra Türk İslam düşüncesinde bir durgunluk ve bir gerileme varsaysak bile Fatih Sultan Mehmet döneminde yapılan tartışmaları o zaman nereye koyacağız.
Bakalım Fatih zamanında ne olmuş:
“15. Asırda, İslâm dünyasında, fikir ve düşünce hayatımız o kadar hareketlidir ki, bizzat kendisi de bir mütefekkir olan Fatih Sultan Mehmed Han, “Felsefi ve fikri müsabakalar” bile açabilmekte, kazanan eserlere mükafat verilebilmektedir. Bunlardan birini anlatmadan geçemeyeceğiz. Fatih Sultan Mehmed Han, İmam-ı Gazali Hazretlerinin, Aristo mantığını ve felsefesini -Batı’dan tam altı asır önce- perişan eden meşhur “Tehafüt-ül Felasife”sini okur, beğenir; sonra, ona itiraz olarak büyük filozof İbn-i Rüşd tarafından yazılan “Tehafüt-ül Felasif”sini okur; onu da çarpıcı bulur. Bunun üzerine, Fatih Sultan Mehmed Han, bu “Tehafüt”ler etrafında, ilim ve fikir çevrelerini, “yeni bir kritiğe” davet eder. Konuya bazı İslâm alimi ve mütefekkiri alaka duyar.”
“Eserler incelenir, bunların içinden Bursalı Hocazade Efendi (Muslihiddin Mustafa Bin Yusuf) nin yazdığı “Tehafüt-ül Felasife beğenilir. Böylece, Hocazade Efendi, miladi 15. Asırda yazdığı bu kitapta Gazali çapında bir felsefi tefekküre sahip olduğunu ortaya koymuştur.”
Türk İslam dünyasında eğer bir kısırlık, bir durgunluktan söz edilecekse bu ancak son birkaç asra münhasır bir durumdur.
“Netice olarak belirtelim ki, son birkaç asır içinde, İslâm dünyasında, eskisi kadar “Deha” doğmamaktadır ve hatta bu konuda bir “Kısırlıktan” dahi söz edilebilir ve bunun sebepleri araştırılabilir. Ama, bu “kısırlığın” başlangıç tarihi, ne İmam-ı A’zam’dan, ne İmam-ı Hanbel’den, ne de İmam-ı Gazali’den sonra, olarak düşünülebilir. Çünkü gerçeklere aykırı düşer.”
“Bu “durgunluğun” ve “içe kapanmanın” başlangıç tarihi, belki miladi 17. Asır olarak alınabilir. Bununla birlikte, Unutmamak gerekir ki, Osmanlı-Türk devletinin yıkılış döneminin bile İslâm dünyasında, Ahmed Cevdet Paşa gibi, bir “İslâm-Hukuk Dehası” yetişebilmiştir.”
“Çağdaş sosyologlara göre, “İçtimai ve fikri gelişmede” en mühim amillerden biri de “İçtimai temaslar” ile, “Cemiyetin iç bünyesindeki hareketliliktir”. Gerçekten de “İçtimai ve fikri temaslara açık olan”, harsi, iktisadi, siyasi bir alış-veriş içinde bulunan bütün “Beşerî guruplar”, gelişmekte, bundan mahrum olanları ise kolayca gelişememektedirler. Hakikaten “İçtimai temaslar” arttıkça, “Fikri hareketleri” de buna paralel olarak gelişir. “İçtimai temaslar” zayıflayınca da zayıflar. “İçtimai temaslar” durunca da fikir ve düşünce hayatı, zamanla “Durgunlaşır ve içe kapanır.”
“İslâm dünyası, miladi 7 asırdan 17. Asra kadar, umumiyetle, bir gelişme ve yükselme hamlesi içindedir. Çünkü, bütün dünya ile temas halindedir. Şanlı Peygamberimizin “İlim İslâm’ın kaybolmuş malıdır, nerede bulursa almalıdır”, emirleri gereğince, çeşitli kültür ve medeniyetlerin yazılı olan ve olmayan bütün tecrübeleri toplanmakta, “İslâm’ın ışığında” değerlendirilmekte, yeni eserler ve müesseselere geliştirmekte, kısaca İslâm cemiyetleri kendi kültür ve medeniyetlerine “yabancılaşmadan çağdaşlaşmakta” ve dolayısı ile Arnold Toynbee’ nin tabiri ile “Dünyaya meydan okuyabilmekte” idi.”
