Batı Medeniyetinin Ulaştığı En Son Aşama Olarak Modernleşme Olgusu ve Arka Planı
İnsanların yeryüzünde ilk görülmeye başladığı zamandan itibaren, hayatın nasıl başladığı ve devam ettiği hususu, inanç sistemleri ile sosyal bilimler alanında sürekli tartışılan bir konudur. Batı medeniyetinin iddiasına göre, ilk insanlar ilkel ve vahşi idi, hiçbir medeniyet fikrine sahip değillerdi. Bir taraftan evrim geçirirken, diğer taraftan da deneme-yanılma yoluyla tecrübelerini çeşitli kültür ögelerine dönüştürerek “medeni” olmayı öğrenmeyebaşladılar. Bu teze göre, çeşitli zaman dilimlerinde ve dünyanın değişik yerlerinde, yerel ve bölgesel ölçekte birçok “medeniyet” ortaya çıkmasına rağmen, bunların çoğu varlıklarını, büyük bir kısmı da etkinliklerini devam ettirememişlerdir. Buna karşılık, eski medeniyet olguları arasında Batı medeniyeti, Rönesans, reform, hümanizm, aydınlanma ve modernleşme hareketleriyle birlikte büyük bir hamle yapmış; yayılma alanı ve farklı kültürlere sirayet etme etkinliği bakımından, insanlık tarihinin en yaygın ve etkili medeniyet modeli haline gelmiştir. Hiç şüphesiz, Batı medeniyetinin en son aşaması olan modernliğin, kronolojik olarak Rönesans’la beraber sıfırdan başlayan bir olgu olduğu düşünülemez. Batı medeniyetinin tarihsel arka planında, özellikle “Rönesans(yeniden doğuş hareketi)”ın doğuşunda, Eski Yunan felsefesinin, Roma pratiğinin, Hristiyanlık ve Musevilik inançlarıyla ilgili toplumsal tecrübe ve ilişkilerin payı vardır (Özakpınar, 1998, 220-221). 19. yüzyıl itibarıyla modernleşme süreci sayesinde, Batı medeniyeti, özellikle “teknolojik” ve “ekonomik gelişme” imkânlarıyla önce Kıta Avrupa’sında, daha sonra da Kuzey Amerika’da, büyük bir “ilerleme” ve “gelişme” göstermiş ve buradan da bütün dünya kültürleri üzerine hızla yayılmaya başlamıştır.
Batı medeniyetinin bu son hâli, Batılı toplumla- rın yaşamış oldukları tarihi bir tecrübenin kültür kodları ile özellikle aydınlanma ve modernleşme olgularının şekillendirdiği bir hayat tarzının sonucudur. Bu bağlamda, Batı medeniyetinin oluşumunda yer alan en önemli aşamalardan birisi, Eski Yunan tecrübesidir. Eski Yunan medeniyeti, sosyal ilişkilerin düzeni bakımından sınıfçı ve ayrımcıdır. Sınıfçı ve ayrımcı özellik o kadar güçlüdür ki birer “insan” gibi düşünülen tanrılar arasında bile belirli ayrımcılık yapılmıştır. Batı medeniyetinin oluşumunda rol oynayan diğer bir aşama Eski Roma’dır. Roma, ne pahasına olursa olsun güce, başarıya, diz çöktürmeye ve baş eğdirmeye, hükümranlığa ve iktidara tapınmayı temsil eder (Özakpınar, 1998, 220-221). Hristiyan- lık, Hz. İsa’ya atfedilen “Ya bizden olacaksın, ya da yok olacaksın.” şeklindeki aforizmayı yoğun bir şekilde içselleştirmek suretiyle Batı medeniyetine “öteki olana düşman olma ve ondan nefret etme” ilişkisine kuvvetli bir model kazandırmıştır. Musevilik ise Batı medeniyetine, başka toplumlar tarafından sürekli olarak aşağılanmış oldukları gerekçesiyle Yahudilerin, kendilerinden olmayanlara ya da kendilerine hizmet etmeyenlere karşı besledikleri intikamcı bir kolektif bilinçaltı duygusunun izlerini eklemiştir. Rönesans, özellikle İtalya’da “bilimsel düzen” ve “mutlak devletin” güzelliğini yüceltirken; Lutherci Reform, geçmiş dönemden beri bireysel iradenin (yani cüzi iradenin) anlamsız şekilde inkâr edildiği sırada, şükran duygusunun olduğu gibi aynı zamanda inancın, sevginin ve ahlakın da dünyası olan iç dünyaya dikkat çekmiş ve böylece bireysel iradenin önündeki dogmatik engelleri yıkmaya çalışmıştır (Touraine, 2002, 35).
