Türk Milliyetçiliğine Bakmaya Başlarken

Çağlar Keyder

1- Türk milliyetçiliğini irdelerken ilk önce vurgulanması gereken aslında basit gözüken fakat temel bir olgu: milliyetçilik her toplumda ayrı ayrı koşullar içinde ve özgün bir süreç sonunda çıkmadı. Dünya tarihinin belli bir aşamasında, ka­pitalizmin ve beraberinde getirdiği modernitenin belli toplumsal dengeleri bozmasına tepki olarak, birbiri ardından bir dizi milliyetçilikler dünya sahnesine çıktı. Yani milliyetçilik dünya tarihinin bir olgusu; dünya tarihinin belli bir aşa­masında etkili olmuş, bir yüzyıl kadar global düzeyde neredeyse rakipsiz bir hakimiyet kazanmış, şimdi ise ayrıcalığını kaybediyor. Ondokuzuncu yüzyılın ortalarından önce milliyetçilik belirli bir etnik grubun ayrılığı ve ayrıcalıklığı temelinde inşa edilmemişti. Belki bir İngiliz, bir Amerikan, veya bir Fransız “milleti”nden söz ediliyordu ama burada amaçlanan daha çok farklı bir yurttaşlık ilkesinin temellendirilmesiydi. Kişilerin inandıkları ve meşru kabul ettikleri birtakım birey-devlet ilişkilerinin toplumun birlikteliğini sağladığı üzerine bir anlaşma belirmesi için liberal, yani bireyci ve cumhuriyetçi bir millet kavramı geliştirilmişti. Bu kavram ulusun özgül tarihsel konum ve görevini, ezelden gelen önemini ve istikbaldeki kaderini tayin edici bir reçete olarak öne sürmüyordu. Fransız devrimi veya Amerikan anti-kolonyal savaşında görülen asıl ideoloji liberalizmdi, milli­yetçilik değil.

Milliyetçilik ve liberalizm, farklı kavramsal bağlamlardan kaynaklanmalarına karşın, birbirlerine zıt boyutlar da içerirler. Liberalizm esas olarak bireycidir; yani politik toplumun nasıl oluştuğunu bireylerin tekil davranışlarından çıkarak anlamaya çalışan bir fertçiliğe karşı kendi özü, kültürü, geçmişi ve geleceği olan bir toplumun farklılığını savunur. Aydınlanmacı akılcılığa karşı toplumun çıkarlarının bu tür mantık ve kişisel çıkar muhasebesine feda edilemeyeceğini söyler. Bu yüzden dünya tarihinde görülen ilk gerçek milliyetçi hareket aydınlanma karşıtlığı çok açık olan, kendi kültürünü ve ulusal kimliğini yücelten Alman milliyetçiliği oldu. Alman milliyetçiliği biraz da politik liberalizmin ekonomik sonuçlarından çıkarak anti-liberal bir tutum aldı. Fakat, kendinden önceki siyasal akımlardan asıl farkı Almanlığı bir değer olarak benimsemesi ve de ulusu tarihin ayrıcalıklı öznesi olarak kabul etmesiydi.

Alman milliyetçi hareketi dünya ideolojik alanını o kadar değiştirdi ki, bundan sonra liberalizmin kalesi olan toplum ve devletlerde dahi kendi kimliklerini aramak, kültürlerini biricik ilan etmek ve devletlerini de milliyetçilik temelinde meşru­laştırmak talebi ortaya çıktı. Siyasi katılıma dayanan eski “millet” anlayışı giderek etnik bir anlayışa dönüştü. Böylece, ondokuzuncu yüzyılın ikinci yarısında milliyetçilik bütün dünya sistemi boyunca yayılan, giderek devlet inşa etmek sürecinde olmazsa olmaz bir nitelik kazanan, devletlerin, özellikle de yeni ku­rulmakta olan devletlerin, kendilerini meşru kılmakta en önemli dayanak olarak gördükleri bir dünya ideolojisi oldu. Bu yüzden milliyetçilik her ülkenin/toplumun kendi yalıtılmış tarihi çerçevesinde anlaşılamaz; ancak her ülkenin/toplumun bu dünya ideolojisini nasıl özümsediği, hangi çerçevede ithal ettiği, hangi içsel bileşimlerle hazmettiği araştırılabilir.

Sözünü ettiğimiz dünya ideolojisi olmaklığından ötürü de milliyetçiliği modernleşmeci bir bakış açısıyla irdelemek yanlış olur; çünkü bu tür bir yaklaşımda her toplumun kendi iç gelişmesinin belli bir aşamasında milliyetçiliği keşfettiği, bu keşif sayesinde ulusal devlet kurduğu söylenecektir. Oysa toplumlar, kendi sosyal ve kültürel gelişmeleri ne düzeyde olursa olsun, milliyetçiliği dünya tarihinin belli bir kesitinde keşfetmeye mecbur kaldılar. En gelişmişinden en azgelişmişine kadar bütün ülkeler hep aynı dönem içinde milliyetçiliği hakim devlet ideolojisi olarak benimsediler. Bu dönem de Alman milliyetçiliğinden (yani ondokuzuncu yy.’ın ortalarından) günümüze kadar (daha doğrusu 1970’lerin sonuna kadar) geçen dönem. Şimdi Doğu Avrupa’da veya eski SSCB’de olanları, bir dizi ülkedeki ayrılıkçı hareketleri, eski milliyetçilikle aynı kategoride yorumlamak yanlış olur. Sözü edilen hareketler çok farklı bir dünya bağlamında ortaya çıkıyorlar, tepki gösterdikleri koşullar kadar amaçladıkları bedeller de önceki dönemin milliyetçi hareketlerine benzemiyor. Gerçekçi bir perspektif bu milliyetçiliklerin eskileri gibi başarılı olamayacağını, çünkü değişen dünya içinde anti-liberal politikaların şansının olmadığını görecektir. Bu yüzden de milliyetçi ideoloji ayrıcalıklı ko­numunu kaybetmiş durumda; artık hakim dünya ideolojisi değil. Gerek uluslar-üstü, gerek de uluslar-altı arayışların arkasındaki düşünüş bu.

