Türk Kültürünün Etkileşiminin Tarihi Tecrübedeki Yeri[i]
Prof. Dr. Mehmet ŞEKER[ii]
Özet: Türkler İslâm dini ve medeniyeti dairesine girdikten sonra, hem bu dinin maddi ve manevi özelliklerini benimsemişler, hem de kendi örf, adet ve geleneklerini bu medeniyet içinde devam ettirmişlerdir. Tarihi olaylar incelenince görülmektedir ki, Türkler İslâm’ı kabul ederken, kendi düşünce, anlayış ve geleneklerini İslâm dini ile bağdaştırma, kaynaştırma ve benzeştirmeyi bilmişlerdir.
Bu sebeple; İslâm dini ile Türk geleneklerinin kaynaşması, gerek İslâmî uygulamalar, gerekse Türk kültür hayatı üzerine yapılacak araştırmaları zorlaştırmaktadır. Bugüne kadar gelen kültür unsurlarının hangisi İslâm dininin etkisiyle günlük hayatımıza girmiştir, hangisi Türk kültürlerinden aksetmektedir? Bunun tespiti için mutlaka Türk kültür izlerini takip etmek gerekir. Bu yapılmadan ortaya konacak mezhepler tarihi, fıkıh veya kelâm ya da felsefe ile ilgili bir çalışmanın eksik olacağım düşünmekteyiz.
Anahtar Kelimeler: Türkler, Türk kültürü, İslâm anlayışı, örf, adet ve gelenekler.
THE PLACE OF THE INTERACTION OF TURKISH CULTURE
IN THE HISTORICAL PROCESS
Abstract: Just after the Turks converted to Islam and into Islamic culture, they adapted both the material and spiritual properties of this new religion and they kept their own traditions and habits in this new civilisation. It is to be noticed that, when the historical events are put under analysis, the Turks were able to combine Islamic rules with their own peculiarities and traditions efficiently.
Therefore, the combination of Islamic rules with the Turkish traditions makes a research into Islamic practices and Turkish culture more difficult. Which of the practices that have been and are in use belong to Islam and which belong to Turkish culture poses hardships. To race the Turkish culture is one of the possible solutions. Without this analysis, a study into philosophy, Fikh or Kelam will be short of efficiency.
Key words: Turks, Turkish culture, Islamic understanding, Traditions, Customs
İslâm medeniyetine mensup topluluklar aynı iman ve inanç esaslarım benimseyerek kendi milli özellikleri ile bağdaşan ve uyuşan bir kültüre sahip olurlar. Bu kültür hem İslâm medeniyeti ile bütünleşmeyi, hem de kendi millî kimliğini korumayı sürdürüp sağladığı takdirde sağlıklı ve uzun ömürlü olabilir. İşte Türk kültürü, Türkler’ in İslâm dünyasına girişlerinden bu yana yavaş yavaş İslâm medeniyetinin renkli şemsiyesi altında yerini almıştır.
Bilindiği gibi Türkler İslâmiyet’in yayıldığı ilk yüzyılda İslâm tarihinde yer almazlar. Ancak, ikinci yüzyılın, yani milâdi sekizinci yüzyılın başından itibaren yavaş yavaş İslâm dünyasında varlıklarım hissettirmeye başlarlar. Ağırlık olarak milâdi dokuzuncu yüzyılda ise Türkler’ in Abbasi devleti bünyesinde gittikçe artan yetkileri ve etkileri aynı zamanda onların bu dünyanın bir parçası olmaları yolunda da ilerlemelerim sağlar. Sonuçta bilindiği gibi Türkler’in kurduğu Müslüman-Türk devletleri İslâm dünyasının muhtelif coğrafyalarında hüküm sürerler. Biz burada siyasi tarihten söz edecek değiliz. Ancak şu kadarım belirtmeliyiz ki, Türkler, artık milâdi dokuzuncu yüzyıldan soma, hem İslâm toplununum bir unsuru olarak, hem de zamanla bu toplumun siyasî sorumluluğunu üstlenmiş önemli bir parçası olarak, sâdece siyasî hayatı değil, aynı zamanda kültürel hayatı da etkilemişlerdir. Bu yüzden Türk kültürü İslâm medeniyeti içinde asırlar boyunca kendi kimliğini ortaya koymuş, edebiyatı ve sanatı yanında. zevki, şahsiyeti, ruh yüceliği, tevekkül anlayışı ve diğer kültürel unsurları ile de değişik İslâm coğrafyasında renk renk açan çiçekler gibi bir görüntüye sahip olmuştur.
Oğuz ve Karluk Türkleri arasında İslâm’ın yayılması yalnız Türk tarihinde değil, aynı zamanda İslâm ve dünya tarihinde de hissedilir sonuçların doğuşunu hazırlamıştı. Zamanla, barış yolu ile Türkler’in yönetiminde olan şehirlerde İslâm’ın tedrici olarak yayılması sonucunda, meselâ h. 349/ m. 960 yılında iki yüz bin çadır halkının bu dini kabul etmesi hâdisesine yol açmıştır. Bu kalabalık Türkmen grupların ihtidaları geride kalan birkaç yüz yıllık nüfuz ve temasların artık ciddi semereler vermeye başladığım göstermiştir[1].