Batı medeniyetinin günümüze yansıyan en tipik tarihsel arka planını temsil eden kavramlardan biri de hümanizmdir. Hümanizm, genel olarak, insanların ve toplumların bütün ilgilerinin merkezi olarak insan ve insanlığı kabul eden davranıştır. Bu anlayış, Rönesans dönemi sırasında, daha çok aydınlar arasında gelişmiş bir harekettir. Bu hareket, Orta Çağ Hristiyan dünyasında görülen skolâstik anlayışa tepki olarak çıkmış ve insanı her türlü dini etkiden soyutlanmış olarak, başlı başına bir değer olarak kabul etmiştir. İnsanı, ilahi kaynağından koparan bu anlayış, daha sonraki asırlarda birçok Batılı nazariyelerde insanın tanrı ilan edilmesine yol açmıştır (Bolay, 1996, 194-195). Hümanizmin, Batı medeniyet tasavvurunda esas odaklandığı anlam dünyası, “bireysellik” veya “bireycilik” tutkusudur. Bireyci öğretiye göre, toplumdaki her birey, temel bir bütünlük ve bir ilksel gerçekliktir. Buna karşılık, toplum ancak ikinci bir gerçek ve bağımlı bir varlıktır. Bireyselliği önceleyen bu bakış açısında, bireyin içinde yaşadığı topluma bağlılığı kaçınılmaz olarak kabul edilmekle beraber, birey, her şeyin kendisine bağlanması gereken en yüce amaç olarak görülür (Bıçak, 2004, 61). Bu çerçevede, bireysellik, bireyin çıkarlarını, duygularını, keyfini, hazzını ve beklentilerini sürekli kışkırtarak, kişilerin rekabet içerisinde başarma tutkularını harekete geçirmeye çalışır.
Batı medeniyetinin bugünkü sonuçlarını yaratan en etkili dinamikler arasında, temelinde aydınlanma felsefesi olan pozitivist ve modernist dünya görüşü de yer almaktadır. Aydınlanmacı ve pozitivist- modernist düşünce akımı, daha önceki çağlardaki “din ve ahlak” olgusunun medeniyet şekillendirici gücünü kırmak ve hayatın her alanında sadece akla ve rasyonel düşünceye dayalı bir yaşam biçimi kurmak gayesiyle ortaya atılmıştır. Auguste Comte’un “üç hâl kanunu”na dayanan Batı medeniyetinin bu pozitivist-modernist düşüncesine göre, hayatın her alanında teolojik ve metafizik gibi manevi değerleri terk edip, sadece insan aklına ve tecrübesine dayalı ilke ve kurallar doğrultusunda bir hayat sürmek gerektiği ilkesi benimsenmiştir (Bolay, 1996, 294). Bu hareketlerden doğan düşünce akımları, kilisenin totalitarizme varan otoritesini sarsmak ve düşünce serbestliğini getirmek için reaksiyon gösterirken, mücadelenin stratejik gereği olarak, mevcut inanç sistemine ve dine karşı, ister istemez tavır alma konumuna girdiler. Böylece, aydınlanmacı ve poziti- vist- modernist akım, kilisenin akıl almaz saçma sapan taleplerine karşı, insan aklını ve insanın kendi aklını kullanma hakkını yüceltti; hatta insan aklının dışında hiçbir otoriteyi tanımama serbestliğini kutsallaştırdı (Özakpınar, 1998, 113). Bundanbaşka, Batılı toplumlar, önceleri Rönesans ve reform hareketleri, hümanist ve aydınlanma akımları, sonra da pozitivist modernist anlayışlar aracılığıyla orta çağdaki Hristiyanlığın oluşturmuş olduğu tek yanlı kilise hükümranlığından kurtulma çabaları sırasında, çok etkili bir “mücadele” ve “devrim” tecrübesi edinmişlerdir. Bu tecrübeler, Batı medeniyetinin her zaman yücelttiği önemli bir anlayış olarak, onların “Sosyal Darwinci” ve “evrimci” yapılarına, ayrıca ”müdahale edici ve şekillendirici” bir özellik de kazandırmıştır.
