Beni yurtdışından arayarak bu muhteşem kahramanlık
hatırasını paylaşan Muhterem Halil Esmene Tremeşeli Beyefendiye,
yani o yüz mücahidin en genci olan,
Türk Kıbrıs için ölümüne mücadele eden yiğit Türk’e sonsuz teşekkürlerimle.
Suzan ÇATALOLUK
Soğuk bir kış gecesi…
Şubat’ın on biri, vakit gece yarısını çoktan aşmış…
Gencecik bir adam sokakta sessiz adımlarla hızla yürüyor. Işıksız gecede bile sıkıntısı yüzüne yansıyor.
Karanlıklarda kalmaya gayret ediyor. Takip edilip edilmediğine de bakıyor.
Yıldızsız, puslu gecede birkaç sokak geçtikten sonra gösterişsiz bir evin kapısından içeri sessizce süzüveriyor.
İçeride kendisi gibi hepsi yirmili yaşlarda genç adamlar bulunmaktadır.
Onu bekleyenler gelenin yüzünden hiçbir şeyin iyi gitmediğini hemen anlıyorlar.
Uzun boylu, sırım gibi, esmer, yakışıklı genç hepsinden önce soruyor:
“-Haberler pek iyi değil galiba Mehmet Ali Ağabey, ne oldu?”
İçeri giren derin bir nefes alıyor sıkıntıyla. Hüzünle konuşuyor:
“-Bizim köyle komşu köyü sarmış düşman. Sancaktar hemen bu köylere ulaşmamızı istedi. Köyleri boşaltmamız iyi olurmuş. Ama kendi toprağımızı, içinde doğup büyüdüğümüz evlerimizi, bizimle yeşerip büyüyen ağacımızı, köyümüzü nasıl terk edeceğiz?”
Kısa bir müddet odayı sıkıntılı bir sessizlik kaplıyor. Ardından ilk konuşan genç soruyor o can alıcı soruyu:
“-Ağabey, terk etmez zorunda mıyız?”
Mehmet Ali sevgiyle bakıyor onun yüzüne. Bu genç adam onun kalbindekileri söylüyor sanki:
“-Alpay, diyor, ben de düşündüm onu.”
O gece ne yapacaklarını tartışıyorlar. Öne çıkan ilk karar vatan topraklarını terk etmeyecekleri. Ardından inanılmaz bir plan yapıp çok şaşırtıcı olan o kararı alıyorlar.
Toplantı sonunda Mehmet Ali diyor ki:
“-Yarın gece ileri saatte yola çıkacağız. Öncü birliğimiz yirmi kişi ve bekar. İbrahim sen buradaki birliğin başında kalıyorsun. Biz Alpay’la beraber yüz kardeşimize kumanda edeceğiz. Halil de bizimle. Küçük gruplar halinde yürüyeceğiz. Her kardeşimiz silahını taşıyacak. Alabildiğiniz kadar da silah alın.”
Halil dedikleri genç de daha on sekiz yaşında!
Soracaksınız elbette, kimdir bu gencecik insanlar, bu yiğit delikanlılar, bu yer neresidir diye.
Ve…. Yıl hangi yıldır?
Bozkurt amblemli Milli Mukavemet Teşkilatının mücahitleridir o yiğitler. O gencecik yaşlarına rağmen dönemin “Özel Kuvvetlerine” mensup, seçilmiş kahramanlardır.
Yer Lefkoşa’nın gizli bir sokağıdır.
Yıl 1964….
Rumlar Tremeşe köyü ile komşu köyü sarmışlardır. Katliama başlamak üzere hazırlanmaktadırlar…
Bu vahim durumu haber alan Kıbrıs sancaktarı -Türkiye’li bir subaydır- Özel Kuvvetlere görev vermiştir.
Ertesi Gece…
Yani 12 Şubat, ileri saatler…
Önce yirmi kişilik öncü birlik yola çıkıyor Lefkoşa’dan, yanlarında silahları. Silahlar da Rumların silahları gibi değildir. Topu topu 4 makinalı tüfekleri vardır Rumların tanklarına, toplarına en modern silahlarına karşı.
Ardında küçük gruplar halinde Leşkoşa’yı terk ediyor yüz destan yürekli gencecik adam.
Hızla yürüyorlar. İlk Köye ulaşıyorlar. EOKA kol geziyor bu köyde. Rumlar öylesine kendilerinden emin ki Türklerin gölgelerini dahi akıllarına getirmiyorlar.
Kafile bir hayal gibi geçiveriyor aralarından. En küçük bir şaşırma, en ufak kayma yok hedeften.
Hepsi aslan yürekli, kutsal hedeflerinden başka düşünceleri yok, heyecanları, korkuları da.
Sonra uzaktan başka bir Rum köyü daha beliriyor. Burası Ercan Havaalanının olduğu yerde ve yine Rum denetiminde.
O gencecik adamlar, yüreklerinde Tanrı dağları cesareti, bu Rum köyünden de geçiyorlar hızla ve sessizce, yel gibi…
Rumların havsalası almıyor böyle bir cesareti. EOKA da neredeyse her köşede devriye gezmektedir.
Bir ara neredeyse burun buruna geldikleri halde, gecenin karanlığında böyle bir cesareti düşünemediklerinden durumu anlayamıyorlar, kavrayamıyorlar Rumlar. Gördükleri hareketli gölgeleri büyük ihtimalle hayvan zannedip çekip gidiyorlar.
Ardından başka Rum Köylerinin arasından sessizce, dikkatle, korkusuzca ilerliyorlar, bir gölge gibi, sessiz bir kahramanlık ezgisi gibi, bir ilahi gibi hedeflenen yola yürüyorlar.