Hatta Karahanlı devletinin İslâmiyet’i kabulü ile, bu dinin Türkler, yani kendi soydaşları arasında yayılması âdeta millî bir siyaset mâhiyetini almıştır. Bir başka ifade ile Karahanlılar’ın soydaşları Uygurlar’a karşı giriştikleri mücâdele bir “cihad” hüviyetine bürünerek gaza ideolojisine dönüşmüştür. Nitekim, Kaşgarlı Mahmud “Divân-ı Lugati’t-Türk”ünde naklettiği bir şiirde; “Seller gibi aktık; şehirler üstüne vardık; puthâneleri yıktık, üzerlerine pisledik”[2] ifadesi ile bu cihad anlayışının bir örneğini vermektedir[3]. Gaza ve cihad anlayışını yüzyıllarca sürdüren Türkler kurdukları birçok devletlerle İslâm dünyasının hâkimiyetini ele geçirmekle kalmayıp, aynı zamanda maddi-manevi bir yükselişe geçerek kendi cihan hâkimiyeti ülkülerini ve nizâm-ı âlem dâvâlarını bu yeni dinî anlayışlarında bulmuş oluyorlardı.
KILIÇ TÜRKLER’ İN ELİNDE
Bu arada İslâm dünyasına girdikten sonra Türkler’ in kendilerini Allah’ın askeri konumunda gördüklerine dair görüşleri haklı çıkaracak rivayetler kaynaklarda nakledile gelmiştir. Bunlardan İmam-ı A’zam Ebû Hanîfe’ye atfedilen şu ilginç rivayet dikkat çekicidir: Ebû Hanîfe hac farizasını ifâ etmekte olduğu bir şuada; “Ey Allahım! ben senin için şeriatını takrir ettim / tespit ettim; eğer içtihadım doğru ve mezhebim hak ise ona yardım et ” diye dua eder. Kâ’be’den hâtiften gelen bir ses, ona; “Sen hakkı, doğruyu söyledin; kılıç Türkler’in elinde olduğu müddetçe mezhebine zeval yoktur ” diye bir ses gelir[4]. Bu rivayeti nakleden tarihçi Râvendi, Selçuklu hâkimiyetinin Ebû Hanife mezhebine sahip çıktığını belirtmek için şu yorumu yapmaktadır: “Çok şükür, artık İslâm’ın arkası kuvvetlidir ve Ebû Hanife’nin eshabı şâd(mutlu) ve itibarlı, gözleri aydındır. Zira Arap, Acem, Rum ve Rus diyarlarında kılıç Türkler’in elindedir ve kılıçlarının korkusu, gönüllere kuvvetle yerleşmiştir. Selçuk oğullarından gelen sultanlar – Tanrı geçmişlere rahmet etsin, hayatta olanların devletini devam ettirsin!- Ebû Hanifeye mensup olan âlimleri o kadar himaye etmişlerdir ki, onların sevgilerinin izleri genç ve ihtiyar herkesin gönlünde yerleşmiştir[5].”
Râvendî’nin naklettiği bu rivayet sıhhati tartışmaya açık menkıbevî bir hikâye olsa da dönemin Türkler’e bakışını göstermesi ve devrin psikolojisini ortaya koyması bakımından ilginçtir[6] ve Türklerin sâde İslâm’ı değil, Ebû Hanîfe’nin mezhebini kucakladığını da gösterir.
DİLDE ETKİLEŞME
Şurası tarihi bir gerçektir ki, XI.- XII. yüzyıllarda İslâm dünyasının çoğunluğu Türkler’in yönetimi altındadır ve Türkler sadece İdarî ve siyasî alanda değil, aynı zamanda kültürel alanda da, diğer Müslüman millet ve topluluklarla yarış halindedirler. Bunun sonucunda, İslâm medeniyet tarihinde; Mâturîdî, Farâbî, İbn Sina ve Bîrûnî gibi birçok Türk asıllı bilgin yetişmiş ve bunların çoğu mensup oldukları medeniyetin ortak ilim dili olan Arapça ile eserler kaleme almışlardır. Daha sonraları Farsça da bu medeniyetin ikinci dili olarak, yine Müslüman Türklerin bazılarınca o dilde eser yazılacak kadar öğrenilmiş ve yaygınlaşmıştır. Bunlarla beraber Türk dilinin de İslâm dünyasının üçüncü kültür dili olduğu tarihen sâbittir. Eserini XIV. asrın başlarında yazmaya başlayan Cemâl-i Karşî, çağdaşı Şeyh Hüsamüddin-i Âsımî’nin “her üç dilde” yazılmış eserleri bulunduğunu; Arapça şiirlerinin “fesahat” ile, Farsça’larının “melâhat” ile, Türkçelerinin ise “sıhhat” ile mümtaz olduğunu söylediği nakledilmektedir[7].
Türkler girdikleri İslâm medeniyetinden çok yönlü etkilenmişlerdir. Sadece yeni bir dine mensup olmakla kalmamışlar, bu dinin ideolojisini de benimseyerek, İslâm’ın yayılması ve gelişmesi yolunda da gayret sarfetmişlerdir. Her şeyden önce İslâm medeniyetinin kültür dili olan Arapça, Farsça ve Türkçe’nin birbirlerini etkilemiş oldukları görünmektedir. Bunlardan en çok etkilenmiş olanı Türkçe olmuştur. Hem Türk asıllı yazarların kendi dillerinde değil de Arapça veya Farsça yazmış olmaları, hem de Türkçe yazdıklarında da diğer iki dil etkisinde kalmaları sebebiyle Türkçenin aleyhine sayılabilecek bir etkilenmeden söz edilebilir. Nitekim, Türkçemizdeki dini ilmihal terimlerinin bir kısmının Arapça bir kısmının Farsça olarak hâlâ kullanılıyor olmaları buna bir örnek olarak gösterilebilir. Abdest, namaz, oruç ve peygamber Farsçadan; kelime-i şehâdet, hac ve zekât Arapçadan dilimize geçmiş kelimeler olarak ilk akla gelen örneklerdendir.
