Türk Milliyetçilerinin Tevbe-İ Nasuh İhtiyacı

Günümüzde kamuoyunda Türk milliyetçilerine yönelik ağır hakaret ve lanetlemeleri saymazsak sağlıklı eleştiri ve değerlendirmelerin de yeterince olmadığını görüyoruz. Bu yazımızda siyasi sahaya mümkün olabildiğince girmeden milliyetçiliğimize yönelik durum tespiti ve özeleştiri denemesi yapacağız. Türkiye’nin en köklü fikir hareketlerinden olan Türk milliyetçiliğinin bugünkü konumu üzerine düşünce ve görüşlerimiz, imkân nisbetinde güncelin ağırlığı altında ezilmeden ifadeye çalışılacaktır. Mevcut halin sağlıklı bir tespiti yapılmadan yeni proje ve hamlelerin hayat bulmayacağı açıktır.

Türk milliyetçiliğinin herhangi bir probleminin olmadığına inananlar veya fikriyatımızın ömrünü doldurduğunu sananlar için yazacaklarımız bir şey ifade etmeyecektir. Ancak izan ve vicdan sahiplerinin hareketimizin Balkan Harbi’nden günümüze şimdi içinde yaşadığımız dönem kadar motivasyonsuz, moralsiz, ümitsiz, mecalsiz ve dağınık olduğu bir zamanı gösteremeyeceklerini sanıyoruz. Daha açık söyleyelim milliyetçiler ne 1944 yargılamalarında ne 1980 darbesine takaddüm eden yıllarda mensuplarının silahlı komünist çeteler tarafından hemen her gün katledildikleri zamanlarda ve darbe sonrası adaletsiz yargılanmaları sürecinde kendilerini şimdiki kadar etkisiz ve zebun hissetmemişlerdir.

1970’li yıllarda Türk milliyetçilerinin günlük ve haftalık gazeteleri vardı. Kültür, sanat ve edebiyat dergileri vardı. Hatta Çaylak adında mizah dergisi çıkardı. Kimin akşam evine sağ döneceğinin garantisinin olmadığı gerilim yıllarında camianın önemli bir kesimi okurdu. Mesela İskender Öksüz hocamızın Türk Milliyetçiliği Fikir Sistemi adlı eseri 30 bin gibi bugün camiamızın hayal edemeyeceği sayıda baskı yapardı.  Camiamızda sanat ve edebiyat da gündemdeydi. Şimdi çoğunluğumuzun adını unuttuğu Emine Işınsu’nun romanları okunur ve tartışılırdı..

İthal komünist bozguncu ideoloji ile tercüme siyasi Müslümanlık fikriyatı karşısında Türk milliyetçileri kendi fikir ve siyasi koordinatlarından emindiler. 1970’li yılların ortalarında İstanbul’da Ülkü Ocakları’nın “Solu Fikir Münakaşasına Çağırıyoruz..” afişleri bilenlerin hafızasındadır.

Bu çerçevede ülke gündemine ilişkin Tarım Kentleri, Milliyetçi Eğitim Sistemi gibi tezlerimiz kendi camiamız dışında da duyulurdu.

8-10 bağrı yanık ülkücü kendilerine okuma ve hatta  hayat hakkını dahi çok gören saldırgan komünist zorbaların bazen binlerce kişiden oluşan kalabalığını darmadağın eder, önünü katar kovalardı..  Hatta bazen ülkücülerin zorbaları dağıtması için kendilerinin gitmesi dahi gerekmezdi. “Geliyorlar!..” haberi bile ortalığı süt liman yapardı..

Camia mensupları denilince en tepeden yurdumuzun en ücra köşesindekilere kadar şahsi menfaatlerini önceliklemeyen şahsiyetler akla gelirdi. Bu nitelemeye uymayanlar genel algıyı bozmayacak kadar marjinaldiler. Rahmetli Gün Sazak Beyin 6 aylık Gümrük Bakanlığında ülkücü kadroların rüşvet, hırsızlık ve yolsuzluğu nasıl bitirdiklerini siyasi muarızları dahi itiraf etmişti..

