Osmanlı İmparatorluğunun bütün kahrını çeken Türk milleti oldu. Türklerin haricindeki unsurlar, devletin varlık zamanında nimetini paylaşanlar, devleti ayakta tutmak adına verilen onca tavize rağmen, külfet zamanı ya ortadan kayboldular ya da hançer olup sırtına saplandılar. Varlık zamanında ortalarda pek görünmeyen, hatırı sorulmayan hatta bizzat saray ahalisi tarafından “etrak-ı bî’idrak” olmakla ötelenen Türkler ise devletin başına halel geleceğini anlayanda “durumdan vazife çıkararak”, hiç yüksünmeden bütün madde ve manasıyla ona feda olmaktan imtina etmediler. Lakin mukadderat işte, Osmanlı mağlup olmaktan kurtulamadı. Bu mağlubiyete isyan eden sadece Türkler oldu ve devlet yeniden yekinsin diye Türk milliyetçiliği fikri zemininde teşkilatlarını kurup, devlet ocağını yandırmak için bütün gayretlerini ortaya koyup, bir insan cüssesine sığamayacak nice destanların banileri oldular. Yani 19. yy’ın sonları ve 20.yy’ın başlarında devletin bütün yükünü göğüsleyenler Türk milliyetçileriydi. Devlet kurulduktan, varlığı üzerinde ki tehlike savuşturulduktan sonra Türkler yine gölgede kaldılar. Cumhuriyetin kurulmasından sonra bu defa “bedenine” değil belki ama kahpelikler ruhuna tebelleş oldu Türklerin. Baba bildiği el tarafından ötelenmeye yabancı değildi lakin cumhuriyet kurulduktan sonra ki süreçte Türk, maddeten ortada idi ama ruhen yine öteleniyordu. Bin küsür yıllık medeniyet reddedilip daha üç beş yıl evvel Çanakkale, Trablusgarp, Galiçya, Kut’ül Amara, Sarıkamış muharebelerinde boğazlaştığımız “Batı”, “muassır rehber” olarak belirleniyordu. Bu herc-ü mercin getirdiği, uç verdiği yer 1960’lı yıllarda yaşanmaya başlayan felaketlerdir. “Muassır medeniyet” diye tarihi değerlerin reddi ve yerine bir değer ikame edilememesi memlekette kendine yabancı olmanın ötesinde medeniyetinden utanan bir neslin peydahlanmasına sebep oldu. Özellikle devletin idari kademelerini işgal etmiş, uyanık, fırsatçı hiçbir ahlâki değeri olmayan zümrenin çocukları üniversitelerde Türk milletinin medeniyet havzası ile alakası olmayan bir kültür, sanat, siyaset hayatı oluşturuyordu. Bu ayrık otları, yaşadıkları rezaletin iklimine uymayan esas zümreyi ise türlü ifadelerle tahkir ediyor, öteliyor ve Türk milletinin manevi varlığını reddetmeye çalışıyordu. Yani İslam mirasını reddeden, geleceğini batının oluşturduğu refah, zenginlik ve bohem hayatının içinde görmeye can atan bir burjuva sınıfı. O dönemler, Ahmet Kabaklı merhumun “Temellerin Duruşması” kitabında da naklettiği gibi Mahmut Esat Bozkurt bir meclis konuşmasında Mustafa Kemal’inde dinleyicilerin arasında bulunduğu bir sırada “islam dini ile yol yürünemeyeceğini” iddia edecek kadar ileri gidilen dönemlerdi.
İşte böyle dönemlerde yine sahneye Türk milliyetçileri çıkarak atalarından, mazilerinden tevarüs ettikleri bir ruh ile “bayrağın inmeyeceğini, ezanın susmayacağını” yine canları pahasına ilan ettiler. Yine ittihatçı dedelerine “Asım’ın nesli diyordum ya, nesilmiş gerçek” dedirtircesine, nazire yaparcasına devletlerine, dinlerine yani medeniyetlerine pervane oldular, fedai oldular.
“12 Eylül dönemi” ya da “seksenli yıllar” diye kavramlaştırılan bir “herc-ü merc” ortamında, devletin düştüğü zorluğu görür görmez yine o tahkir edilip, devletin müesseselerinde, sosyo-ekonomik alanlarda görülmek istenmeyen kesimin çocuklarıydı vatan derdine düşenler. Kimselerin kınamasına aldırmadan, kimseden bir teklif beklemeden, memleketin bekası için bütün istikballerinden vazgeçerek, milli mücadelede ki dedeleri gibi, Türkiye cumhuriyetinin devamlılığı ve vatanın komünist işgalinden korunması için başlanan mücadelede yerlerini almaktan hiç imtina etmediler. Nihayetinde kimi mahpushanelerde, kimi hastanelerde, kimileri de hiç yüksünmeden kabirlerde yerlerini aldı. Sonrasında ise Türk milliyetçiliğinin istikbale dair toplum, millet, medeniyet davasını milletine anlatmaya çalıştılar. Birinci vazifelerini bi-hakkın yerine getirdiklerine dair dost düşman kimsenin bir itirazı yok. Biraz aklı ve vicdanı olan kimsenin itiraz edebileceği, saklayabileceği bir durum değil çünkü.
Peki, Türk milliyetçileri bekası için “fena fi’devle”, refahı için “fena fim’mille” oldukları Türk devleti ve milletinin geleceği adına halen neler yapmaktadırlar. Türk milliyetçileri devletin bekası adına bir tehlike olduğunda bekletilen “hazır kıta” bir kolluk kuvveti midir sadece? Ki öyle olmamalıdır. Türk milliyetçiliği devlet kurucusudur. O zaman kurduğu devletinde hamisidir. O devletin hem bekası hem de istikbaldeki hedefleri için tasavvuru olması gereken bir düşünce mektebi de olmalıdır aynı zamanda.