Bu etkileşmeye Türk evlenme sisteminden İslâm hukukçularının eserlerine yansıyan uygulamalardan bir örnek vermek istiyoruz. Bazı Fıkıh kitaplarında Türk evlenme sisteminin ele alındığı ve İslâm hukuk sistemiyle bağdaştırılmaya çalıştığı dikkat çekmektedir.
Hüsâmüddin Kannâtî’nin “Kitabu Vâkıât” adlı eserinden naklen Mehmet Altay Köymen Selçuklular devrinde Türkler arasında evlenmenin nasıl olduğunu şöylece anlatmaktadır:
“Türkmenlerde dünürler arasında iki gencin evlenmesi karan, Türkçe “aldum” ve “virdüm” kelimeleriyle ifade ediliyordu. ” Aldum” kelimesini dünür söylüyor, bununla nikâhın yapılmasını vaad etmiş oluyordu. “Virdüm” kelimesini ise kızın büyükleri söylüyor, bununla bu vaade bağlı kalacaklarını bildiriyorlardı. Buna, akrabalığa yeni karar veren taraflar arasında bir sözlü evlilik mukavelesi denebilir.[8]
Dünyaca taranan Mevlânâ Celâleddin Rûmî’nin çok az Türkçe yazdığı halde, önemli ve hacimli eserlerini Farsça yazmış olması bu etkileşimin bir başka örneğidir. Hatta oğlu Sultan Veled’in babasının daha iyi anlaşılmasını sağlamak üzere eserlerinin bazılarında yer yer Türkçe beyitler serpiştirme ihtiyacı duymuş olduğunu görmekteyiz.[9] Ancak, Yusuf Has Hacib ve Ahmet Yesevî gibi Türkçe eser verenlerin, eserlerinde de, kuşkusuz mensup oldukları medeniyetin etkisi büyük olmuştur. Gerek İslâmî kaynakları kullanmış olmaları, gerek içinde yaşadıkları Müslüman toplumdan etkilenerek yazılı ve şifâhı kültür unsurlarım eserlerine aksettirmiş olmaları bunu göstermektedir. Hangi milliyete mensup olurlarsa olsunlar, Müslüman olan mütefekkir, filozof ve düşünürler içinde bulundukları toplumdan karşılıklı olarak etkilenmeleri gayet tabiidir. Dolayısı ile Müslüman Türk yazarların da aynı etki altında kaldıkları da tarihî süreçte ortaya konmuş olan eserlerin incelenmesinden anlaşılmaktadır.
Biz bu etkilenmelerin boyutu üzerinde duracak değiliz. Ancak, bu tebliğimizde, Müslüman olan Türk topluluklarının İslâm’ı samimî olarak benimseyip, hayatını bu dine adamış olanların yaşayışlarında görülmekte olan, İslâm öncesi Türk kültür unsurlarının varlığına tarihî tecrübeye dair bazı örneklerle dikkat çekmeye çalışacağız.
GÜNLÜK HAYATTA YAŞAYAN KÜLTÜREL UNSURLAR
Türklerin İslâm’dan önceki yaşayışları hakkında, onların İslâmlaşmalarından sonraki hayatlarına yansıyan kültürlerim öğrenmek için ne yazık ki bize kadar ulaşan yazılı kaynaklar çok fazla değildir. Çin, Bizans ve Arap seyyahlarının anlattıklarından başka Göktürk hükümdarları tarafından dikilen âbideleri dışında doğrudan Türklerin kültürel özelliklerinden söz eden motif ve bilgiler ancak sözlü edebiyat mahsullerinden olan destanlar da mevcuttur.. Ayrıca dolaylı olarak Türklerden bahseden Türk olmayan yabancıların eserlerinde yer alan bilgilerde doyurucu olmamakla birlikte yorum yapacak ipuçları bulunmakta, ya da satır aralarındaki rivâyetlerle Türkler ve yaşayışları hakkında bilgi edinme imkânı bulunmaktadır. Biz burada bütün kaynakları gözden geçirecek ve bunları değerlendirerek ele alacağımız konuyla ilgili tespitlerimizi ortaya koyacak değiliz. Ancak bir takım örnekler vermek üzere Divân-ı Lugâti’t-Türk ile Dede Korkut hikâyelerinden yararlanarak bazı kültürel unsurların İslâm’ı kabulden soma da devam ettiğim belirtmeye çalışacağız.
Kaşgarh Mahmut Lugat’mda; bize Türklerin kültürel hayatları hakkında çok değerli bilgiler vermektedir. Özellikle Türk Toplum hayatım araştıranlar için vazgeçilemeyecek bir kaynak olan Divan-ı Lugâti’t-Türk’de aile hayatıyla ilgili; hâlâ günümüzde bile kullanılan kavram ve deyimlerle hâlâ devam eden ve Türklerin İslâmlaşmalarından soma da varlıklarını sürdüren kültür unsurlarına dair örnekler bulunabilmektedir. Burada, Kaşgarlı’nın eserinden bazı kelimelere birlikte göz atalım:
“Beg” (Bey), karının kocası için kullandığı bir tâbirdi. “Katun” (hatun)’u da kocasının karısı için kullandığım biliyoruz.
