12 Eylül dönemindeki 587 sanıklı MHP ve Ülkücü Kuruluşlar Davası’nın bütün yönleriyle anlatıldığı “KURGULANMIŞ BİR DAVANIN ARKA PLÂNI – DAVA’NIN DAVASI“ kitabının ikinci baskısı yapılmak üzere; Av. Şerafettin Yılmaz bu baskıda, ana davadan tefrik edilen sanıkların da yargılandıkları İstanbul, Adana, Erzurum, İzmir ve Bafra’da görülen aynı konudaki davalara da yer verileceğini söyledi. Fakat bütün araştırmalarına rağmen davalarla ilgili bilgi temin edemediklerini, dolayısıyla bunlara çok kısa yer verileceğini söylerken çok üzüntülüydü. Çünkü davanın kararının okunduğu 1987 yılına kadar yedi yıl süresince, sadece Mamak’ta yargılananların değil bu konuda Türkiye’nin her yerinde yürütülen davalarla ve sanıklarla ilgili dört yüz klasörlük bir kaç bin sayfadan oluşan mükemmel bir arşiv oluşturulmuştu. Dava başlarken ülkemizde bilgisayar sistemi henüz yoktu; bu işle görevlendirdiği, iki yıl önce kaybettiğimiz İsmail Vayvaylı, toplanan bütün bilgilerin son derece sistematik bir tarzda yazılıp dosyalanmasını, özenle plânladığı şekilde klasörlerine yerleştirilmesini başarmıştı. Bu klasörler büronun üst katında rahmetli İdris Yamantürk’ün bu davaya tahsis ettiği dairede dolaplara yerleştirilmişti. Bir süre sonra bilgisayar kullanılmaya başlanınca üst katın büyük salonu bu cihazlara tahsis edildi; nasıl kullanılacağını bilen birkaç ülkücü bürokrat Vayvaylı’ya yardım ediyorlardı. Bu sistemin muntazam işlemesi sayesinde, Türkiye’nin neresinde olursa olsun Parti ve Ülkücü kuruluşlarla veya sanıklarla ilgili bir bilgi gerekli olduğunda, birkaç dakikada bunlara ulaşmak mümkün olabiliyordu. Hatta dava esnasında büroyla ilgili duyumlar alan ve nasıl çalıştığını merak ederek Şerafettin Yılmaz’ı ziyarete gelen savcılardan biri, bu sistemin nasıl işlediğini yerinde görünce takdirlerini ifade edip kutlamıştı.
Dava bitince Şerafettin Yılmaz artık avukatlığı bırakarak İstanbul’a dönecekti. Fakat büyük emek ürünü olan ve tarihi bir önem taşıyan arşivin muhafazası gerekiyordu. Genel İdare Kurulu üyesi sıfatıyla yargılanmış bulunan arkadaşlarıyla konuyu görüştü. Onların katkılarıyla Demetevler’de bir daire kiralandı. Bir masa ve sandalyeler konularak yüzlerce klasör raflara dizildi. Camiamızdan Davaya ilişkin bilgi edinmek veya yazı hazırlamak isteyen olursa arşiv görevlisi olarak belirlenen kişinin (İbrahim Aker) bilgisi dâhilinde daireye girip çalışmasını yapacak, ancak hiçbir belge dışarıya çıkarılmayacaktı. Yani arşiv gelecek nesillerin de yararlanabilmesi için titizlikle korunacaktı.
Ancak bir yıl kadar sonra daireyi kontrole giden görevli kapının açık olduğunu, bütün klasörlerin alınıp götürüldüğünü görür ve telefonla Şerafettin Yılmaz’ı haberdar eder. Hemen Ankara’ya gelen Şerafettin Yılmaz ilgili arkadaşlarıyla görüşür, emniyet ve savcılık nezdinde gerekli girişimleri yapar. Aslında klasörlerin kimin talimatıyla alındığını herkes tahmin edebiliyor fakat konuşamıyordu. Tepkileri yatıştırmak amacıyla siyasi tarafı bilinen haftalık Yeni Düşünce dergisinde manşetten bir haber yapıldı: “Arşiv, Aydınlık ve Tercüman gazetelerine satılacağına ilişkin duyumlar üzerine oradan alınmıştır.“ Şerafettin Yılmaz bu yalan haber üzerine derginin sahibi R. Müftüoğlu’nu arar; Müftüoğlu “bana niye kızıyorsunuz“ der ve bir avukatla söyleşi tarzında yazılan haberin, kimin isteğiyle yazıldığını işaretle ifade eder. Şerafettin Yılmaz ve istişare ettiği arkadaşları bunun üzerine daha fazla gidilmesi durumunda camia içerisinde büyük tatsızlıkların yaşanacağını, bunun doğrudan milliyetçilik fikrine zarar vereceğini gördüklerinden, üzüntülerini içlerine atarak sustular. Türk milliyetçiliği fikri ve siyasi hareketi açısından tarihi bir öneme sahip bu davayı bütün yönleriyle aydınlatacak nitelikteki belgeleri içeren arşivin olmayışının ne kadar önemli ve üzücü bir eksiklik olduğunu şimdiden görüyoruz. Türk milliyetçiliği ve siyasi hareketi açısından tarihi bir kırılma noktası olan bu davayla ilgili tez çalışmalarından, roman, hikâye ve makale yazmak isteyenler için çok değerli bir kaynağın anlamsız şekilde yok edilmiş olması telafisi imkânsız bir kayıptır, yazık oldu.