Günümüzde, Batı medeniyetinin, evren tasavvuru, insan anlayışı, yaşama biçimleri, eğitim sistemleri, iktisadi yapıları, siyasi düzenleri, kısacası bireyi ve toplumu ilgilendiren her türden eylem tarzına bir bütün olarak “Modernlik (Modernite)” denilmektedir (Bıçak, 2004, 59). Modernlik, her şeyden önce, kutsal bir vahye ya da milli değerlere uygun olarak örgütlenme yapmaksızın ve bu yönde eyleme geçmeksizin; hayatın her alanında akılcı, bilimsel ve teknolojik ürünler ile yönetim etkinliklerinin yaygın- laştırılmasıdır. Modernlik fikri, toplumun merkezindeki tanrının yerine, sadece aklı ve bilimi koyarak, dini inançlara -en iyi ihtimalle- ancak özel hayat dâhilinde bir yer bırakır. Bu bağlamda, modern toplumdan söz edebilmek için sadece akıl ve bilim ile teknolojik uygulamaların olması yeterli değildir. Ayrıca, buna ilave olarak, modernlik entelektüel etkinliğin, siyasi propagandalardan ya da dini inançlardan korunması, yasaların tarafsızlığının kişileri her türlü torpile ve yolsuzluklara karşı koruması, kamu yönetimlerinin ve özel yönetimlerin kişisel bir iktidarın aracı haline gelmemesi anlamına da gelmektedir. Dolayısıyla modernlik fikri, yaşanılan hayatın her alanının sıkı sıkıya akılcılaştırılması ve bilimselleştirilmesi fikriyle bağıntılıdır. Bütün bunlardan dolayıdır ki, modernlik, “akılcı bir toplum” yaratma fikri doğrultusunda, dini otoritelerin altında ezilmiş olduğu varsayılan “insan doğası”nın kurtarılmasında ve özgürleşmesinde büyük bir rol oynayacağı gerekçesiyle geleneksel kültürlerin yıkılmasında, bir tür mücadele aracı olarak kullanılır (Touraine, 2002, 23-24).