“17. Asırdan itibaren çeşitli sebeplerle (psikolojik, sosyolojik, stratejik, ekonomik, demografik ve politik kaynaklı meselelerden dolayı) İslâm dünyasının diğer kültür ve medeniyetlerle “Teması” giderek azalmış ve bu hal, “Temasın azalmasına” paralel olarak her sahada olduğu gibi, fikir ve düşünce hayatında da bir “Durgunluk” ve “İçe kapanma” dönemine müncer olmuştur.”
“Daha sonra, aksi olmuş, yani kuvvetli dönemimizde, hor ve hakir gördüğümüz, yabancı kültür ve medeniyetlerin çocukları, çeşitli kanallardan veya zorla hudutlarımızı aşarak ve hudutlarımızı yıkarak içeriye girmişler ve belli başlı İslâm memleketlerini, içtimai, harsi, iktisadi ve siyasi kontrolleri altına almışlardır. Aşağı yukarı, yüz, yüz elli yıldan beri durum umumiyetle budur. Şimdi İslâm dünyası, ister istemez, “yabancı kültür medeniyetlerin istila sahası” haline gelmiştir.”
“Şimdi, İslâm dünyasına düşen iş, kendi kültür ve medeniyet temellerini kaybetmeksizin “yabancılaşmadan çağdaşlaşabilen” mümin ve güçlü genç nesiller yetiştirmek, zamanın ve mekânın gerektirdiği bütün sahalarda, gerçekten başarılı olabilecek “İş ve ihtisas kadroları” oluşturmaktır. Bütün mesele, İslâm’dan asla taviz vermeden, muhteşem ve mukaddes “Çağdaş terkiplere” ulaşabilmektir.”
“Batı dünyasında, “İlim, felsefe ve düşünce sahasındaki, mühim değişmeler ve gelişmeler” 18. Asırdan itibaren hızlanmıştır. Hemen belirtelim ki, bu asra kadar, Batı felsefe fe tefekkürü, İslâm tefekküründen daha ileride değildir. Hatta geridir. Bilindiği gibi, İslâm düşüncesi, birçok konuda Batı düşüncesine, asırlarca öncülük etmiştir.”
“İslâmî ve muasır bir talim ve terbiyeden geçirilmiş mütefekkir kadrolar, “Vahy”in ışığında gelişmiş İslâm’ın “Temel kaynaklarından” (Edille-i Şer’iyye’ den) istifade ederek “Çağdaş insanın” bütün sorularına, bütün bunalımlarına ve problemlerine, tatmin edici cevaplar verebilirler; yepyeni müesseseler kurabilirler ve metodlar geliştirebilirler. Yani mesele, tamamı ile “Yetişmiş bir kadro” ve “yetişmiş insan” meselesidir. Bize göre, “Bizim” ile “Batı” dünyası arasındaki “Mesafe”, tamamı ile bir “Kadro hazırlama”, yani şuurlu bir “Talim ve terbiye” meselesidir. Çünkü, bütün zaman ve mekanlarda, dinleri, felsefeleri, ideolojileri, memleketleri, kısaca, bütün kültür ve medeniyetleri temsil eden ve onların başarılarını tayin eden “Kadrolar”dır. Yetişmiş kadrolardan mahrum kalan veya mahrum bırakılan nice kültür ve medeniyetler vardır ki, sırf bu yüzden diğerlerine yenik düşmüşlerdir. Şu anda, İslâm dünyasında da durum budur. Yani, İslâm’ı bihakkın temsil edebilecek “Yetişmiş ve gerçek kadrolar” yoktur.”
“Müşahedeler göstermektedir ki, “Kadrosunu” kurabildikten sonra, batıl bir din ve sakat bir ideoloji bile zaferden zafere koşabilmektedir. İşi biraz tamim ederek belirtmek gerekirse, denilebilir ki, “Geri kalmak demek”, eğitim bakımından geri olmak demektir. İnsanını, milli, manevi ve muasır ihtiyaçlarına göre yetiştirip kadrolaşamayan cemiyetler, isterlerse dünyanın en zengin coğrafyasında otursunlar, dünyanın en mühim körfezlerine, limanlarına, boğazlarına ve kanallarına sahip olsunlar, topraklarının altında “Petrol denizleri” bulunsun, yabancı usta ve mühendislerin ellerinden çıkan lüks ve konfora sahip olsunlar, yine “Geri kalmış” memleketlerdir.”