  • Milliyetçiliğin devlet kurma amacıyla mobilize edici bir ideoloji olarak kullanılması ilk olarak Almanya’da ve İtalya’da görüldü. Bu iki devlet kurma epizodundan sonra ideoloji yayılmaya başladı ve Birinci Dünya Savaşı öncesi dönemde iyice geliştirildi. Milliyetçilere göre uluslar doğal ve ezelden gelen toplumlardır; birbirlerinden etnik temelde, dil olarak, kültürel bağlamda ayrılırlar. Şimdiye kadar bunun farkına varmamış olmaları bir şekilde “uyumuş” olmalarıyla açıklanabilir; milliyetçiler ulusu uyandırma görevini üstlenmişlerdir.

Bir ulusun içindeki fertler öncelikle o ulusun diğer fertlerine sadakat göstem1eye mecburlardır. Ulus ilkesi dışındaki bağlılıklar yanlıştır, hatta ihanettir. Görüldüğü gibi bu ilke hem ulus-dışı ilişkileri, hem de ulusun içinde olabilip farklı düzeylerde tanımlanan bağlılıkları dışarda bırakıyor. Örneğin sınıf, aşiret, köy, aile, arkadaşlık gibi. Bu düşünüşe göre kişiler seçim yapmak mecburiyetinde kaldıkları zaman, bir çok milliyetçi edebiyat ürününde görüldüğü gibi, ülkeleri yerine arkadaşlarına ihanet ederlerse doğru hareket etmiş oluyorlar.

Milliyetçiliğin temel tezi her ulusun kendi devleti olması gerektiği idi. “Ulus” kavramı somutlaştırılınca bir anlamda ulusun “tüzel kişiliği” tanınmış oluyor, bu yüzden “ulus istiyor”, “ulusun kaderi” gibi tekillik ifade eden ve gerçek bir liberal için kabul edilemez formüller tartışmadan benimseniyordu. “Ulus” bu denli otonomi kazanınca ulusun kendi kaderini tayin hakkı diye bir ilke ortaya çıktı ve bu kaderin ancak ulusu temsil eden bir siyasi otorite tarafından kullanılabileceği iddia edildi. Yani her ulusun, ulusun ortak tercihlerini temsil etme hakkına sahip bir devleti olmalıydı.

Ayrıca milliyetçiliğin evrenselliği de öne sürülüyordu; yani aynı reçetenin her derde deva olması gerektiği, her toplumun milliyetçiliği keşfedip ulusal türdeşlik üzerine temellendirilmiş bir devlet kurmasının arzu edilir olduğu söyleniyordu. İdeal dünyada her devlet tam özerkliğe sahip olacak ve tek bir ulusun isteklerini temsil edecekti. Bu inanışlar giderek uluslararası ilişkilerin dogmalaşmış “dev­letlerin iç işlerine karışmama” ilkesine vardılar. Milliyetçiliğin temel ilkelerinin bütün dünyada kabul gördüğünün kanıtı olarak da her ulus-devletin tek bir sesi olduğunu tescil eden Cemiyet-i Akvam ve Birleşmiş Milletler gibi örgütler kurul­du.

  • Milliyetçi ideolojinin varsaydığı bu ilkeler bir dizi tartışılır varsayımın ka­bulünü gerektiriyor. Bunların en önemlisi ile başlarsak, milletlerin ezelden beri varolduğu kabul edilemez bir önerme. Çeşitli düzeyde topluluklar toplumsal güçlerin etkisiyle ortaya çıkar ve şekillenirler. Ondokuzuncu yüzyıla kadar in­sanların büyük çoğunluğu birbirlerinden pek de haberdar olmadan çeşitli ilkeler etrafında somutlaşmış devletler içinde yaşıyorlardı. Ulusal değil yerel veya devlet sınırlarını aşan dini kültürler günlük yaşamın kavramlarını sağlıyordu. İnsanların büyük çoğunluğu ortak olduğu sonradan iddia edilecek tarihi tecrübeden ha­bersizdi. Yaygın iletişim olanaklarından önce kullanılan lehçeler arasındaki fark çoğu kez iki ayrı dil kadar büyüktü. Bu tarihsel bağlamda milliyetçiler ortaya çıktılar ve ulusları tanımladılar. Sicilyalılar, Milanolular ve Venedikliler birbirlerini an­lamalarına karşın hep İtalyan olduklarına ikna edildiler; Türkçeden başka dil bilmeyen Hıristiyan Karamanlılar, yerli Batı Anadolulu Rumlar Yunanlı (Elen) oldu; Rumeli, Kırım, Kafkas, vs. kökenli, Anadolu’nun yerli halkıyla yüzyıllardır karışmış ve de “Misak-ı Milli” sınırları içinde kalan herkes de Türk. Bu süreç içinde önceden müşterek toplumsal ve kültürel bir hayat süren farklı din veya dil konuşan insanlar birbirlerinden ideolojik ve/veya askeri zor kullanarak ayrıldılar (impa­ratorluklarakarşı çıkan ayrılıkçı milliyetçiliklerin izlediği yol); veyahut da birbirleriyle ortak bir yaşam dünyası olmayan küçük topluluklar yine zorla biraraya getirildiler (‘birleştirici’ milliyetçilik).’Yani, Gellner’in ve Hobsbawm’un dedikleri gibi milletleri milliyetçiler yaratıyorlar. Demek ki milletler ezeli değil belirli bir tarihi süreç içinde ortaya çıkmışlar.