Görüldüğü gibi, akıl ve bilim eksenli Yeni Çağ Batı medeniyeti, Orta Çağdan kaynaklanan geleneksel kültür ve medeniyetin eski değerlerini dönüştürmek suretiyle bir “modernleşme” sürecinin yaşanmasına imkân hazırlamıştır. Gelişen bu yeni modern değerler, ilk önce Avrupa’da yerleşip kurum- sallaştıktan sonra, aşamalı bir biçimde bütün dünya kültür sistemlerini etkisi altına almıştır. Yaklaşık 600 yıllık bir ilerleme ve gelişme süreci yaşayan Yeni Çağ Avrupa Medeniyeti, en son aşama ve adıyla Modernleşme olgusu, Batı toplumlarının yaşadığı tarihi ve sosyolojik tecrübe bağlamında, kendi içinde önemli bir tutarlılık göstermektedir. Modernlik, yönetim felsefesi açısından Machiavelli’nin yaklaşımıyla, felsefe alanında Descartes’in düşüncesiyle, iktisat ve işletmecilik konusunda sanayileşme ve kapita- listleşme süreciyle, siyaset alanında ise liberalizmle örtüşmektedir (Bıçak, 2004, 59-60). Bu çerçevede, modernlik olgusu, Batı medeniyet halkasına dâhil olan merkezi toplumlarda (özellikle Kıta Avrupa’sı ve İngiltere ile Kuzey Amerika’da), bilimsel düşünce ve zihniyete bağlı olarak ileri düzeyde teknolojik çalışmalar meydana getirmiştir. Bilimsel çalışma ve araştırmalarının sonuçlarının yaşanılan hayatın her alanında uygulamaya konulması sonucunda da çok önemli bir teknolojik gelişme ortaya çıkmıştır. Bilimsel faaliyetler ile teknolojik gelişmenin üretim faaliyetlerinde kullanılması, verimli iş örgütlerinin kurulmasına ortam hazırlamak suretiyle ekonomik gelişme ile önemli zenginliklere sahip olma fırsatı yaratmıştır. Bu işletme veya iş örgütlerinde, etkili ve başarılı yönetim tekniklerinin uygulanmasıyla son derece üretken ve verimli bir ekonomik sistem yaratılmıştır. Bütün bunlardan dolayı modern top- lumlarda, güçlü siyasi parti ve sivil toplum kuruluşları üzerinden işleyen bir demokratik düzenin tesisi mümkün hâle gelmiştir. Batı medeniyetinin tarihsel tecrübesine dayanarak yaratmış olduğu bu modern yapı, Batılı modern toplumlarda, bir taraftan teknolojik ve ekonomik güç ile askeri gücün artışına yol açarken; diğer taraftan da başarılı iş ve siyasi örgütlenmeler ile yönetim yapılarında, diğer Batı dışı toplumlara göre, çok büyük ilerlemeler kaydetmelerine neden olmuştur (Özakpınar, 1997, 110). Batı modernitesi, kendi dinamiklerinin yarattığı bu teknolojik, ekonomik, askeri, siyasi ve yönetsel güç aracılığıyla, bugün için diğer toplumların birçokları üzerinde, teknolojik, ekonomik, askeri, siyasi ve yönetsel denetimler yoluyla büyük bir hegemonya kurmuştur.
Modernleşmenin Çözücü Etkileri ve Postmodern Sonuçları
Modernlik, etkisi altına aldığı bütün toplumlar- da, en fazla da kendi tarihinden ve tecrübelerinden çıkmış olduğu Batılı toplumlarda, eski hayattarzına göre çok ciddi maddi kültür birikimine ve refah düzeyine ulaşılmasına neden olmuştur. Buna karşılık, modernliğin kurtarıcı gücü, modernliğin başarıya ulaştığı noktadan itibaren tükenmeye başlamıştır. Bu bağlamda, “aydınlanmaya çağrı”, her yerin karanlığa ve cehalete boğulmuş olduğu, geleneksel otoritelerin keyfi idaresinin egemenliği altında ezilenlerin bulunduğu zaman ve dönemlerde, çok önemli ve etkileyici bir yöntemdir. Ancak, her yerin gece gündüz ışıl ışıl, yanıp sönen ışıkların tüketicileri tavladığı (veya avladığı) ya da onlara hükümetlerin ve büyük şirketlerin kendi propagandalarını sürekli olarak dayattığı büyük kentlerde, modernleşme hâlâ bir aydınlanma ve kurtarma aracı olarak görülebilir mi? Bu çerçevede, geleneksel toplumlarda insanlar sessizlik içinde yaşıyorlardı, şimdi gürültü içinde yaşıyorlar; eskiden kimsesiz ve yapayalnız idiler, şimdi kalabalıkların içinde yitmiş gibiler; eskiden çok az haber alırlardı, şimdi mesaj bombardımanı altında bunalıyorlar. Ayrıca, modernlik, insanları içinde yaşadıkları yerel ve geleneksel kültürün dar sınırlarından çekip alarak, onları bir yandan abartılı bir bireyselliğin aşırılıklarına, öte yandan da kitle kültürü ve kitle toplumunun içine savuruyor (Touraine, 2002,109). Böylece, geleneksel bağlarından koparılmış bireyler üzerinde yoğun bir etkili iletişim ve kamuoyu oluşturma tekniklerinin kullanımı sonucunda, onları daha kolay bir şekilde yönlendirme ve şekillendirme ortamı yaratılmış olunuyor.