Ülkücüler birbirini sever ve ölümüne güvenirdi. Birbirleri için her fedakârlığı tereddütsüz göze alırlardı. Ülkücülük bir markaydı. Ülkücünün devlet malını çalacağı, hırsızlık yapacağı veya bir yolsuzluğun içinde olacağı hayal edilebilecek bir şey değildi.. Değil yüksek temsil makamları isimsiz ülkücüler için dahi uçkuruna sahip olamamak alçaklık bilinirdi..

“Davamız” ifadesi telaffuz edildiğinde gönüllerde bir elektriklenme olurdu. Ülkücülüğümüz “bir bağrı yanık teknede” Hazret-i Nuh’un “Dünya gamı tufan kesilip kalksa baş eğmez”liğine benzerdi.

Fikir ve kişiliklerinden ötürü mağdur edilen, hak mahrumiyetine uğrayan milliyetçiler bunu ne kadar doğru bir yolda olduklarının kanıtı olarak görürlerdi. Mağduriyetler yüzünden fikrini terk eden hemen hemen görülmezdi. Üst üste il/ilçe başkanları şehit edilen şehirlerde, mesela Nizip’te, yeni ilçe başkanlığı için birkaç aday birden çıkardı. Ayet-i kerimede buyrulduğu gibi “yeise düşülmez ve asla fütur getirilmezdi”.

Kısaca ülkücülük adanmışlık ve inanmışlığın adıydı. Ülkücü ülkücüydü.

Şu andaki Türk milliyetçilerin haline baktığımızda ise hemen her seviyede yürek kanatıcı bir manzara ile karşılaşıyoruz. Gördüklerimizde maalesef olumlu nitelikler önde değil, kabalık ve cehalet başta olmak üzere olumsuz algı özellikleri epeyce yaygınlaşmış durumda.. 

Türkiye’de sanki yoğuz. Camianın bilinen yaygın bir televizyonu bulunmuyor. Tabii gazetesi ve kendini yenileme kanalları olan istikrarlı bir dergisi de yok. Söylediklerimizin istisnası sayılacak çok dar bir kesim dışında hali vakti yerinde olan, zamanında canını ortaya koymaktan çekinmemiş nice insan bizim fikirlerimizi az çok yansıtan Türk Yurdu, Türkiye Günlüğü gibi dergileri dahi cebinden parasını vererek almaya yanaşmıyor. Camianın okuyanı, düşüneni kalmamış gibi. Belki daha doğrusu Türk milliyetçileri sıcak gündem maddeleri hakkında ne düşünüyorlar diye merak edenlerin bakacakları kendilerine ait akademik ve popüler oturmuş süreli yayınları, Türk Dünyası Tarih Dergisi ve bir iki benzerini saymazsak yoktur. Geçtiğimiz yıllarda dolgun bir muhteva ile yeniden çıkan Töre dergisi 1000 okuyucu bulamadığından kapısına kilit vuracak duruma geldi.

En yakıcı gündem konularına bile milliyetçiler sağlıklı, soğukkanlı değerlendirme ve eleştiri yapabilecek entelektüel kabiliyeti kaybetmiş görünüyorlar. Türk milliyetçilerinin mesela Fethullah Gülen hareketine dair derli toplu bir bakış açısı yok. Tedavüldeki görüşler, Türk milliyetçilerine düşmanlığı hayat felsefesi haline getirmiş karanlık odakların şimdilerde takındıkları mevsimlik ulusalcılığın berbat bir tarzda tekrarı.  Yine Ordu-siyaset ilişkilerine dair görüşler özgün olmaktan çok uzağa düşer. Kamuoyunda ulusalcı-Kemalist çevrelerin söylemlerinin kopyası sayılır. Kısacası Türk milliyetçileri fikirsizlikleri nedeniyle hangi duaya amin dediklerinin farkında değiller.