“Altun özük” deyimi kadının altın gibi temiz ruhlu olduğuna, “ertini özük” de vücudunun inci gibi temiz olduğuna işaret etmektedir. Evlenen bir kadın için “kadın er sahibi” veya “bey sahibi oldu” denilirdi.
Ailede asıl olan sevgi ve mutluluktur. Kaşgarlı’nın eserindeki söyleyişlerden de bu durum açıkça anlaşılmaktadır. Günümüz Anadolu’sunda da devam ettirilen “saçı” âdeti düğün sırasında para saçma geleneği idi. Nitekim Sultan Alp Arslan kızının nikâhının kıyılması sırasında, iki yanındaki iki tabaktan kendi eli ile saçılar saçmıştı.
Düğünde kız tarafı da erkek tarafı da “kalıng” (çeyiz) verirdi. Düğünlere ve şölenlere katılanlara da “bıçış” (bırakıntı) denen bir ipek kumaş parçasından hediye getirilmesi ve verilmesi bir Türk geleneği idi.
Gelin gerdek gecesinde “didim” adı verilen bir tay giyerdi. Ayrıca güvey, geline “boğmak” denilen bir gerdanlık takardı. O zamanlarda da sağdıca “sağdıç” denilirdi. “Aba” ana demektir. “Bala” çocuklara denirdi.
Sadece aile ile ilgili deyimlerin bu kadar olmadığım söylemek gerekir. Ama biz birkaç örnek vermek suretiyle yalnız Divan-ı Lugati’t-Türk’de bile ailenin oluşumu ve günlük hayatına dair Türkler’in İslâm’ı kabullerinden önce kullandıkları deyimler ve sözler gibi birçok örneğin İslâm’dan somaki dönemlerde de bulunabileceğim belirtmek istedik.[10]
Kadın Türklerde ailenin önemli bir üyesidir. Dede Korkut hikâyelerinin başında kadmlar hakkmda şunlar söylenir: “Kanlar dört dürlüdür: Birisi ev yapan sulpdiir, birisi solduran soptıır, birisi dolduran topdur, birisi eviin tayakıdur, birisi nice söyler isen bayağıdur. Ozan evün tayağı oldur ki yazıdan yabandan eve bir udlu konuk gelse, er adam evde olmasa, ol anı yedirtir, içirtir, ağırlar, azizler, göndürür. Ol Aişe, Fatma Soyudur. Hânımı, anun bebekleri bitsün, ocağına buncılayın avrat gelsün.” [11]
Burada anlatılan Türk kadım tipini İbn Batuta’nın Seyahatnâmesinde de görürüz. İbn Batuta, Anadolu beylikleri döneminde XIV. yüzyılda Kayseri’de Emir Alâüddin Eratna ve Osmanlı Beyi Orhan Beyin eşleri ile görüştüğünü anlatır. Bu hanımlar, beyleri evlerinde olmadığı halde İbn Batuta ve arkadaşları için sofra hazırlatmışlar ve onlarla birlikte yemek yiyerek sohbet etmişlerdir. Hatta misafirleri ayrılırken de, Seyyaha hediyeler vererek ikramda bulunmuşlardır[12]. Görülüyor ki İbn Batuta Dede Korkut hikâyelerinden habersiz olduğu halde bize adeta hikâyelerde tanımlanan kadın tipi hakkında iki ayrı örneği anlatarak Anadolu’ya gelen Türk kültür özelliklerinin müslümanlığı kabullerinden sonra da nasıl devam ettiğini göstermektedir.
Buna karşılık “evin tayağı” olmayan kadım “bayağı” olarak niteleyen Dede Korkut ozanı, böyle kadınları da şöylece tanımlar: “Evine yazıdan yabandan bir ııdlu komik gelse, er adam evde olsa, ana dese ki; dur, etmek getür, biz de yeyelüm, bu da yesiin dese; bişmiş etmegün bekaası olmaz, yemek gerektir. Avrat aydur: Neyleyeyim, bu yıkılacak evde un yok, elek yok, deve değirmenden gelmedi der. Ne gelür ise benüm sağırıma gelsün deyü elin götüne urur, yönün eğer ve sağrısın erine döndürür. Bin söyler isen birisini tutmaz, erin sözünü kulağına koymaz”[13].
Eski Türklerde, babadan sonra aileyi, anne temsil ederdi. Buram için, anarım yeri babanın diğer akrabalarından ileri olurdu. Babanın mirası anneye değerdi. Çocukların vasisi de oydu. Türk tarihinde kadınların, hükümdarların nâibi olabilmeleri veya devlet içinde büyük bir söz sahibi olmaları da bundan ileri geliyordu[14].
Orhun Kitabelerinden anlaşıldığına göre; sofrada hakanın karşısında hatun oturur; buyruklara hatunun ismi hakanla birlikte yazılırdı[15]. Türk devletlerinde hatunun hükümdarların tahtlarının yaranda oturmaları geleneğinin Müslüman-Türk devletlerinde de devam ettiği görülmektedir. Türk toplumlarında kadınlara verilen değer ve kadının Türk toplumundaki yeri ve konumunun Türk kültür izlerinin İslâm’ı kabulden sonraki olumlu ya da olumsuz etkileşimin bir örneği olarak gösterilebilecek bu tür uygulamalar başlı başına incelenmesi gereken bir konu olduğu için, burada bu kadar işaret ederek bir başka örneğe geçmek istiyoruz.