Aynı minvalde devam edersek, tasavvur edilen veya sonradan oluşturulan hiçbir ulus savurulduğu gibi kültür, tarih, veya dil açısından mütecanis değil. Arzulanan ve uğrunda savaş verilen ulus aslında potansiyel olarak çok sayıda ulusçuluğa mekan tanıyacak kadar zengin bir karmaşıklıkta. Milliyetçilerin kendi kavramsal çerçevesi içinde kalarak sırf kültür ve dil konularına baksak dahi dünyanın hiçbir ülkesinde, özellikle de Türkiye’de, iddia edilen türdeşlik bulunamaz. O halde belirli bir milliyetçiliğin başarısı erken uyananların kendi tasavvurlarını geç uyananlara dayatmaları olarak da yorumlanabilir. Yani her milliyetçilik diğer potansiyel milliyetçilikleri ezerek başarıya ulaşır. Fakat başarıya ulaşıp devlet kuran milli­yetçiler alternatif milliyetçiliklerin varlığını kabul etmezler, hatta çoğunlukla da zor kullanarak ortadan kaldırmaya çalışırlar.

Öte yandan, insanların bağlılıkları ve sadakatleri, yani millet fikrini kabulleri, maddi koşullar tarafından destekleniyorsa devam eder. Bu yüzden kıskanç milliyetçilerin ulusa sadakat talepleri ortada bu tür bir ayrıcalığı destekleyen maddi kazançlar yoksa zor kullanımını ve baskıyı meşrulaştırıcı bir ilke olmaya namzet­tir.

Gerek milleti yaratmak, gerek de bu tür bir baskıyı uygulamak devleti ele ge­çirmeye bağlıdır. Milleti inşa etmek milliyetçilik ideolojisini etkin bir şekilde yaymakla başlar, çünkü maddi koşulları ortaya çıkarmak daha zor ve uzun zaman isteyen bir süreçtir. ideoloji önceleri aydınlar arasında yayılır; tarihçiler, filologlar, folklor bilimcileri ve sade ideologlar bir yandan birbirlerini ikna ederken bir yandan da ulusun varlığının nasıl ve hangi öğeleri kullanarak kanıtlanacağını tartışırlar. Bundan sonra gündeme seçkinler safında oluşturulan projenin nasıl yayılacağı sorunu gelir. İşte bu süreçte devlete öncelikle gerek olur, çünkü projenin başarısı eğitimin ve devletin çeşitli ideolojik ve polisiye aygıtlarının ne kadar etkin bir şekilde kullanıldığına bağlıdır. Yani devlet ulusun, önceden varolan, çelişkisiz birliğinin ifadesi veya yansıması değil, yaratıcısı ve farklı görüşlerin çıkma ihtimaline karşı da kolluk kuvvetidir.

Türkiye tarihinde milliyetçi ideolojinin ilk defa farkına varan aydınlar zaten devletin içindeydiler. Zaten Osmanlı ve sonradan da Cumhuriyet sistemi içinde entelijensiya ile bürokrasi arasında pek fark görülmez. Toplumsal köken, işlev ve amaçlar açısından bu iki grup arasında fark yoktur; fakat her an iktidara ge­lebileceğinin de bilincindedir. Bu nedenle Türkiye’de milliyetçi aydınlardan eylemci milliyetçi devlet adamlarına geçiş zor olmadı. Bir anlamda milliyetçilik yönünde yapılan seçim bir politika alternatifi olarak değerlendirildi. Bu yüzden de milliyetçilik ‘yukarıda’ verilen kararlar sonunda ortaya çıktı. Devletin zaten içinde olan bir kadro destek aramak için ‘halk’a müracaat etmek zorunluluğunu his­setmedi.