Nurettin Soyer’in mahkemeye sunduğu, 220 kişinin idamının istendiği iddianame, hukuki özenden ve içerikten yoksun ideolojik bir manifesto niteliğindeydi; kendi zihniyetinden bazı akademisyen ve yazarlarla birlikte hazırlamıştı. MHP ve Türkeş üzerinden Türk milliyetçiliği fikir ve düşünce olarak yargılanıp mahkûm edilerek siyasi, sosyal ve kültürel alanlardan tasfiye edilip etkisiz hale getirilmek isteniyordu. Soyer’in 19 Ağustos 1981’de bin sayfaya yakın iddianamesini okumasının ardından sorgulama süreci başladı. Suçlananların odak noktasındaki Genel Başkan Alparslan Türkeş, üç gün süren ifadesinde tarihi bir savunma yaptı; Türk Milliyetçiliği fikrini, partisinin çalışma yöntemini, ülkücü kuruluşlarla partinin ilişkilerini ve faaliyetlerini etraflı şekilde anlatarak Soyer’in hezeyanlarını ilk günden teşhir etti. Arkasından Sadi Somuncuoğlu, Nevzat Kösoğlu ve Cengiz Gökçek benzer tarzda konuşarak yapılan faaliyetleri sahiplenerek, bunların hukuka uygun ve meşru olduğunu ifade ederek savcının ideolojik saldırı niteliğindeki iddialarını püskürtmüş oldular. Onların cesurca konuşmaları, dik duruşları, aylardır ağır işkenceler altında Türkeş’i suçlayan ifade vermeye zorlanan, çoğu gençliklerinin ilkbaharındaki ülkücülere ve semtlerden toparlanıp getirilen teşkilat mensuplarına büyük moral oldu.
***
12 Eylül 1980 darbe döneminde 587 sanıkla başlayan MHP ve Ülkücü Kuruluşlar Ana Davası, geçen Aralık ayında yayınlanan DAVA’NIN DAVASI kitabında etraflı şekilde anlatılıyor. Bu yazının birinci bölümünde bu davayla ilgili belgelerin yer aldığı çok büyük emekle hazırlanan arşivin hazırlanış hikâyesi ve akıbeti yazılmıştı. İkinci bölümde İddianamenin belkemiğini oluşturan “suçun vasfı”nda çok önemli gördüğüm bir hususa dikkat çekmek istiyorum.