KURBAN GELENEĞİ
Son yıllarda kurban konusu ülkemizde çokça tartışılır oldu. İslâm’ın kurban konusundaki hükmü bilinmektedir. Ancak Türkler’in diğer millet ve topluluklara göre kurbana daha çok rağbet etmelerinin sebebi üzerinde durulmalıdır. Acaba Türk geleneklerinde kurban anlayışı var mıdır? Anadolu dışındaki Türk topluluklarında kurban hangi vesilelerle kesilmektedir? Benzer birçok soru akla gelebilir. Biz burada Orhan Şaik Gökyay merhumun “Dedem Korkud’un Kitabı” adlı eserinden ilgili bölümü naklederek, konuya ilgi çekmekle yetineceğiz:
“Dede Korkut destanlarında “kurban” kelimesi türlü yerlerde “birinin yoluna kendini feda etmek” anlamında bir deyim olarak germektedir. “Kam başum sana kurban olsun, menüm senün canına kurban olsun” vb. gibi. Bir yerde, Uşurt Koca-Oğlu Segrek hikâyesinde bu anlam daha açıktır. Segrek, karşısındaki kardaşına, onu bir kâfir sanarak ayıttığı soylamada “kara başum kurban olsun, kâfir, sana” der. Yalnız bir yerde “Arafatta erkek kuzu kurban içim”[16] dizesinde kurban İslâmlıktaki anlamında kullanılmıştır.”[17] “Kurban adı açıkça söylenmemekle birlikte Oğuz Türklerinde bütün öteki Türk uluslarında olduğu gibi kurbanın toplum hayatında önemli bir yeri vardır. Dede Korkut hikâyelerinde, kurban olarak ‘attan aygır, deveden buğra, koyundan koç’ kesildiği anlatılmaktadır. Görüldüğü üzere Kurban için en makbul hayvan erkek hayvan olmuştur.[18]
Gökyay, verdiği örneklerle daha çok herhangi bir dilek için kurban kesildiğini belirttikten sonra, kurbanın türlü vesilelerle kesildiğine de işaret etmektedir. “Netekim, Hım Hanı ile Çin elçileri arasında bağlanan dostluk ve kardaşlık anlaşması dolayısıyla heyet Hun Dağı’na çıkarak orada bir ‘kır at’ kurban edilmiştir. Her delikanlının evlenirken, ışık âleminin tanrısı ‘Han Ülgen’e bir at kurban etmesi lazımdır. Ölü içinde kurbanlar kesilmektedir. Manas destanında ölüler için kısrak kesmek adetini okuduğumuz gibi bu günkü Müslüman Kırgızlarda da ölüyü gömme töreninde birkaç hayvan keserler. Oğuzlar ve Kırgızlar’da yüzlerce at ve koyun keserek ölti için tören yaparlardı.[19]
Mircea Eliade “Şamanizm” adlı eserinde, kurban sunma geleneğinin Orta Asya topluluklarında varlığından söz etmekte, bir dilek için ya da bir kefaret olmak üzere Şamanların kurban sunduklarından söz etmektedir[20]. Bu arada daha çok atın kurban edildiği ve bunun etinden dağıtıldığı belirtilmektedir[21]. Dede Korkut hikâyelerinden Dirse Han hikâyesine bir göz atalım. Çocukları olmadığı için lanetlenmiş olmaktan incinen Dirse Han, eşine öfkelenir. Eşi de öfkelenmemesini söyleyerek; “attan aygır, deveden buğra, koyundan koç” kurban etmesini ve İç Oğuz, Dış Oğuz beylerini toplayarak Ulu Toy tertip edip hâcet dileyip dua etmesini tavsiye eder; “Ola ki toplananlar arasmda “bir ağzı dualımn alkışıyla tanrı bize bir yetmen n/al vere” der. Dirse Han dişi ehlinin sözü ile ulu toy eyler, hâcet diler. Oğuz beylerini yedirir. Aç görse doyurur. Yalın görse donatır. Et getirirler, hâcet dilerler, “bir ağzı dualının alkışıyla Allah Teâlâ bir iyal” verir, hatunu hamile olur[22].
Yine bir başka hikayede adakla dilek tutulduğu ve bu arada başka yapılan faaliyetler şöyle anlatılır:
“Kuru kuru çaylara saldım.
Karadonlu dervişlere nezir verdim
Yanım ala baktuğumda komşuma eyü bakdum
Umanına usanma aş yedürdüm
Aç görsem doyurdum, yalıncak görsem donatdum
Dilek ile bir oğulu güç’le buldum”[23]
Gerek doğum ve ad verme törenlerinde, gerekse ölü için düzenlenen yas ayinlerinde yemek yedirilmesinin Türk adetlerinden olduğu bilinmektedir. Hatta, Kaşgarlı Mahmud Divan-u Lugati’t-Türk’de “aş” yerine “yoğ” kelimesini kullanır ve “yoğ”u ölü gömüldükten sonra üç veya yedi gün boyunca verilen yemek olarak açıklar [24]. Bu ölüler için “aş verme” ve türlü vesilelerle yemek ziyafeti düzenleme geleneğinin Anadolu’da hâlâ yaşamakta olduğunu biliyoruz.