Yine memleketimizin sıcak problem alanları hakkında bağırmadan, beddua ve hakaret etmeden ve tabii çam devirmeden soğukkanlılıkla muhataplarına kendi tezlerini dinletecek ne kadar insanımız var? Geniş bir kadromuz var, fakat basın bize ambargo uyguluyor denirse, sizin basınınız nerede sualine cevabımız var mı? Ülkücülerin yüzde ikisi kadar halk desteği olmayan grupların basın ve yayında camianın 100 katından fazla sesi çıkmasında bir garabet yok mu? Yayın dünyasında bizim sesimiz diyebileceğimiz akademik ve popüler yayınlar yok seviyesindedir. Kitapçı veya bayilerde bulunulan satılan ciddi bir süreli yayınımız bilinmiyor. Mesela Türk Yurdu dergisinin, Cağaloğlu’ndaki Diyanet Yayınevini saymazsanız 13 milyonluk İstanbul’da satıldığı bir kitapçı ve yayıncı -tabii şahsi bilgimize göre- yoktur.  Camiamız tarafından Ankara’da çıkarılan popüler bir tarih dergisi bu çağda İstanbul’a satış için gönderilmiyor. Siyasi temsil makamlarınca çıkarılan ve kapalı devre dağıtıldığı ileri sürülen dergiler ise camiamıza bir katkı sağlamayı hedeflemeyen şahsi tanıtım ve iç tüketime yönelik acemi propaganda bülteni seviyesini aşamamaktadır.

Durmuş Hocaoğlu merhumun yıllar önce camiamızın eğitim ve kültür konularında duyarsızlığı ve ilgisizliğine ilişkin ağır tenkitleri maalesef günümüzde daha da haklı..  Ülkücülerin kurduğu ve yaşattığı değil üniversite, üç tane anaokulu bile bildiğimiz kadarıyla mevcut değil. [1]  Temsil makamı olan siyasi konumlara izdiham şeklinde bir teveccüh gözlenirken, eğitim ile ilgili geleceğimize yönelik teşebbüslere kimse dönüp bakmıyor.[2]  Potansiyel sahiplerinden hemen herkes kısa vadede mümkünse ilk seçimde bir yerlere seçilmeyi içinden geçiriyor. Mektep açmak, yurt kurmak, vakıf kurmak, yayıncılık yapmak, davamızın yarınlarını kucaklayacak şahsiyetlerin yetişmesine çabalamak gibi orta vadeli projeler gündemimizde yok..

Ülkücülerin arasında muhabbet kalmamış. Aynı kurumda çalışan iki arkadaşımız varsa, bunlar ya birbiriyle konuşmazlar veya birbirlerini engellemek için pusuda beklerler.[3] Prof. Dr. İskender Pala’nın işaret ettiği kendi ikbali için arkadaşını feda etme zilleti olan “sağcılık hastalığı” camiamızı mahvediyor.

Bir kısım arkadaşlarımızın ellerine siyasi temsilden ötürü azıcık fırsat geçer geçmez hemen kişisel çıkar sağlamaya öncelik vermiş olmaları aç, açıkta, sefil ve mağdur her kesimden ülküdaşımızın gönül bağlılıklarını koparmakta ve daha da önemlisi fikriyatımızın nüfuz ticareti vasıtası olduğu algısının ortalama vatandaşın zihnine yerleşmesine sebep olmaktadır. Ortalama vatandaş algısında kendisine milliyetçi diyenlerin ahlaksızlık, arsızlık, hırsızlık ve yolsuzlukta diğerlerinden anlamlı olumlu bir farklılığının olmayışı bütün ülkücülük iddialarımızı tekzip etmektedir. Varlık nedenimiz ortadan kalkmaktadır.

Kadrini değil adını dahi çoğumuzun bilmediği Aksakallı Hocamızın işaret ettiği veçhile 40 yıl evvel ülkücülerin akademik dünyadaki sadece dört doçentin (merhumlar Erol Güngör, Necmettin Hacıeminoğlu ve Mehmet Eröz ile ömrü uzun olsun Mustafa Kafalı) yarattığı enerji ve verimi bugün 1000 parlak ünvanlı akademisyenimiz yakalayamıyor. Neden?

Tabiri caizse ülkücüler, Hazret-i Mevlana’nın anlattığı kendi nefsine uyduğu için istikamet bozulmasından ötürü Şeytan karşısında bütün karizmasını ve gücünü yitiren salih kişiye dönmüş vaziyetteler..  Biz de yoldan saptığımız için sayımız ve maddi gücümüz çok az iken hemen her gün tepelediğimiz şeytanların maskarası olduk. Siyasi muarızlarımız da milletimizin düşmanları da bizleri adam yerine koymuyorlar. Ülke gündeminde Türk milliyetçileri ne düşünüyor diye kimse merak bile etmiyor.