Modernleşme olgusu, Batılı toplumlarda, hiç olmazsa maddi kültür ve refah düzeyinde çok büyük bir “ilerleme” ve “gelişme” gösterme bakımından nispeten başarılı olmuştur. Buna karşılık, bir şekilde modernleşme çabalarına başvuran Batı dışı toplumların büyük bir kısmında -çok az istisnanın dışında- önemli bir “ilerleme” ve “gelişme” meydana gelmemiştir. Ancak, modernleşme olgusu ve çabaları, hem nispeten başarılı olduğu modern Batı toplumlarda, hem de nispeten başarısız olduğu diğer Batı dışı toplumlarda, modernleşmenin sosyo-ekonomik anlayışının şekillendirdiği kapitalist yaşam biçim aracılığıyla hayatın her alanında, birtakım parçalanmalara ve çözülmelere yol açmıştır. Batı medeniyetinin pozitivist kültür kodlarını taşıyan modernizm, maddi planda bir takım ilerleme ve yeniliklere imkân vermesine karşılık, gerçekte insaninsan, insan-tabiat, insan-toplum, toplum-devlet ve hatta insan-Allah ilişkilerinde çok ciddi kopmalara, parçalanmalara ve bölünmelere yol açmıştır. Bu bağlamda, modernleşme olgusunun ya da çabalarının sonucunda, yaşanmakta olan bu parçalanma ve ufalanma olaylarından, millet ya da toplum olmanın tarihsel zorunluluğunu teşkil eden, en kadim sosyal kurumlar olarak aile, din ve milli devlet kurumları da büyük ölçüde etkilenmiştir.
Modernleşmenin dayanılmaz çekiciliğine bağlı olarak aşırı bir bireysellik algısı, insanların ne pahasına olursa olsun bireysel haz ve keyif tutkularını doğrudan tatmin etmeyi her şeyin önüne çıkarmıştır. Aile ve inanç hayatında ortaya çıkan bu yeni eğilimler ise bireylerin, kan ve din bağıyla bağlı olduğu diğer insanlarla olan ilişkilerinde önemli parçalanmalara neden olmuştur. Bir anlamda, insanların ve toplumların modernleşmesi arttıkça, geleneksel sosyal kurumlardaki konumları sarsılmakta ve yabancılaşmaktadır. Bunların başında da, aile kuru- mundaki ilişkiler gelmektedir. Bu bağlamda, aile olgusunun, aile olmanın sosyolojik içeriğine ve özüne sahip olmaksızın, sadece bir aile görüntüsü ve biçimselliğine indirgenmiş olduğu pratiğe postmodern aile diyebiliriz. Postmodern aile, normal çekirdek ailenin sahip olduğu süreklilik, kalıcılık ve dengelilik ölçülerinden oldukça uzaklaşmış ve adeta dağılmaya yüz tutmuş bir tür yapay aile durumundadır. Postmodern ailenin en belirgin özelliği, aile kurumunun tarihi sosyolojik işlevlerinin çoğunun içinin boşalmış olmasına ilâveten, kadın-erkek ilişkilerinin bir nikâh akdi çerçevesinde -bazen bu nikâh da olmayabilir- sadece bir cinsellik hayatına indirgenmiş olmasıdır (Eroğlu, 2011, 124-125).