SAYILARIN DİLİ
Ölü gömüldükten sonra üç veya yedi gün yemek yedirilmesi nedendir? Sayılarla ilgili kültürümüzde çok yaygın olan söyleyişlere rastlarız. Orhan Şaik Gökyay ” sayıların, eskiden kalma inançlarda yeri büyüktür” diyerek şu açıklamayı yapar: “Bunların değerleri değişik olduğu gibi taşıdıkları tılsımlar ve kullanıldığı yerler de başka başkadır. Genel olarak üç, yedi, dokuz ve kırk rakamlarında büyülü ve gizli bir güç bulunduğu sanılmaktadır’. Nitekim 3 ve 7 sayıları çok yaygın olup Araplar, Hindliler, Çinliler ve Ermenilerde, Cermenlerde ve başka batı milletlerinde, uğurlu sayılmaktadır. Üç sayısının alevî inançlarında önemli bir yeri vardır. Onlar Alevîliğin üç esasa dayandığım, Allah- Muhammed- Ali ve ahlakın temelinin de; “elini, dilini, belini korumak” diye düsturlaşan üç baş kuralı olduğunu bilirler[25].” Bu sayılarla ilgili birçok deyimin hala Anadolu da kullanılmakta olduğu sayılara bazı gizli anlamlar yüklendiği, bu sebeple de sayıların kendilerine özgü bir dili olabileceği söylenebilir. Hatta bunların günlük hayatımızın belli dönemlerinde türlü vesilelerle karşımıza çıktıkları bilinmektedir; ” Üçler mezarlığı”, ” kırklar” veya ” kırkı çıkmak” gibi…
“KANATLANDIK KUŞ OLDUK”
Yunus Emre bir ilahisinde;
“Kııruyıduk yaş olduk ayağıduk baş olduk
Kanatlanduk kuş olduk uçtuk elhamdülillah[26]
der. Bilindiği gibi kuş olup uçma motifi on üçüncü yüzyılda Anadolu’ya gelen Hacı Bektaş Veli etrafında oluşan menkıbelerde de yer alır[27]. Yunus bazı beyitlerinde, câm kuşa; gövdeyi kafese benzetmektedir. Gerçekten de cân, beden kafesinde tutsak olan bir kuşa benzer. Bu kuş bir gün kafesten kurtulup uçacaktır[28] ve cennete gidecektir. Zaten Divanında Kaşgarlı cenneti “uçmak” olarak niteler[29]. Dede Korkud Bamsı Beyrek için dua ederken; “ağ sakallı baban yeri uçmak olsun, ağ bürçekli anan yeri behişt olsun”[30] derken cennet karşılığında Türkçe “uçmak”ı, Farsça “behişt”i ardı ardına aynı anlamda kullanır.
Bir başka yerde de Dede Korkut hikâyelerinde Azrail güvercin kılığına giderek uçar gider[31]. Bu güvercin benzetmesi Hacı Bektaş Velî’nin güvercin olup bugün kendi adıyla anılan Sulucakarahöyük (Hacı Bektaş)’e gelip konması ile ilgili menkıbeyle ne kadar özdeşleşmektedir.
Bütün bu örnekler, İslâm’ın Türkler arasında yayılmasından sonra; Müslüman Türklerin yaşayışına girmiş olan kuş motifinin, Şaman geleneklerini devam ettiren Türklerde de var olduğunu ve hâlâ da devam ettiğini araşhrıcdar belirtmektedirler. Bunlara göre Şamanlar kuş misali havalanıp ağaç dallarına konabilme yeteneğine sahiptirler[32]. Kurban sunucu, kollarım bir kuşun kanatları gibi iki yana açarak direğe tırmanmaktadır[33]. Benzeri örneklerin, müslüman olan Türkler’in kendi kültürlerinden taşıdıkları izlerin yüzyıllar sonrasına da taşındığını göstermesi bakımından ilgi çekici oldukları söylenebilir.
KÖTÜ RUHLARIN KOVULMASI
Kazakistanlı doktora öğrencimin anlattığına göre; ülkelerinde Ağana(Ak ana) diye tanınmış bir hanım halk hekimi olarak tedavi de meşgul olmaktadır.
Daha çok uyuşturucu bağımlılarının başvurduğu Ağana’ya ülke içinde çalışmalarım yürütmesi için resmi makamlarca bir serbestlik tarandığı görülüyor. Bu öğrencimiz babasının gözündeki katarakt için bile Ağana’ya müracaat ettiklerini anlattı. Hastalarına toplu olarak üç gün boyunca seans uygulayan Ak ana’nın, yardımcılarının ve “şakirt” adıyla anılan öğrencilerinin bulunduğunu, bunların üç gün sonunda hastalarla tek tek görüşerek kendilerine tedavi yolları hakkında açıklamalar yapıldığını söyledi. Eğer hastanın hastalığı kendi tedavi alanına girmiyorsa nereye ve kime başvuracağım da söyleyen Ağana’nın tedavisinde ruhlarla irtibata geçmek suretiyle hastanın kötü ruhlardan kurtulmalarım sağladığı anlatılmaktadır. Hastalığın türüne göre, hastaya yaptığı bir kötülükten dolayı Allah tarafından bir ceza olarak bu ruhların isabet etmiş olacağım söyleyen Akana, bundan kurtuluş için çevrede bulunan bir velinin türbesinin ziyaret edilmesini tavsiye etmekte, çoğunlukla bu veli; Hoca Ahmet Yesevi veya Aslan Baba olmaktadır. Özellikle dikkat çekici olan şudur ki, Akana’nın hastaların bütününe namaz kılmalarım tavsiye ederek tedavilerine başladığı görülmektedir. Tedavi için gittikleri velinin türbesine beyaz bir kumaş armağan olarak götürülmekte ve orada Kur’ân okutulmaktadır.
Buna benzer bir örneği annemden de dinlediğini hatırlıyorum. Geç yürüdüğüm için köyümüze uzak bir yerde bulunan ve “ocak” tabir edilen bir evde “aydaş pişirme” tedavisi uygulaması yaptırdıklarını anlatmıştı. Bu uygulamalara dini motiflerin de eklendiği görülmektedir.