Mahkeme ve savcılık savunmanın görevini yapmasına ilk günden itibaren zorluk çıkardı. Av. Şerafettin Yılmaz’ın duruşma esnasında Genel Merkezde arama yapan askeri timin komutanına soru sormasına izin verilmedi, dinlenmesini istediği dört yüze yakın şahit dinlenmedi, savcının Parti’de ele geçirildiğini iddia edip Konseye sunduğu silahlar ve telsiz cihazının mahkemeye getirilmesini ısrarla istemesine rağmen sonuç alamadı. Bütün bunlara rağmen Savcı Soyer’in TCK’nın 141/3, 146, 149 ve 168’nci maddelerine istinâd eden “suçun niteliği” (vasfı) iddiasını duruşmalar sırasında yaptığı müdahalelerle çürütmeyi başardı. Mahkeme heyeti bir süre sonra Savcının bu husustaki taleplerini haklı çıkaracak hukuken geçerli belgeler sunamadığını, sanık ifadelerinin de iddiaları doğrulamadığını gördü, fakat “suç vasfı”nın değişmiş olduğunu 1987’deki karar duruşmasına kadar açıkça belirtmekten kaçındı. Duruşma Hâkimi Vural Özenirler bu husustaki suskunluğunu Av.Şerafettin Yılmaz’a ortak dostları bir askeri doktorla ilettiği mesajında bir bakıma izaha çalışmıştı; “Şerafettin Bey galiba burasının bir Sıkıyönetim Mahkemesi olduğunu unutuyor. “
Fakat suçun vasfının değişmiş olduğunu çok geçmeden Vural Özenirler ve Ali Fahri Kayacan’da gördüler. Bunun sonucu olarak idamları istenen MHP yöneticilerinin tamamına yakını sorgulamanın ardından tahliye edildiler. Necati Gültekin de 1984’te tahliye edilince iki yıldan fazla Mevki Hastanesinde yatmakta olan Türkeş Beğ yalnız kaldı. 1985 yılında Ankara Sıkı Yönetim Komutanlığı Hastaneden O’nun cezaevine gönderilmesini istedi. Hastane sağlık kurulu toplandı, hekimlik onuruna sahip olan 13 doktor ittifakla Türkeş’in sağlık durumunun cezaevinde kalmasına kesinlikle uygun olmadığını belirten bir rapor hazırlayıp imzaladılar. Evren hukukçu danışmanlarıyla da görüşerek tahliye edilmesine ilişkin adımı attı. Böylelikle Soyer’in “çetenin başı” ilan edip infazına çalıştığı Milliyetçi fikri ve siyasi hareketin lideri Türkeş beş buçuk yıl sonra evine, yuvasına kavuşmuş oldu.
12 Eylül darbesi aslında 9 ve 12 Mart 1971’de radikal solcuların Silahlı Kuvvetler içerisine sızarak iktidara el koyma girişimin son anda önlenmesinden sonra yaşanan anarşik olaylara karşı devletin kararlı bir tavır alamamasının, siyasi ve askeri bürokrasi içerisindeki kutuplaşmaların ortaya çıkardığı “sonuç”tur. İktidara sahiplenmek isteyen solcu fraksiyonlar, hem siyasi alanda hem de toplumsal kesimlerde ülkücülerin direnişiyle karşılaştı. Olayların 1977 seçimlerinin ardından giderek tırmanmasına paralel şekilde Türkeş ve MHP bu çevrelerin nazarında “nefret objesi“ haline getirildi. Gazete ve dergilerinde, duvar yazılarında “MHP kapatılsın, Türkeş yargılansın“ sloganı bir nevi ideolojik parola gibi bolca kullanıldı. CHP‘nin 1978 yılındaki 21 aylık iktidar döneminde Ecevit’in yaptığı en büyük yanlış, radikal bir solcu olan Hasan Fehmi Güneş’i İçişleri Bakanlığı’na getirmesiydi. Güneş en kritik anarşik olayların soruşturmalarına katıldı; adaletin tecellisi maksadıyla değil, sanık pozisyonunda görünen ve ülkücü oldukları bilinen isimlere Türkeş’i suçlayan ifadeler vermeleri için çaba gösterdi. Ankara Güvercinlik Jandarma Birliği içerisinde maruf komünist Zeki Kaman dâhil Pol-Der’li polislerle oluşturduğu özel ekibiyle soruşturmalara müdahale etti.
Hasan Fehmi Güneş’in Lokman Kondakçı üzerinden yaptığı girişimler hukuk ve adalet konularında hassasiyeti bulunan, devletin yetkili temsilcilerine güven duymak ihtiyacında olan her vatandaş için unutulmaması gereken ibretlik bir olaydır. Bu olayın bir ucu MHP davasına da yansımıştır.
Kondakçı Almanya’da yaşamaktadır. Bir dönem Avrupa’daki en güçlü ülkücü örgüt olan Federasyonun başkanlığını yapmıştır. Ancak 1978 yılına doğru hem işleri, hem psikolojisi bozulur, bunalıma girer. Aydınlık Gazetesi’nin Almanya temsilcisi durumunu fark edince ilişki kurar; Türkeş aleyhinde ifade vermesi karşılığında yardım sağlanacağına inandırılır. Aydınlıkçıların Güneş’i haberdar etmeleri üzerine konuyu sahiplenir. Kondakçı özel bir ekiple Ankara’ya getirilir. İstihbaratın Çiftlik’teki mekânında Hasan Fehmi Güneş tarafından sorgulanır. Yardım yapılacağı Bakan tarafından da teyid edilir. Böylelikle Güneş‘in tam da istediği tarzda Türkeş‘i ağır şekilde suçlayan ve Kondakçı tarafından imzalanan 22 sayfalık bir metin ortaya çıkar. Bunun önemli kısımları bazı gazeteler üzerinden kamuoyuna duyurulur. Nurettin Soyer konudan haberdar olunca ifade metnine ulaşır. Mahkemeye sunduğu iddianamenin Türkeş ile ilgili iskeletini bu metindeki suçlamalar oluşturur.