Modernleşme sürecinin ortaya çıkardığı en önemli sosyal çözülme ve kirlenme alanlarından biri de din kurumu üzerinde yaşanmaktadır. Zaten, dar anlamda modernlik de, dinsel dünya görüşünün geçerliliğini yitirmesiyle doğmuştur ve dinsel modeli yıkmıştır (Touraine, 2002, 35). Bu çerçevede, dini inançların, şekil, simge ve söylemlerine sıkı sıkıya bağlı görünmekle beraber, dinin esasını, özünü ve asıl işlevlerini yerine getirmede pek duyarlı davranmayan sözde inanç sahipleri giderek çoğalmaktadır. Bu anlamda, dinin, tarihi tecrübeye göre, kendi dinsel bağlamından koparılarak, başka bir şeye, mesela daha fazla iktisadi çıkar ya da siyasi güç elde etme mekanizmasına dönüştürülmesi, hem o şeyi (yani ekonomik ve siyasi rekabeti), hem de dini bozmaktadır (Eroğlu, 2011, 133-134). Bozulmuş ve amacından koparılmış dini inançların ise toplumsal düzene bir faydası olmadığı gibi, son derece tehlikeli bir şiddet kaynağına dönüşme ihtimali vardır.
Modernleşmenin ekonomi temelli ideolojisi olan liberal-kapitalist anlayış, özellikle son yıllarda milli devlete karşı ciddi bir aşındırma ve itibarsızlaştırma operasyonu yürütmektedir. Liberal-kapitalist ideoloji, güçlü ve egemen şirket yöneticileri ile onların stratejik müttefikleri olan yönetim mekanizmaları karşısında, özelde bireyleri, genelde grup ve toplulukları yalnızlaştırmak ve yalıtmak maksadına matuf olarak sürekli bir biçimde milli devletin altını oymaya ve içini boşaltmaya çalışıyor. Bu bağlamda, küreselleşme ideolojisi, bütün dünya toplumlarındaki milli devlet yapılarını, sadece güvenlik ve fiziki alt yapı hizmetlerini gören; buna karşılık, kimsesiz, yalnız, sahipsiz, yoksul, işsiz, engelli, yaşlı, hastalıklı, eğitimsiz vb. gibi milletin önemli bir kısmı için “parmağını bile kıpırdatmayan” bir postmodern devlet hâline dönüştürmek niyetindedir. Modernleş(tir)me süreci, çeşitli iletişim süreçleri kanallarıyla birey ve toplum üzerine, aşırı ve baştan çıkarıcı bir bireysellik tutkusu ile maceraperest tutumlarla yüklenmiş bir “sivil toplum” büyüsünün sürekli olarak propagandasını yapmaktadır. Kışkırtıcı ve baştan çıkarıcı bir “daha az devlet, daha fazla serbestlik” yaklaşımları ile bireyleri ve grupları büyüleyen ultra modern yapı ve kurumlar, aslında insanları ve toplumları, sadece şirketlerin insafına(!) terk etmenin alt yapısını oluşturmaktadırlar.
Aslında, bu sosyal kurumların her biri (aile, din ve milli devlet), karşılıklı etkileşim içerisinde, birey- toplum ilişkilerini düzenleyerek düzenli bir millet olmanın sosyal alt yapısını oluştururlar. Bu sosyal kurumlardaki gevşeme ve çözülme, diğer sosyal ilişki ve bağların kopmasına ve bozulmasına da yol açar. Böylece, modernleşme olgusu, insanları ve toplumları, geleneksel bağlarından ve kalıplarından çıkartıp, hiçbir şekilde farkında olmadıkları yepyeni bağlar ve kalıplar içerisine sokmaktadır. Bu yeni bağların ve kalıpların “patronu” ise başta liberal- kapitalizmin baş aktörleri olan şirket sahip ve yöneticileri ile bunların stratejik müttefikleri olan medya, iktidar, asker, yargı, üniversite ve benzeri kurum ve kuruluşların yönetim mekanizmalarıdır. Bu bakımdan, modernleşme olgusu, insanları ve toplumları, evlerinden, sokaklarından, mahallelerinden, mabetlerinden, yani geleneksel mekânlardan çıkartarak, fabrikalara, ofislere, alışveriş merkezlerine yöneltmek ve stadlara yığmak suretiyle onları “modern tutsaklar” haline getirmektedir. Bundan başka, Batı medeniyetinin, temelde sınıfçı, seçkinci, dışlayıcı, ayrımcı, bölücü arka planına ilaveten, özellikle aşırı “bireyci” ve “pozitivist-modernist” yapısı, kendi içlerinde çok önemli maddi ve teknik ilerlemelere yol açmış olsa da, insanların maneviyatında ve diğer insanlarla olan ilişkilerinde çok derin sarsıntılara ve çözülmelere neden olmuştur.