“Tarihi tecrübelerin rolü bu kadar mühim iken, 1400 yıllık İslâmî kültür birikimini, kitaplıklar dolusu tecrübeleri, büyük İslâm mütefekkirlerinin ve müçtehidlerinin zihin emeklerini ve göz nurlarını “Yok farz etmek” ve bir bakıma dini tefekkürü “Sıfırdan başlatmayı” teklif etmek akıl kârı değildir ve böyle bir teklifi ciddiye almak mümkün değildir. Bu noktada, “İslâm’ın özünü” ve bunun çağımıza yönelen mesajını tam kavrayabilmek için “Tarihi” olanla “Dini” olanın tefrik edilmesini zira birçok “Tarihi” şekil veya normun “Dini” zannedilmesinin zihni ve sosyal gelişmeyi önlediğini iddia eden “Bugünkü” bazı Müslüman düşünürlerin” (!) tarih şuuruna hayret etmemek mümkün değildir.”
“Tarihi tecrübeden istifade etmek demek, onu tekrarlamak demek olmadığı gibi, “Çağdaş” olmak demek de tarihi inkâr etmek değildir. Tarihi tecrübe, ondan istifade etmesini bilenlerin “Zihni” ve “içtimai” gelişmelerini engellemez, aksine geliştirir. Kaldı ki, tarihten istifade etmesini bilmek de bir “Eğitim” işidir.”
“Bununla birlikte, tarihi tecrübe arasında “İşe yaramaz” unsurlar da bulunabilir. Bazı yanlış ve batıl inançlar, kötü alışkanlıklar, iptidai ayinler ve bozuk adetler -cahil kitlelerce- dini birer değer gibi itibar edilebilir. İslâm tefekküründe bütün bunların adı “Bid’at” tır. “Bid’at” demek, dini olmadığı halde, sonradan gelip dine katılan ve dini hayatı soysuzlaştıran şeyler demektir. Nitekim, İslâm’da “Mücedditler”, her şeyden önce, bunlarla mücadele ederek “Dinin safiyetini ve asliyetini korumak” isteyen gerçek din büyükleridir. Onlar dinin “Temel kaynaklarını” esas alarak “İslâm’ın ana caddesini” görünmez hale getirmekte olan engelleri ve çirkinlikleri ortadan kaldırmaya çalışmışlardır. Mücedditler, her türlü şahsi ve indi yorumların ötesinde, tamamı ile İslâm’ın temel kaynaklarına bağlı olarak çalışmışlardır. Yine müçtehidler içinde yaşadıkları asrın ve cemiyetlerin meselelerini ve gelişmelerini de İslâmın ışığında yorumlamış ve zamanlarındaki Müslümanlara yol göstermişlerdir.”
“Netice olarak, mühim olan, “Tarihi olan” ile “Dini olan” arasındaki tezatları ayıklamak ve dinin safiyetini ve asliyetini koruyarak tarihten istifade etmesini bilmektir. Bu, dini hayatı, tarih faktörü ile desteklemek demektir.”
“Bugün, İslâm dünyası yahut birçok İslâm cemiyeti “İdeolojik bütünlüğünü” ve “Teknolojik üstünlüğünü” kaybetmiş bulunmaktadır ve daha acısı, bu bütünlüğü ve üstünlüğü sağlayacak yeter sayı ve kalitede “Yetişmiş mü’min kadrolardan” ve “Güçlü bir tefekkür kadrosundan” mahrumdur veya bilhassa mahrum bırakılmıştır. Yetişmiş tel tük birileri var ise, çeşitli tertip ve hilelerle bunlar da etkisiz kılınmakta; kara ve kızıl emperyalizme hizmet edecek kişi ve zümrelerin propagandası yapılmakta, İslâm dünyası, “Ebedi sömürge” statüsü içinde tutulmak istenmektedir. Pek az istisna ile İslâm dünyasının durumu budur.”
“Şimdi İslâm dünyasında, dini düşünceyi, şu veya bu yabancı ideolojinin emelleri istikametinde tevil etmeye ve saptırmaya çalışan ve böylece kara ve kızıl emperyalizme hizmet eden “Din tahripçileri” bile vardır. Bunları iyi tanımak gerekir.”
Kenan EROĞLU