E.Renan’ın bilinen aforizmasıyla, uluslar için kendi tarihlerini yanlış yazmak bir gerekliliktir. Karmaşık, zengin, etnik saflıktanuzak bir tarihi sonu belli bir menkibenin dar sınırlarına yerleştirmeye çalışmak, retrospektif olarak ulusal bilinç yaratmak, şimdiki düşmanların her zaman o konumda olduklarını iddia etmek, farklı kültürlerle, etnik gruplarla, dillerle ilişkileriyadsımaya çalışmak, muhayyel bir ihtişamla bugün arasında devamlılık vehmetmek…, bu tarih yazımının niteliklerindendir. Mesela Yunan milliyetçi tarih yazımı modern Yunanlılarla klasik Yunanlılar arasında devamlılık olduğunu, bu yüzden ulusun ve ulusal bilincin ezelden beri varolduğunu, Türkler araya girmese safiyetinin ve Antik Yunan’la devamlılığın hep gözükür olacağını iddia ederler. Türkiye’de ise milliyetçi yazın ulusal kimliğimizi safi Türk kanında arar. Türkiye’de oturan insanların hangi ırksal ve kültürel sentezlerin ürünü olduğu araştırılmaz. Bunun yerine ortak tarihimiz yüzlerine bakınca pek benzeşmediğimiz hemen anlaşılan bir nüfusun oturduğu efsanevi bir coğrafyaya gönderilir. Aynı milliyetçi kaygının ortaya çıkardığı dil teorileri de Türklük çerçevesinde bir devamlılık ve yalıtılmışlık saptarlar. Türk milliyetçiliğinin bu boyutunun şaşırtıcı bir yanı yok. Her milliyetçilik akımı ulusu inşa ederken ideolojik silahları alabildiğine kullanır. Özellikle de devletin tekelinde tuttuğu, ilahlar bu iş için en uygunlarıdır. Milliyetçi eğitim bu yüzden, yanlış bilgilenmeyi, tutarsız kuramları, sığ tarihleri ve bunların sorgulamasız ezber­lenmesini içerir.

Bu kadar ısrarla öğretilen bir düşünce şeklinin aynı zamanda doğal olarak, ve bu yoğunlukta, kişilerin içinde olduğunu söylemek herhalde inandırıcı olmaz. Yani insanların tek ve öncelikli bağlılığı doğal olarak ulusa yönelik değildir. Milliyetçiliğin ön plana çıkması milliyetçilerin bu ideolojiyi devlet kurmakta kullanmaları, sonra da devleti kullanarak etkin bir eğitim süreciyle milliyetçilik öğretisini halka aktarmaları olmuştur. Bu yüzden milliyetçiliğin ideolojik üstünlük kurma sürecinde, okulları ele geçirmek belki de devleti ele geçirmenin en önemli boyutu olmuştur.

  • Milliyetçilik sadece elitlerin bir aldatmacası, halka empoze ettikleri bir öğreti olarak ele alınırsa başarısı tam olarak anlaşılamaz. Maddi temeli olmayan bir milliyetçilik ideolojisi zaman içinde aşınacaktır. Bu nedenle miliyetçiliğin aynı zamanda aşağıdan gelen bir talebe cevap verdiğini unutmamak gerekir. Bu talebi asıl yaratan yeni oluşan bir dünyaya anlam kazandırmak, yıkılan toplumsal dengeler karşısında yeni bir kimlik bulmak arzusudur. Milliyetçilik tamamen yoktan var edilen, uydurma, icad edilmiş bir ideoloji olsaydı, varolan bir ihtiyaca cevap vermeseydi, herhalde başarısı bu denli kalıcı olmazdı.

Şimdi bu ihtiyacın nasıl oluştuğunu araştıralım. Son on yılda bu soruyu en ilginç şekilde ele alan Partha Chatterjee adlı, Hindistan’ı konu eden bir araştırmacı.

Yazdığı kitapta milliyetçiliğin doğuşu Doğu-Batı problematiğinin azgelişmiş ülkedeki aydınlar tarafından algılanmasına bağlanıyor. Aydınlar geri kalmışlığın farkına varıyorlar ve modernliğe yetişmenin gereğini anlıyorlar. Fakat bir yandan da kendilerinin olanı, yerel kültürü. Batı’ya karşı yüceltmek zorunluluğunu hissediyorlar. Projenin trajik boyutu da burada yatıyor. Batı’dan gelene tepki göstermek isterken asıl amaçları Batı’yı yakalamak. Bu çelişkili projeyi formüle edenler yukardan aşağıyabir askeri hareketle devleti ellerine geçirecek durumda değiller. Bu yüzden halkın (köylülerin) katıldığı bir geniş cephe inşa etmek mecburiyetindeler. Bu tür bir cephe ise yerel olanı tekrar ön plana çıkartıyor, çünkü halkın, köylülerin, sömürgeciliğe direnişindeki motiflere yer vermeye zorlanıyor. Yani milliyetçi entelijensiya, evrensel aydınlanmacı, akılcı (Batı) kültürüne karşı yerel kültürü işin içine sokmaya mecbur kalıyor. Yerel kültürün sömürgeciliğe (Osmanlı tarihinde yabancılara ve kapitalizmin getirdiği yeni dengelere) karşı geliştirdiği direniş, bu direnişte kendi geleneklerinden devraldığı unsurlar milliyetçi mücadelenin uzun serüveninde halkı mobilize etmek amacıyla amacıyla işe koyuluyorlar.

Benzer bir sav antropolojik bir perspektifle milliyetçiliğe bakanlarca da ileriye sürülüyor. Bu yaklaşıma göre de milliyetçilik her topluma uydurulacak bir şablon olarak görülemez, çünkü yukarda üretilen ideolojinin aşağıdaki kültürle belirli bir uzlaşma göstermesi, yapılan göndermelerin başarılı olması gerekmektedir. Yani, ancak yerel kültürün imgelerine, törelerine, folkloruna doğru atıf yapan bir milliyetçilik başarılı olabilir, salt aydınların bir projesi olmaktan çıkıp geniş kitlelere maledilebilir.