Bu çerçevede kendi alanlarında yetişmiş nice insan hak kaybına uğruyor. Birbiri ile anlaşmaları ve yan yana gelmeleri imkânsız sayılan kesimler iş Türk milliyetçiliğine düşmanlık ve ülkücülerin önünü kesme olunca aynı paydada kolayca birleşebiliyorlar. Neredeyse uzaya dahi “hizmet” götürdüğünü ileri sürenler iş ülkücülere gelince, kimlik ve kişiliklerini inkâr etmedikleri takdirde sadece dershane ve iş hayatında değil hâkim oldukları bütçesi devletten karşılanan kamu alanlarında dahi barınma hakkı tanımıyorlar. Cüzzamlı muamelesi yapıyorlar..  İktidar sahipleri gibi siyasi Müslümanlarla eski komünist yeni liberaller ülkücüleri gördükleri yerde aforoz edip lanetliyorlar..

Dışlanma sadece muarızlarımızdan gelmiyor. Yaşını başını almış, şahısları için kimseden bir talebi olmayacak ancak bilgisi ve tecrübesi ile bir karşılık beklemeden hasbetenlillah kendi alanlarında hizmete hazır kimseleri camiamızın kendisi dahi merak etmiyor.

Üzerimize bir atalet laneti çökmüş durumda. Topyekün bir kâbusu uyanıkken yaşıyor gibiyiz. Türk milletine ve camiamızın hayrına olabilecek hiçbir iş için karınca kararınca olsun hevesimiz ve niyetimiz yok. Bir yerde sahasının uzmanı bir konuşma yapsın, söyleşide bulunsun denilse, yüz küsur senelik tek kurumumuz dahi önce buna ne gerek var gözüyle bakıyor. İskender Öksüz, Emine Işınsu ve Yağmur Tunalı gibi değerlerimiz, bir grup üniversite öğrencisi genç arkadaşımız tarafından Akdeniz’in önde gelen bir şehrine davet edildiklerinde Türk Ocaklarına gelebilirler, ancak yerel yönetimler üzerine konuşsunlar cevabı alabiliyorlar. Sözde, ülkücülerin yoğun olduğu bir üniversitede öğrenci dernekleri kültür meseleleri konusunda öğrencilere yine İskender Öksüz hocayı konuşturmak istediğinde aralarında ülkücü akademisyenlerin de bulunduğu üniversitenin yetkili kurulu internetten yaptıkları inceleme sonucunda Aksakallımızı, adı İskender olan yalancı peygamberle aynı kişi sandığından kabul etmiyorlar. Cehaletleri ve ilgisizlikleri yüzlerine çocukları yaşındaki öğrenciler tarafından yüzlerine vurulunca işi komisyona havale edip akim bırakıyorlar…

Binlerce eğitimcinin üyesi bulunan milliyetçi olduğu söylenen bir sendika şubesi hiçbir eğitim ve kültür faaliyetinde bulunmamayı prensip addediyor. Bu satırların yazarı akademik çalışmaları olduğu Balkan Harbi felaketinin insan kalitesi yönüyle ilgili konferans vermeyi teklif ettiğinde bu sendikanın şube başkanı Ankara’dan siyasi makamlarca tavsiye edilmeyen hiç kimseye konferans verdirmeyeceklerini gururla ileri sürebiliyor. Son kaç senede üç bin üyesi olan kuruluş üç tane basit faaliyete dahi izin vermemeyi koltuğunu muhafazanın şartı olarak görüyor.

Siyasi temsil makamları ise kendilerini genel olarak entelektüel okuryazar zümresinden uzakta gördüklerinden, kendilerine şahsi bağlılık teminatı vermeyen kimselere selam dahi vermemeyi tercih etmekteler. Kendi dar kısıtlı bakış açılarının süzgecinden geçmeyen her türlü faaliyeti kendi statülerine yönelik bozgunculuk olarak algılıyorlar. Toptancı bir çözüm olarak da hemen her türlü faaliyete mani olmayı hareket tarzı olarak tercih ediyorlar. Ve bu tercihlerini de maalesef başarıyla uyguluyorlar.