Gecenin karanlığında yüz gencecik adam tam yirmi beş kilometre yolu küçük gruplar halinde yürüyerek büyük bir inatla ve sabırla bitiriyorlar. EOKA sürüleri kol gezip kof kahramanlık ederken, gerçek kahramanlar yarım kalmış rüyayı hakikate çevirmek için onların yanlarından süzülüveriyorlar.
Bütün amaçları şafak sökmeden Tremeşe Köyüne ulaşmak bu gençlerin.
Niye şafak sökmeden?
Çünkü şafak sökerse düşündükleri planın suya düşme tehlikesi çok büyük!
Yirmi beş kilometrenin sonunda bir Türk Köyü bulunmaktadır. Oraya ulaşınca başka bir Türk köyünden istedikleri vasıtalar geliyor.
Vasıtalar da küçük, çok eski kamyonetler, eski binek arabaları… İmkanlar bu kadar! Elin keferesinin lüksü yok o Türk köylerinde. Ne bulurlarsa ondan en iyi şekilde faydalanacaklar elbette! Yiğitliğin özünde bu var!
Bu vasıtalarla gidilecek on kilometre daha var. Ama mesele değil onlar için!
O gencecik yüz kahraman, başlarında Mehmet Ali Tremeşeli ve efsanevi isim olan Kıbrıs’ın Kür Şad’ı Alpay Mustafa olduğu halde şafak sökmeden Rum çeteleri tarafından sarılan köylere ulaşıyorlar.
İki lider, Alpay Mustafa ve Mehmet Ali yüz mücahitle hemen mevzileniyor, beklemeye başlıyorlar…
Gece karanlığının en koyusu Doğu yönünden Rum kuşatmasındaki Türk köylerini artık terk etmeye karar veriyor;
Gök yavaş yavaş kızıllaşmaya başlıyor;
Sisli havada biraz sonra doğacak olan sönük, puslu güneş nazlanmaktadır sanki…
Ama…
Artık şafak sökmektedir…
Ortalık yavaş yavaş aydınlanıp nazlı güneşin ışıkları mevzilerin üstünde dolaşmaya başlayınca Türk köylerine bakan ve sayıca çok üstün olan EOKA çetesi büyük bir şaşkınlığa uğruyor, dehşeti yaşıyor!
Meyve ve keçi boynuzu ağaçlarının, servilerin bol olduğu iki yeşil, güzel, savunmasız köy mücahitlerle dolmuştur. Türkler makinalı tüfeklerini mevzilere yerleştirmiştir.
Gencecik iki lider, Mehmet Ali ile Alpay Mustafa sevinçle o çılgın planın tuttuğunu, attıkları yemi Rumların yuttuğunu hemen fark ediyor!
Hazırladıkları çılgın planın ikinci safhasına artık hızla geçmek gerekmektedir.
Hemen haber gönderiyorlar kuşatmanın lideri EOKA çetesinin başına ve diyorlar ki:
“-12 Saat içinde kuşatmayı kaldırıp bu köyleri terk edin. Etmezseniz neticesine katlanırsınız.”
Rum çete başını görüşmeye Tremeşe Köyüne çağırıyorlar. Planın üçüncü safhası için rol alacak mücahitler hemen Türk Ordusunun subay üniformalarını giyiyor.
Ve….
Subay rolündeki bu aslan yürekli mücahitler güya köyün orta yerinde oralı gençlere eğitim veriyorlar, sahip oldukları sadece dört adet makineli tüfekle atış talimleri yaptırıyorlar.
Zamanın en modern silahlarıyla Türk köylerini kuşatan Rum çetesinin başı bu manzarayı görünce sapsarı kesiliyor, eli ayağı atıyor ve yaprak gibi titremeye başlıyor. Öldürüleceği sanıyor!
Çünkü kendileri elçi olarak gelen Türkleri katletmekle ünlüdür. Pilot Subay Cengiz Topel’i de sapasağlam yakalayıp bin bir türlü işkenceyle şehit eden bu çetelerdir!
Bu güzel iki Türk köyünü talan etmekten ve orada yaşayan Türkleri katletmekten ümidini kesen kanlı şakiler kuşatmayı derhal kaldırıyorlar.
Mücahitler de hemen geri dönmek için harekete geçiyorlar.
Nasıl mı?
Gelirken kullandıkları o eski, neredeyse hurdaya atılacak hale gelmiş kamyonetlerle, eski mi eski binek arabalarıyla üçer beşer kişilik gruplarla, yine Rum köylerinin, EOKA çetelerinin arasından geçerek gece gece….
Niye mi o kadar acele ediyorlar?
Çünkü Lefkoşa’nın onlara ihtiyacı vardır!
Çünkü Lefkoşa’da çarpışmalar devam etmektedir…
Büyük bir mücahit ordusunun Türkiye’den gelen subaylarla birlikte Tremeşe ile komşu köyü korumak ve EOKA çetelerine karşı savaşmak için mevzilendiği oyununu düşünüp planlayan ve uygulayan iki gencecik mücahit liderinin, yani Alpay Mustafa ve Mehmet Ali Tremeşeli’nin yaşlarını sorarsanız, söyleyelim. Ama Lütfen inanınız:
Mehmet Ali Tremeşeli yirmi dokuz yaşındadır, Kıbrıs’ın Kür Şad’ı, efsane isim Mustafa Alpay da yirmi yedi…
Bu açıklamadan sonra daha fazla yazmaya gerek var mı?