Bu özetlenen kriterlerle baktığımız zaman Türk milliyetçiliğinin niçin nisbeten başarısız, bu yüzden de aşırı baskıcı olduğuna dair bir ipucu elde etmiş oluyoruz. Türk ulus-devletinin kuruluşu uzun bir anti-sömürgeci mücadele gerektirmedi. Aksine nisbeten kısa süren bir savaş sonunda yukardan aşağı dayatılan bir mil­liyetçilik söz konusu. Ayrıca savaş diğer bir savaşın devamı olarak görüldüğünden, popüler bir mobilizasyonla değil alışılmış orduyla sürdürüldü. Bir yandan da Cumhuriyeti kuran elitlerin Batı’ya karşı fazla bir tepkileri yoktu. ” Üçüncü Dünya”cı bir perspektif geliştirmemişlerdi. Kendilerini modernleştirici elit olarak algılıyorlar, ”bizim” kültürün onlarınkinden üstün olduğunu düşünmüyorlardı. Bu nedenlerle yerel kültüre veya yerel direniş geleneğine taviz vermek söz konusu olmadı. Dolayısıyla Türk milliyetçiliğinin motifleri temellendirilmişlikten çok icat edilmişlik görünümünü veriyor.

Azınlıkların tehcir, mübadele, ve çeşitli diğer tedbirlerle Türkiye dışına atılması milliyetçilik hareketine temel oluşturmak açısından daha önemli bir unsur oldu. Yalnız burada da, mesele Batı’ya karşı yereli savunmak, veya mahalli kültüre sahip çıkmak şeklinde formüle edilmedi. Bir kere, dini pratik dışında, gayrı-Müslim ve Müslümanların yaşam dünyasında çok belirgin bir farklılık gözlemek zordu. Farklılık daha çok kapitalizmin getirdiği iktisadi ayrıştırmadan kaynaklanıyordu. Ayrıca, gayrı-Müslimlere karşı hareketi, sonuç iktisadi milliyetçiliği getirse .de, ulusçu değil dinci bir düşünüş yönlendirmişti. Türkiye’nin kültürel tarihinde azınlıklar meselesi milliyetçi ideolojiyi temellendirecek şekilde kabullenilmiş bir epizod olmadı, çünkü bir bastırma (repression) da söz konusuydu. Ortak kanı (özellikle de Ermeni tehcirine ilişkin) bu olayın unutulması gereğiydi. Kurtuluş Savaşı sonrası Rum nüfusun mübadelesi de rahatsızlık verici bir dizi hatırlamayı gerektiriyordu .. Bu nedenlerle azınlıklar meselesinin kollektif hafızanın dışında bırakılmışlığı, bu nedenle de milliyetçiliğin temellendirilmesinde rol oynamaması, şaşırtıcı değildir.

Aslında milliyetçilik ideolojisine ilişkin daha genel düzeyde bir temellendirme sürecinden de söz edebiliriz. Birçok yazarın da gözlediği gibi yukarda milliyetçiliğin dünya ideolojisi olarak ortaya çıkması süreci diye nitelendirdiğimiz dönem aynı zamanda dünya ekonomisinin liberalizm dönemi. Yani periferideki ekonominin ticaret ve finans yoluyla eski dengelerini yitirdiği, hızla pazara yöneldiği, yeni üretim ve tüketim kalıplarına alıştığı bir dönem. Bu dönüşümün sonucu ortaya çıkan toplumsal altüst olma mevcut dengelerin ve yaşam pratiğinin bozulması anlamına geliyor. Dünya ekonomisi ile ilişkinin derinleşmesinden önce geleneksel toplumun devamlı bir uyum içinde dengeli bir hayat sürdürdüğünü söylemiyorum. Ama ondokuzuncu yüzyılda, özellikle de 1840’lardan sonra Osmanlı İmparatorluğu’nda, Çin’de veya Rusya’da, ne denli hızlı bir iktisadi dönüşüm yaşandığı hatırlanırsa, ve bu tür iktisadi dönüşümlerin muhakkak ortaya çıkardığı toplumsal denge­sizlikler, kültürel uyum zorlukları düşünülürse, zihniyet ve kimlik arama düzeyinde karşılaşılan sorunların boyutu takdir edilebilir. işte bu ortam içinde milliyetçilik ideolojisi yeni bir cemaat yaratmak iddiası ile ortaya çıkıyor. Bozulmuş dengeleri farklı bir düzeyde ve yeni koşulları dikkate alarak, yeniden kurma vaadinde bulunuyor. Milliyetçiliğin kurmak istediği yeni ulus modern bir cemaat oluşumunu müjdeliyor: liberalizmin çözücü, parçalayıcı, ferdiyetçi, dengeleri altüst edici dinamiği yerine toparlayıcı, toplumcu, uyum sağlamaya çalışan bir proje… Bu tür bir vaadin niçin çekici olabileceği açık. Özellikle kendi içinde bulunduğu grubun yeni gelişmelerden zarar gördüğünü, veya göreli olarak ziyana uğradığını düşünen bir kişi için liberalizmin çözücülüğünü geriye döndürmek, ve bu süreçte dünyaya yeni bir anlam kazandırmak olasılığı cazip gelecektir. İşte milliyetçiliğin popüler düzeyde temellendirilmesinde en büyük rol oynayan faktör bu.