Diğer taraftan camiamızda fikrin ve şahsiyetin yerine şahsi tatminler konulunca seçimlerde kendilerine, oğullarına veya yeğenlerine “hak ettikleri” sırada yer verilmediğini düşünen milletvekili ve belediye başkanları, Türk milliyetçiliğine düşman çevrelere “hizmet” sunmakta bir ilkesizlik ve karaktersizlik görmüyorlar.

Dahası bütün davamız, mücadelemiz ve iddiamız falan veya filan kişilere siyasi bir makam ve özlük hakları sağlamak olarak algılanıyor. Ortalama Türk milliyetçisinin toplum içinde özgül ağırlığının neredeyse toplum ortalamasının aşağısına düşmüş olması bir mesele olarak görülmüyor.

40 sene evvel Türk milliyetçilerinin siyasi organizasyonu yüzde 3 civarında oy alırken ülkücüler toplum içinde itibar sahibiydiler. Bugün dostumuzun ve düşmanımızın gözünde adam yerine konulmamamız ise siyasi makam sahiplerini asla rahatsız etmiyor.

Sözün kısası halimiz Atsız Bey’in “Bozkurtlar’ın Ölümü”nün son bölümünde tasvir ettiği acıklı sahnelerden daha kötüdür. Yukarıda sadece küçük bir kısmına işaret edilen bünyeyi mahveden ölümcül marazlar için sadece dış güçleri, Atlantik ötesini veya istihbarat örgütlerini sorumlu göstermenin, maruz kaldığımız musibetlere çare olmayacağı açıktır. Rahmetli Galip Erdem ağabeyimizin dediği gibi “Türk milliyetçiliğinin en büyük meselesi Türk milliyetçileridir.” Bu yüzden Türk milliyetçiliği yaşayacaksa iman tazeleyecek ve kıble düzeltmesi yapacaktır.

Bizi bu hallere düşüren hemen “her biri bir mülkü harap” edecek arazlar soğukkanlılıkla teşhis edilip alt edilebilirse, 21’inci yüzyıl yeniden “Bozkurtlar Diriliyor”a tanıklık edebilecektir.

Bunun için bünyeye tebelleş olmuş arazların “tevbe-i Nasuh”la süratle tasfiyesi şarttır.

*Bu yazı Tüş ve Düşünce Dergisi’nin Şubat 2016 sayısında yayınlanmıştır. Yazarın izni doğrultusunda sitemizde yayınlanmaktadır.

KAYNAKLAR

[1] Rahmetli Prof. Turan Yazgan hocanın yurtdışındaki okul girişimleri ile Ankara’da Türk Yurdu okulları maalesef  camiamızda benzerleri görülmemiş olağanüstü istisnalardır

[2] Bafra Ülkü Ocakları gibi eğitimin önemine müdrik hareket eden çok az sayıdaki kuruluşu tenzih ederim. Ben acınacak haldeki ortalamamızı resmediyorum.

[3] Bu satırların yazarı Eylül 2014’te İstanbul’da bir üniversiteye yardımcı doçentlik için başvurmak istedi. Üniversite mütevelli heyeti başkanı olur verdi, fakat rektör ve dekanın ikisi de “ülkücü” bilindikleri için birisinin teklif ettiğini öbürünün gözü kapalı reddetmesi gerektiğinden(!) başvuru imkânımız olmadı.

Yazar
Hasip SAYGILI

Hasip Saygılı, 1960 yılında Gaziantep’te doğdu. Kara Harp Okulu (1982), Kara Harp Akademisi (1992) ve Quetta Command and Staff College’dan (2000) mezun oldu. Subay olarak çeşitli kıta ve karargâh hizmetleri yanında Pakistan Kara ve Hav... devamı

Bu websitesinde farkı kaynaklardan derlenen içerikler yayınlanmakta olup tüm hakları sahiplerinindir. Sitedeki içerikler atıf gösterilerek kaynak olarak kullanlabilir. Yazıların yasal sorumluluğu yazara aittir. Tüm Hakları Saklıdır. Kırmızlar® 2010 - 2024

medyagen