Modernleşme Öncesi Türk Töresi ve Türklüğün Medeniyet Öncülleri
Modernleşme öncesi Türk kültür ve medeniyet algısının merkezi değer sistemi, Türk töresidir. Türk töresi, birey-toplum, birey-tabiat, toplum-devlet ve her türlü ilişkilerin şekillenmesi ile hayata ve tabiata dair bütün kültürel sistemin yaratılmasının ana kay- nağını oluşturur. Türkler tarafından, tarihi süreç içerisinde yaratılmış olunan ve Osmanlı Türk Devletinin gerileme dönemine kadar büyük ölçüde hâkimiyetini devam ettirmiş bulunan Türk töresi, dünya medeniyet sistemleri içerisinde, en özgün bakış açılarından biridir. Türk töresi, toplumsal düzen ile evrensel düzeninbirleştirilmesinden oluşmuştur. Türk milletinin temel evren tasavvuruna göre, birey-toplum ilişkilerinin ana kaynağı, hakanların Tek Tanrı’yla olan ilişkisinin bir izdüşümü olarak algılanmakta ve Türk kültür sisteminin temel eksenini oluşturmaktadır. Türk medeniyet ve kültür tarihinin en önemli belgesel metinlerinden biri olan Göktürk Kitabeleri’nde, hakanların, Tek Tanrı tarafından, insanları yönetmek için yaratıldıkları açıkça belirtilmektedir: “Tanrı gibi (ve) Tanrı’dan olmuş Türk Bilge Kağan” ifadesi, Türklerin devlete, devlet yönetimine ve devlet yöneticilerine nasıl bir anlam yüklediklerinin çok açık bir göstergesidir. Göktürk inancına göre, “Üstte mavi gök altta da yağız yer yaratıldığında, ikisinin arasındainsanoğulları yaratılmış; insanoğullarının üzerine de Bumin Kağan ve İstemi Kağan hükümdar olarak tahta oturmuşlardır”. İş başına gelen hükümdarların ilk işi, Türk milletinin devletini ve yasalarını düzenlemek ve bu yasalara göre milleti yönetmek olmuştur. Burada, hakan olan kişilerin, gök ve yerin yaratılışıyla birlikte ele alınmış olması, hem yöneticiliğin hem de yönetme işinin, rastgele bir etkinlik olmayıp, tamamen evren düzeninin bir parçası olarak kabul edildiğini göstermektedir (Bıçak, 2009, 78-79).