Halk arasında çok yaygın olan “hocaya giderek okutmak” suretiyle hastalarım tedavi ettirme geleneği hâlâ sürüp gitmektedir. Sadece Türkiye’de değil, diğer Türk toplumlarında da görülen bu tür yollara başvurmanın altında, İslâm öncesi Türklerin geleneklerinde devam ede gelen anlayışların yattığını düşünmemizi gerektirecek bilgilere sâhip bulunmaktayız.
Nitekim Mircea Eliade, Asya’nın bazı bölgelerinde hastalıkların tedavi yollarında geleneksel usullerin nasıl yapıldığım anlatır. Onun anlattığına göre; “hastalığın nedeni hastanın vücuduna sihirli bir nesnenin girmesi veya hastanın kötü ruhlar tarafından “çarpılması” (possession) da olabilir; bu gibi durumlarda sağıltım (tedavi) da o zararlı nesnenin çıkarılması veya ifritlerin kovulmasından ibaret olur. Bazen hastalığın iki nedeni olabilir; canın çalınmasıyla birlikte, durumu daha da ağırlaştıran, kötü ruhlar tarafından ele geçirilme ya da “çarpılma”. Bu durumda iyileştirme süreci de hem canın aranmasını, hem de ifritlerin (kötü ruhların) kovulmasını kapsayacaktır[34].”
Bu tür örnekleri çoğaltmak mümkündür. Ancak tebliğin şuurları buna müsait olmadığı için bu kadarla yetineceğiz. Sonuç olarak bir genel değerlendirme ile bu konuda düşüncelerimizi ve tekliflerimizi şöylece belirterek tebliğimizi tamamlamak istiyoruz.
SONUÇ VE DEĞERLENDİRME
Türkler İslâm dini ve medeniyeti dairesine girdikten sonra, hem bu dinin maddi ve manevi özelliklerini benimsemişler, hem de kendi örf, adet ve geleneklerini bu medeniyet içinde devam ettirmişlerdir. Tarihi olaylar incelenince görülmektedir ki, Türkler İslâm’ı kabul ederken, kendi düşünce, anlayış ve geleneklerini İslâm dini ile bağdaştırma, kaynaştırma ve benzeştirmeyi bilmişlerdir.
Bu sebeple; İslâm dini ile Türk geleneklerinin kaynaşması, gerek İslâmî uygulamalar, gerekse Türk kültür hayatı üzerine yapılacak araştırmaları zorlaştırmaktadır. Bugüne kadar gelen kültür unsurlarının hangisi İslâm dininin etkisiyle günlük hayatımıza girmiştir, hangisi Türk kültürlerinden aksetmektedir? Bunun tespiti için mutlaka Türk kültür izlerini takip etmek gerekir. Bu yapılmadan ortaya konacak mezhepler tarihi, fıkıh veya kelâm ya da felsefe ile ilgili bir çalışmanın eksik olacağını düşünmekteyiz.
Türk kültürünün en eski sözlü kaynaklarından olan destanlardan bir bölümü daha sonraları İslâmî form altında, İslâmî şekle bürünmüştür. Bu yüzden, bunlara bakarken iki yönlü yaklaşmanın yararlı olacağı söylenebilir. Birincisi, Müslümanlıktan önceki Türklerin düşünüş ve yaşayışları ile ilgili bu destanlarda günümüz Türk toplumlarında hâlâ yaşamakta olan ve değişik izleri bulunan birçok kültür unsurunun varlığıdır. İkincisi de; bunlara girmiş olan İslâmi tesirlerin bulunmuş olmasıdır. “Peki, bu toplumların yaşayışlarında ve kültürel hayatlarında var olan motif ve unsurların ne kadar İslâmî tesirle, ne kadarı kültürel olarak girmiştir?” sorusunun cevaplanabilmesi için sadece İslâmî kaynakları araştırarak, bunların dışında kalanlar “kültüreldir” demek yeterli değildir ve araştırıcıyı yanıltabilir. Zira, İslâmî tesirlerden önce, Türklerin düşünce ve yaşayışlarında var olan kültürel motif ve unsurlar bilinmeden, bunlar “İslâmi tesirlerin dışındaki unsurlardır” demek tarihî objektiflik bakımından kanaatimizce eksiktir. İçinde bulunduğumuz zamanı tarihî tecrübe ile sorgulamak-için dinî hayatımızda var olan kültürel. Unsurların kökenlerinin bilinmesi gerekir.
Onun için Müslüman Türklerin dînî hayatı ile ilgili yapılacak her çalışmada, Türk kültürünün izlerini aramanın yararlı olacağım düşünmekteyiz. Ancak böylece, son yılların gündemini işgal eden “töre cinayetleri” gibi daha birçok sorunun ya da günlük hayatımızda görülen hurâfelere bürünmüş inanç ve düşüncelerin arkasındaki kültürel sebepleri bilebilir ve onların çözümü yolunda hem Türk kültürü açısından, hem de İslâmî anlayış bakımından yeni çözümler üretebiliriz.
Kaynakça:
- Osman Turan, Türk Cihan Hâkimiyeti Mefkûresi Tarihi, İstanbul 1969, c. I.
- Kaşgarlı Mahmud, Divân-ı Lugati’t-Türk (Çeviren: Besim Atalay), I, Ankara 1986.
- Muhammed b. Ali b. Süleyman er-Râvendî, Râhatü’s-Sudûr ve Âyetü’s-Surûr (Muhammed ikbal neşrinden çeviren: Ahmet Ateş), I, Ankara 1957.