Dava’nın başladığı günlerde Kondakçı Türkiye’ye döner; ekonomik durumunu düzelmiş rahatlamıştır. Zaten Güneş darbeden evvel Bakanlıktan istifa etmek zorunda kalıp ayrılmıştır. Fakat Nurettin Soyer Kondakçı’nın ifadesini sahiplenmiş aynen iddianamesine koymuş, şahit sıfatıyla ifade vermesi için duruşmaya çağırmak üzeredir. Elindeki en önemli koz bu ifadedir. Çünkü TCK’da suçlamanın sübut bulması için gerekli görülen nitelikte somut deliller, veriler, belgeler bulunmadığı gibi, insanlık dışı vahşi işkenceler uygulanan ülkücü sanıklardan, Türkeş’i suçlayan ifadeler alınamamıştı.
Av. Şerafettin Yılmaz rahmetli Berker İnanoğlu’nun aracılığıyla Kondakçı ile temasa geçer. Bürosunda üç defa gece yarılarına kadar görüşürler. Kondakçı üzgündür, nasıl bir tuzağa çekildiğini fark etmiştir. Duruşmada yazılı ifadesinin kendisini yasal açıdan zor durumda bırakmayacak tarzda ifadesinde söylediklerini tevil edecek bir üslup üzerinde mutabık kalırlar. İki gün sonraki duruşmada şahit sıfatıyla verdiği ifade Soyer için tam bir hayal kırıklığı oldu. Kondakçı’yı iddia makamının tanığı olarak çağrılmasına rağmen söyledikleri O’nu zor durumda bırakmıştı.
Nurettin Soyer, sadece Türkeş ve MHP’sini siyasi, ülkücü hareketi tasfiye etmeyi değil, yüzyılın başından itibaren her alanda etkili olan ve yönlendirici işlev yapan Türk milliyetçiliği fikrini de mahkûm etmek istiyordu. Fakat elinde ideolojik iddialar ve demagojik söylemlerin dışında suçu ceza hukuku açısından geçerli belgeler, veriler, deliller yoktu. Bu noksanlığı telafi etmek için sanıkların en azından bazılarının Türkeş’i suçlamaları gerekiyordu. Bunu sağlamak için özel ekibince C-5 denilen işkence yerinde sanıklara insanlık dışı en ağır işkenceler yaptırdı, ama sonuç alamadı. Kondakçı olayı O’nun açısından tam bir fiyaskoydu.
Davanın başında yanında olan, MHP’lileri tutuklayan As. Hâkim Üstün Günsan emekli olduktan sonra Cumhuriyet Gazetesine verdiği mülakatta bu durumu şöyle anlatıyor: “Asker savcı MHP dosyasını söylentiler sebebiyle erken açmak zorunda kaldı. O dosyanın soruşturması daha uzun sürmeliydi… Savcılar rahat bırakılsaydı, soruşturma daha ayrıntılı, daha kapsamlı yapılsaydı yukarıyla eylemcilerin ilişkisini sağlayan kişiler de ortaya çıkarılabilirdi.” Günsan’ın sorgu sürecinin yani işkencelerin erken bittiğinden yakınmasıyla Savcı Soyer’in emekli olduktan sonra bir gazeteciye “Dönemin şartları dikkate alındığında işkence yapılmamıştır diyemem“ demesi bu davanın nasıl bir hukuk faciası olduğunun özetidir.
1987 Nisan ayında mahkeme kararını açıklamasından hemen önce “suçun vasfının değişme ihtimali” olması nedeniyle savunmaya ek süre vermesi, bir hafta sonra açıklanan kararda idamları istenen sanıkların tümünün beraat etmesi Dava’nın nasıl bir “peşin hüküm”le açıldığını göstermiştir. Şerafettin Yılmaz’ın başında olduğu Büro, başından itibaren doğru bir strateji izleyerek, bu sonucu hazırlamıştır. Aziz dostlarım değerli okurlarım; Gazze’de, Filistin’de, Doğu Türkistan ve Myanmar‘da katliamlar, zulümler, soykırımlar sürerken yüreğimizi kavuran hüzünle hazzını duymasak da bayramınızı tebrik ediyor, cümlenizi en kalbi duygularla, selâm ve muhabbetle selamlıyorum. Türk ve İslâm âleminin huzur ve mutluluk duyabileceği bayramlara erişmesini niyaz ediyorum.
[i] Türk Ocakları Genel Başkanı