Ayrıca, milliyetçiliğin modernliğin liberalizm vasıtasıyla yayılmasına karşı bir tepki ideolojisi olarak ortaya çıkması zaman içindeki özgüllüğüne de işaret ediyor. Milliyetçiliğin niye ondokuzuncu yüzyılın ikinci yarısı ile 197ü’ler arasında egemen dünya ideolojisi olduğunu izah ediyor. Başlangıç tarihini zaten tartıştık. Bitiş tarihi ise artık dünya pazarının her mekanda yerleştiği kişilerin ve toplumların libe­ralizme uyum sağlamaya hazır oldukları döneme rastlıyor -yani artık milliyetçiliğin üst düzeyde bir cemaat kurma projesinin inandırıcı olmadığı, kişilerin ise bu tür bir projeye bel bağlamaktansa pazarda şanslarını denemeye daha çok yatkın oldukları bir döneme.

Milliyetçiliğin başarıya ulaştığı dönemde empoze ettiği kültür üzerinde de durmak gerekir. Hiçbir milliyetçi hareket iktidara geldikten (devlet kurduktan) sonra daha önceden dikkate aldığı yerel kültür motiflerini olduğu gibi saklamaya çalışmaz. Milliyetçi projenin içinde yekpare bir ulusal kültür yaratmak ihtiyacı da vardır. Bu amaçla yerel kültürlerin ulusa maledilebilecek boyutları alınıp, hazmedilip, gerçek yerel kültür diye tüketime arzedilir. Örneğin halk dansları, halk müziği konservatuarda veya TRT’de hazmedilmiş şekliyle tekrar halka sunulur. Fakat ulusal kültür icadedilirken ille mevcut yerel kültürleri kullanır veya halkın müşterek inanç veya hafızasına gönderme yapar demek de yanlış olur. Bazı ulusal kültürler diğerlerine nazaran daha fazla yoktan var edilirler, ve içerikleri de milliyetçi hareketi başarmış olanların yaymaya çalıştıkları ideolojiyi (güç dengesini) yansıtır. Örneğin Türkiye’de törenlerin, kutlamaların herhangi bir yerellik yansıtmadan çok savaş, ordunun gücü, vs. gibi temaları işlemesi herhalde Türk milletinin askeri millet olmasından çok Cumhuriyeti kuranların yeni ulusun hangi semboller çerçevesinde şekillenmesi gerektiği hakkındaki tercihlerini yansıtır. Mesela Nutuk millet kuran bir önderin düşüncelerinden ziyade siyasi ve askeri bir savunmadır. Diğer ülkelerde milliyetçi liderler ise bu tür arkada bırakmak istedikleri eserlerde ulusal kültür ve kimlik üzerinde düşünmüşler, milliyetçi hareketi doğuran koşulları ve Batı’yla (modernite) ile olan ilişkideki rahatsızlıkları anlamaya çalışmışlardır. (Mazzini’den Çernişevski ve Lenin’e, Nehru’dan Cabral’a uzanan böyle bir gelenek vardır.) Aynı teşhis diğer ‘sivil’ imgeler (heykel, abide vs.) için de geçerlidir. Bunlarda da öne çıkarılan askeri motifler, ve milliyetçi elitlerin kendi aralarında sürdürdükleri kavganın rakip sembolojisidir.

Bu perspektifle baktığımız zaman Türk milliyetçiliğinde ikili bir yapı göze çarpıyor. Yukarıda, yani Cumhuriyeti sürdürmek ve devleti kurmak görevini üstlenmiş elitler arasında, müştereken ortaya çıkarılmış bir proje var. Bu proje varolan popüler kültüre, köylülüğe epeyi soğuk bakıyor. Kendi derlediği bir milliyetçilik anlayışını eğitime ve 1950’lere kadar bütün basın-yayına yansıtıyor. Bu elitleri birarada tutan zamk ittihatçı bir geleneğin neredeyse masonik dayanışması ve gizliliği. Hiçbir zaman halkın kendi etik değerlerine yönelik bir popülizm söz konusu olmuyor; bunun yerine yukarıdan aşağı bir vazife-i temdin benim­seniyor. Zaten mesele (özellikle İkinci Dünya Savaşı sonrası milliyetçiliklerdekinin aksine) halkın belirli bir amaçla mobilizasyonu değil, etkin bir şekilde kontrolü. Aşağıda ise bu projenin büyük bir kabul, bir dalga uyumu ile karşılaştığını söylemek zor. Mustafa Kemal’in şahsının yüceleştirilmesi ve sembol olarak kabul görme­sinden öteye ulusal kültürün milliyetçi ideoloji çerçevesinde ve devlet eliyle in­şasının başarılı olduğu iddia edilemez. Bütün bir milliyetçi dönem boyunca, öğretmen sınıftan çıkınca öğrencilerin bildiklerini okuyacaklarını herkes hissediyor sanki.

  • Temellendirme tartışmasının diğer bir cephesi de milliyetçilerin vaadlerinin zaman içinde ne kadar doğrulandığı; yani devlet kuran milliyetçilerin pratikte ne denli başarılı oldukları. Milliyetçi projenin bir devlet kurma projesi olduğunu, kurulan devletin meşruiyetinin de milliyetçi ideolojinin vaadlerini ne derecede gerçekleştirdiğine bağlı olduğunu söylemiştik. Milliyetçiliğin platformu bir bütün olmasına rağmen projenin çözümlemesini yaparken üç ayrı koordinat teşhis etmek mümkün.Bu boyutlar içinde hangilerinin önemsendiği veya başat olduğu söz konusu ülkenin gelişmişliğine, ortak bir kültür ve ekonominin ne kadar var ol­duğuna, ve milliyetçi in başını çekecek grubun toplumsal sınıf pozisyonuna göre değişebiliyor. Bu üç koordinat sırasıyla eşitsiz gelişme, ulusal bütünlüğün sağlanması, ve sosyal adalet olarak adlandırılabilir.