O zaman “çuvaldızı kendimize, iğneyi başkasına” batırarak ortaya koyduğumuz tasavvurların fiiliyatta da olması adına bir muhasebe yapma zamanı artık.
Geçtiğimiz bir asırlık mücadeleden sonra “ne var, ne yok” diye baktığımızda ortada ne var? Türk milliyetçiliğinin devlete ve millete mâl olmuş hangi müesseseleri, düşünce, yayın, siyaset, sivil toplum kuruluşları var ve bunların halkın gözündeki değerleri ne ve bunlar neler yapıyorlar?
Türk milleti ve Türk milliyetçiliği düşüncesi dünyanın yeniden imarı ve huzuru için en büyük imkân aslında. Biz bu imkânı ne derece anlatabiliyoruz? Bu düşünceye malik müesseseler acaba kendilerini doğru anlatabiliyor mu? Dahası bu düşüncenin müessesesi olanlar kendileri bu düşünceyi doğru anlayabilmişler midir? Türk milliyetçileri siyasi teşkilatları dışında hangi müesseseleri kurdular ve bunların toplum nezdinde ki itibarları nedir? Kişisel gayretlerin dışında milliyetçi sivil kuruluşlar toplum tarafından takip ediliyor mu? Siyasetin gölgesinin olmadığı milliyetçi müesseseler topluma, devlete, millete bir ufuk verebiliyor mu? Ülkücü Kültür, sanat faaliyetlerinin toplum nezdinde ilgi çekici ürünleri var mı? Yayınevleri, gazete, dergi gibi sanat faaliyetlerinde bir mektep oluşturabilmişler mi? Bırakın takipçilerini milliyetçi camiayı temsil eden kişi ya da grupların müzik, şiir, hikâye, roman, gibi sanat faaliyetleri ile ilgili tavırları hangi seviyede? Milliyetçi kuruluşlarda gençliği geçmiş ve kendini hala bu yapının içinde tanımlayan yahut siyaset yapmayı düşünen insanların kaçta kaçı çocuklarını bu kuruluşlara gönül rahatlığı ile gönderebiliyor? O kuruluşlarda çocuklarının ya da yeni neslin Müslüman Türk milletinin istikbali için gerekli donanımlara göre yetiştiklerini düşünüyorlar mı? Yetmiş yıllık bir hareketten gelip geçenlerin kaçta kaçı bu yetiştikleri kuruluşlarla siyaset dışı bir irtibat kuruyorlar? Kaçta kaçı bu müesseselere maddi ve manevi desteklerini devam ettiriyor? Daha buna benzer birçok suali kendimize sormamızın zamanı geçti bile. Ülkücü-milliyetçi camia lafa geldiğinde, pop kültürü içinde, kalabalıkların arasında, “koduk mu oturturuz, biz ülkücüyüz” hamlığını çok güzel ortaya koyduklarının efkar-ı umumiyede bir genel geçer kanaat olduğu cümle âlemin malumudur. Türk milletinin en zor zamanında canından, kanından, istikbalinden vazgeçebilen bu fikrî birikimin böyle kötü su-i zanlara muhatap olmasının günahı kime yazılmalı?
Türk milliyetçiliği Türk milletinin teminatı olduğu kadar, onun istikbalinin umudu olduğunu da ortaya koymalı. Bu iddia lafla değil, muameleyle olmalı artık. Türk milliyetçileri sanatıyla, edebiyatıyla, düşüncesiyle, ekonomik iddialarıyla, medeni müktesebatlarıyla hâsılı toplum ve devlet inşası için gerekli bütün boyutlarda varlığını ete kemiğe büründürmeli. Devlet denilince akla Türk milliyetçileri gelmeli. Mazisi fedakârlıklarla dolu olan bu hareketin âtisi de güzel müktesebâtlarla dolu olarak meydan yerinde olması lazım.
Türk milliyetçiliği sadece Anadolu sınırları ya da Turan ile değil, bütün dünyaya söyleyecek sözleri olan bir kadim medeniyetin yeniden inşası ve ihyasının adı olmalı artık. Bu iddiayı bütün dünyaya anlatmak gerekir.
Türkler kadar geniş coğrafyalara türküler, ağıtlar yakan başka bir millet var mıdır? Türk milliyetçileri bunun farkında mıdır? Son yıllardaki fikri erozyon sebebiyle Türk milliyetçilerinin Atatürkçülüğe kaymasını nasıl anlayacağız? “Yurtta sulh, cihanda sulh” kavramını sinesinde Turan olan bir düşünce ve topluluğa nasıl anlatabiliriz? Beş bin yıllık tarih ve Dünyanın tamamına muhatap bir millet nasıl olurda yüzyıllık bir faninin adına hapsedilebilir? Yemen, Cezayir, Kırım, Türkistan, Balkanlar hâsılı Dünyanın dört köşesini türkülerle sarıp sarmalayıp yüreğimize emanet etmişken nasıl olurda sadece Anadolu’ya sıkışıp kalırız? Sadece Anadolu’ya sıkışıp kalmakla Anadolu’yu bile koruyamayacağımızı anlamamız için daha hangi felaketlerle uğraşmalıyız?
Türk milliyetçiliği bir an evvel üzerindeki ölü toprağını silkeleyerek önce kendi insan ve teşkilat yapısını inşa edip İslam âlemini ve Dünyayı yeniden nizama getirebilmek için “i’la’yı kelimetullah” davasının banileri olduklarını hatırlamalı ve gereğini yapmalılar. Yoksa bedeni kendilerinden ama ruhları farklı olanlara malzeme olmaktan kurtulamayacağız.