- Barthold, İslâm Medeniyeti Tarihi, (M. Fuad Köprülü), Ankara 1963,1968
- Mehmet Altay Köymen, Büyük Selçuklu İmparatorluğu Tarihi, III, Ankara 1992.
- Mecdut Mansuroğlu, Sultan Veled’in Türkçe Manzumeleri, 1958
- Mustafa Tatçı, Yunus Emre Divanı. -Tenkidi Metin -Ankara 1990.
- Orhan Şaik Gökyay, Dedem Korkud’un Kitabı, İstanbul 1973.
- Bahaeddin Ögel, Türk Kültürünün Gelişme Çağlan, İstanbul 1988.
- Hilmi Ziya “Ülken, Anadolu’nun Dini Sosyal Tarihi (Ahmet Taşgın), Ankara 2003.
- Mircea Eliade, Şamanizm (çeviren: İsmet Birkan), Ankara 1999.
- Bedri Noyan, Hacı Bektaş-ı Veli Manzum Vilayetnâmesi, İstanbul 1996.
- Mehmet Şeker, “Anadolu’daki Türk Kültürünün Oluşması ve Unsurlarına Bir Bakış”, Türk Yurdu, C. 18, S. 127-128, s.137-138,1998.
———– İbn Batuta’ya Göre Anadolu’nun Sosyal-Kültürel ve İktisâdi Hayatı ile Ahilik, Ankara 1993.
———– -(13) Decıem Korkud’un Kitabı, s.3
[1] Osman Turan, Türk Cihan Hâkimiyeti Mefkûresi Tarihi, İstanbul 1969, c. I, s. 157
[2] Kaşgarlı Mahmud, Divân-ı Lugati’t-Türk (Çeviren: Besim Atalay), I, Ankara 1986, s. 343-344
[3] Daha başka örnekler için bakınız; aynı eser, III, 183,356; Osman Turan, a.g.e. 1,160
[4] W Muhammed b. Ali b. Süleyman er-Râvendî, Râhatii’s-Sudûr ve Âyetii’s-Surûr (Muhammed ikbal neşrinden çeviren: Ahmet Ateş ), I, Ankara 1957,
[5] Ravendi, a.g.e., 1,18; Osman Turan, a.g.e.,I. 181.
[6] Osman Turan’ın konu ile ilgili daha bir çok rivayeti naklettiğini gördüğümüz eserindeki yorumlarına katılmamak mümkün değildir, bakınız: Osman Turan, a.g.e., 1,179-182
[7] D W. Barthold, İslâm Medeniyeti Tarihi, (M. Fuad Köprülü), Ankara 1963,1968
[8] Mehmet Altay Köymen, Büyük Selçuklu İmparatorluğu Tarihi, HI, Ankara 1992, s. 307- 308
[9] Mecdut Mansuroğlu, Sultan Veled’in Türkçe Manzumeleri, 1958
[10] Mehmet Şeker, “Anadolu’daki Türk Kültürünün Oluşması ve Unsurlarına Bir Bakış”, Türk Yurdu, C. 18, S. 127-128, s.137-138,1998
[11] Orhan Şaik Gökyay, Dedem Korkud’un Kitabı, İstanbul 1973, s. 3
[12] Mehmet Şeker, İbn Batuta’ya Göre Anadolu’nun Sosyal-Kültürel ve İktisadî Hayatı ile Ahilik, Ankara 1993, s. 36-37
[13] Dedem Korkud’un Kitabı, s.3
[14] Bahaeddin Öge!, Türk Kültürünün Gelişme Çağları, İstanbul-1988, s.247
[15] Hilmi Ziya Ülken, Anadolu’nun Dini Sosyal Tarihi (Ahmet Taşgın), Ankara 2003, s. 64
[16] Dedem Korkud’un Kitabı, s.63
[17] Aynı eser, s. CCXCLX
[18] Aynı eser, s. CCC
[19] Aynı eser, s. CCC-CCCl
[20] Mircea Eliade, Şamanizm (Çeviren: İsmet Birkan), Ankara – 1999, s.215
[21] Aynı eser, 211, 225, 230
[22] Dedem Korkud’un Kitabı, S. 5-6
[23] Dedem Korkud’un Kitabı, s. 66
[24] Divan-u Lugaü’t-Türk, İÜ, 143
[25] Orhan Şaik Gökyay, a.g.e,, s. CCCIII; bu sayılarla ilgili geniş bilgi için bkz. aynı eser, CCCIV- CCCVII
[26] Yunus Emre Divanı -Tenkitli Metin (hazırlayan: Dr. Mustafa Tatçı), Ankara 1990, 292/3
[27] Bedri Noyan, Hacı Bektaş-ı Veli Manzum Vilayetnâmesi, İstanbul 1996, s. 139
[28] Mustafa Tatçı, Yunus Emre Divanı, 204/4,388/2
[29] Divan-u Lügati-t-Türk, 1, 118, 119; EH, 374
[30] Dedem Korkud’un Kitabı, s. 58
[31] Aynı eser, s. CCDXIV
[32] Mircea, Eliade, a.g.e., 156
[33] Ayru eser, 441-442.
[34] Mircea Eliade, a.g.e., 247-278
[i] Türk-İslam Medeniyeti Akademik Araştırmalar Dergisi, Sayı: 6/Yaz, Konya – 2008
[ii] Dokuz Eylül Üniversitesi İlahiyat Fakültesi, İslâm Tarihi Anabilim Dalı.