Alman milliyetçiliğinin ilk dürtüsü bir eşitsiz gelişme algılamasından kay­naklanmıştı. Liberalizm İngiltere’nin iktisadi üstünlüğünü devam ettiriyordu. Bu yüzden anti-liberal, ulusal ekonomici bir tez geliştirmek gerekiyordu. Ulusal ekonomiyi kurmak arzusu ise Almanlar’ın tek çatı altında birleşmesi, kendi ka­derlerini tayin etmeleri vs. gibi isteklerle uyuşuyordu. Fakat gündemin en başında eşitsiz gelişmenin altedilmesi vardı. Aslında her milliyetçilik hareketinde liberalizmin ‘izin vermediği bir iktisadi gelişmeyi yakalamak arzusu vardır, çünkü milliyetçiliği doğuran koşullar içinde en önemlisi geri kalmışlığın farkına varıl­masıdır. Fakat, yukarıda tartıştığımız yerel kültüre ne kadar taviz verildiği sorusu burada da önem kazanır. Halkın dile getirdiği veya getirebileceği sorunlar ne kadar az dikkate alınırsa, milliyetçiliğin uygulamasının o kadar eşitsiz gelişmeyi ortadan kaldırmaya yönelik olacağını söyleyebiliriz. Örneğin Türk milliyetçiliğinin Kadrocu versiyonunu düşünelim. Burada kaygı öncelikle kalkınmacılıktır; ulusal bütünleşme ve sosyal adalet boyutları ikincil plana itilirler.

Ulusal bütünleşme yeni devletin ortaya çıkardığı coğrafi sınırlar içinde kalan fertlerin iktisadi ve toplumsal ilişkilerini yeniden yönlendirmeleri anlamına gelir. Yukarıda sözünü ettiğimiz ulusa bağlılığın herşeyden önce geldiği iddiası ancak bütünleşmenin sağlanmasıyla somutlaşabilir. Eğer yeni kurulan devlet kendi içinde, bölgesel veya etnik, belirli bir ayrılığı olan bir grubu, ulusal bütünün içinde mas edemezse, projeden taviz vermek zorunda kalacaktır. Aslında milliyetçiliğin anti-liberal boyutu bütünleşme çerçevesinde de ortaya çıkar. Çünkü devlet po­litikalarının biçimlendirdiği yeni ekonominin ve toplumun – liberalizm pers­pektifinden bakıldığında – yapay bir yanı vardır. Fakat devletin ulusun maddi temellerine ilişkin retoriği de başka bir yolla gerçekleşemez. Yeni kurulan devletlerin tümünde ulusal bütünleşme boyutu başat olmak durumundadır, çünkü salt kalkınmacılık coğrafi ve toplumsal eşitsizliklere gebedir, ve toplumun dayanışma ve birlik içinde gelişmesine darbe vurabilir. Bütünleşme ise dil, eğitim, iletişim düzeyinde gerçekleşecek, böylece ulustaki her ferde fırsat eşitliği sağlanacaktır. Ulusal ekonominin inşası her ferdin aynı dili konuşması, ve meritokratik bir eğitim yapısı içinde hakettiği statüye gelebilmesi anlamına gelir. Yerel bağlılıklardan arındırılmış bir ulusal sınıf yaratmak ancak bu yolla mümkün olur. Sermayenin ve emeğin, ulusal çerçevede işleyen meta, finans, ve işgücü pazarları vasıtasıyla hareketlilik kazanmaları ulusal bütünleşmenin göstergesidir.

Devleti kuranlar toplumdaki sınıflardan ve iktisadi çıkarlardan ne kadar özerkseler (yani tatmin etmeye mecbur oldukları bir burjuva sınıfı yoksa) o kadar bütünleşmeci olacaklardır. Nitekim Türk milliyetçiliğinin bütünleşmeci boyutunun ağır basması bu özerkliğe bağlanabilir.

Sosyal adalet diye adlandırabileceğimiz boyut ise liberalizmin ortaya çıkardığı eşitsizliğin, ayrışma ve kutuplaşmanın, toplumsal denge bozukluğunun, gide­rilmesine yönelik çabadır. Anti-liberalizm liberalizmin tahripkarlığının tamiri olarak algılandığında sosyal adalet boyutu öne çıkar. Milliyetçi projenin ger­çekleşmesinde halkın katkısı önemli olmuşsa, yeni devletin sosyal adaletçi boyutu da güçlü olacaktır. Türkiye örneğinde sosyal adaletçi boyut milliyetçi politikanın bir parçası olmuş, fakat uygulamada hem gecikerek, hem de ikinci planda gündeme gelmiştir. Aslında 1960’lardan önce bir sosyal adaletçilik pek gözlenemez. Bu döneme kadar, toprak reformuna çekingenlikle yaklaşmanın ötesinde genel olarak da toplumsal hareketliliği önlemeye çalışan bir politikadan söz edilebilir.

Tekrar altını çizmekte fayda var: devlet kurmayla sonuçlanan her milliyetçi hareket bu saydığımız boyutların belirli bir bileşimi çerçevesinde politika üre­tecektir. Sonuçta tepki gösterilen, ve tamiri vaadedilen tarihi oluşum liberalizm ve liberalizmin söz konusu toplumu etkileyiş şeklidir. Bu yüzden hem eşitsiz gelişmeye karşı kalkınmacı, hem parçalanmaya karşı bütünleşmeci, hem de kutuplaşmaya karşı sosyal adaletçi bir milliyetçilik projesi gündeme gelir. Fakat, devletin bu katmanların hangisini ne zaman öne çıkaracağı toplumun genel gelişmişliğine, milliyetçi harekelin kimin katkısıyla başarıldığına, ve de ulusal devletin zaman içindeki evrimine bağlı olacaklar.

Bu bileşimin gerekliliği şöyle de ifade edilebilir: Milliyetçiliğin nihai amacı modernleşmenin başarıya ulaşmasıdır. Fakat, modernleşmenin ulus-devlet bazında gerçekleşeceği düşünüldüğünden ulusal bütünleşme çerçevesinde somutlaşan bir kalkınmacılık gündeme gelir. Böyle bir projenin meşruiyeti ise popüler düzeyde milliyetçiliğe verilen desteğin devamını gerektirir; bu yüzden sosyal adaletçi boyut ihmal edilemez.

6- 1930’larla 1970’ler arasındaki dönemde, milliyetçi hareketler sözünü ettiğimiz üç boyutta da nisbeten başarılı oldular. I3u başarı ideolojik temellendirme dü­zeyindeki eksikliklerin yüzeye çıkmasını erteledi. 1970’1erden beri ise ulusal kalkınmacılık dünya kapitalist gelişmesine ters düşmeye başladı. Artık devletin kendini meşrulaştırması için milliyetçilik yetmiyor, hatta ulusal kalkınmacılığın iflası ile beraber yukarıdan dayatılmış milliyetçilik “aşırı” bir ideoloji olarak ters tepkilere yol açabiliyor. Ulus-devletler alıştıkları meşruiyet ilkelerini terkederken tam bir darboğaz içindeler. Hem kapitalizmi ulusal düzeyde yönetmek sevdasından vazgeçip liberalizmi kabullenmek zorundalar; hem de bunu yaparken kendilerine yeni bir ideolojik destek bulmaları gerekiyor. Dünya siyasi sisteminin temel birimi olarak çözülmeseler dahi ulus-devletlerin toptan bir yapı değişikliği sürecine girdikleri muhakkak.

Hızlı dönüşümlere tanık, bu yüzden de yeni fikir ve proje üretmenin çok zor olduğu bir dönemde yaşıyoruz. Milliyetçiliğin bir dünya ideolojisi olarak bittiğini iddia ederken ulusal devletlerin milliyetçi projeyi sürdürmelerine artık imkan tanınmadığını söylüyorum. Milliyetçiliği içinde yaşadığımız dünyanın vazgeçilmez bir unsuru durumuna getiren, kapitalizmi ulusal çerçevede denetleyebileceğini zanneden ulus-devletler çökme yoluna girdiler. Milliyetçilik ideolojisinin gücünü garantileyen niteliği, yani devlet kurma süreciyle kol kolalığı, artık geçersiz. Bundan sonra milliyetçiliğin arkasında devlet gücü olmayacak; diğer ideolojilerle eşit koşullarda rekabete girmek mecburiyetinde kalacak. Şu anda milliyetçi gibi gözüken hareketler devlet kurmayı başarsalar dahi global liberalizme karşı çıkamayacaklar, yani dünya sisteminden destek bulamayacaklar. Bu yüzden de ulusal birlik çağrılarını temellendiremeyecek, başarılarını bir kimlik ispatı düzeyinde nok­talamak mecburiyetinde kalacaklar. İnsanlar miyadini doldurmuş kavramlar çerçevesinde harekete geçebiliyorlar. Ama, “dönemin tarihi yazıldığında dünkü kavramlarla algıladığımız olayları farklı bir çerçevede yorumlamak gerektiği ortaya çıkacak.

KAYNAKLAR

Bu makalenin az farklı bir versiyonu Ulusal Kalkınmacılığın İflası adlı makale derlememizde yayınlandı. (Metis, 1993) Buradaki bazı temaları bu derlemedeki diğer yazılarda geliştirilmiş olarak bulabilirsiniz. Son yıllarda milliyetçilik üzerine çok şey yazıldı. Bunların arasında en yararlı sentez: Eric J. Hobsbawm, Nations and Nationalism since 1780, Cambridge, 1990 ( 1780’den beri Milletler ve Milliyetçilik, Ayrıntı, 1993). ikinci baskısında (1992) bugün izlediğimiz olayların milliyetçi olarak nitelendirilemeyeceğini tartıştığı yeni bir bölüm var. Ayrıca, Benedict Anderson, Imagined Communities, Verso, 1993 (Hayali Ulusçuluk, insan, 1992), Blackwell, 19113; ve Parıha Chatterjee, Nationalist Thouglıt and the Colonial World, a Derivative Discourse, Zed, l 9UG, bence en önemlileri.

NOT: Bu makale Toplum ve Bilim Dergisinin Yaz-Güz 1993 tarihli 62. Sayısında yayımlanmıştır. Sayfa: 7-19

Yazar
Çağlar KEYDER

Bu websitesinde farkı kaynaklardan derlenen içerikler yayınlanmakta olup tüm hakları sahiplerinindir. Sitedeki içerikler atıf gösterilerek kaynak olarak kullanlabilir. Yazıların yasal sorumluluğu yazara aittir. Tüm Hakları Saklıdır. Kırmızlar® 2010 - 2024

medyagen