Türk töresinin ve medeniyet algısının temel unsurlarından biri de, yöneticinin halk üzerindeki yönetim otoritesinin kaynağını ve meşruiyetini sağlayan “Kut” inancıdır. Herhangi bir kişinin Türk milletine yönetici olmayı hak etmesi için tanrının “Kut” vermesi gerekir. Yönetici olan kişi, tanrıdan “Kut” aldığına inanır. “Kut” sahibi olduğuna inanan yönetici, milletin sorunlarını başarıyla çözmek ve yönetimi ile toplumu memnun etmek durumundadır. “Kut” kazanmak, Türk töresinde ve geleneğinde açık bir yönetici niteliği olarak öne çıkmaktadır. Başarılı olamayan hakan, “Kut”unu kaybetmiş sayılır ve yönetimden uzaklaştırılması için çareler aranır. Yönetim sisteminin en üst görevlerini üstlenmiş olan kişiler de, “Kut”sal iradenin takdirine bağlı olarak bu görevlere geldiklerine ve bu yüzden başarılı olduklarına inanmışlardır (Bıçak, 2009, 79). Türk milletini yücelten, milletin iktidarını pekiştiren ve milletin hükümranlık alanını genişleten bütün yöneticiler bilgedirler. Bilge hakandırlar, bilge-buyrukturlar (vezir), il-bilge hatundurlar, bilge “yargucıdırlar” (yargıç). İş başında bilge yöneticiler olmadığı hallerde ise, toplumsal felaketlerin ve dağınıklığın olması kaçınılmazdır (Başer, 2009). Ayrıca, bilge yöneticilerin bulunmaması, “Türk töresinin ve ilinin bozulacağı”, adalet ve ahlaktan uzaklaşılacağı, toplumun çözülüp dağılacağı, hâkimiyet bilincinin kaybolması sonucunda toplumun kargaşa ve yönetim krizleri içerisinde bunalacağı anlamına gelirdi.
Tanrıdan “Kut” almış hakanın “bilgelik” niteliği, sorunları kavrama gücü ve çözüm üretebilme yeteneği olarak öne çıkmaktadır. Bu bağlamda “bilgelik”; ahlaki, dini, siyasi, iktisadi, sosyal değerler başta olmak üzere, Türk milletinin her türden düşünce ve davranışlarını şekillendiren bir değerler setidir (Bıçak,2009, 81). “Bilgelik”, Türklerin İslâm ile karşılaşmalarından sonra “Allah’ın sıfatlarından biri” olarak da öğrenecekleri, Arapçadaki “hakîm” (Hikmete sahip) olmanın Türkçedeki karşılığıdır (Başer, 2011,62). Hikmete sahip olmak, Tanrı-varlık ilişkilerini ve hayatın sırrını çözmeyi gerektirir. Bu yönüyle hikmet, başta yöneticiler olmak üzere toplumun her ferdinin ulaşması hedeflenen bir yetkinlik idealidir (Başer, 2009). “Yönetici bilgeliği” veya “hikmet sahipliği”, yöneticilerin milletin töresini, ilini, geleneklerini, değerlerini, inançlarını, kurumlarını çok iyi bilmeyi gerektirir. Ayrıca, bu değerlerin sadece bilinmesi ve söylenmesi yeterli olmayıp, toplumun bu esaslar dâhilinde bizzat ve fiilen yönetilmesi gerekmektedir (Bıçak,2009, 81).
Türk kültür ve medeniyet tarihinin en önemli öncül ve zirve noktalarından biri olarak Mâturîdî, Türk- lerin İslâmiyet öncesi Göktürk inancının temel esasları ile Türklerin İslâmiyet ile tanışmış oldukları iman esasları çerçevesinde, evren, insan, dünya ve devlet tasavvurları arasında büyük bir uyum ve paralellik görmüştür. İmam Mâturîdî, hayatın merkezine vahyi koyar. Onun bu konudaki görüşüne göre, Allah çok değerli bir varlık olan insanı ve onun uğruna var ettiği evreni hikmetle (isabetli söz ve isabetli fiil) yaratır ve yönetir. Bu bağlamda, ilahi mesajın kılavuzluğu bulunmadan hiçbir sistemde dirlik ve düzen kurulamaz (Topaloğlu, 2003; 153). İmam Mâturîdî, “semî” kavramını kullandığı (Resûl’ün Allah’tan aldığı ilâhi vahiy ve bu kapsamda Resûl’den gelen mütevatir ve ahad haberleri içine alan) vahye dayalı bilgiler dışında, diğer bütün bilgi kaynaklarının merkezine ise insan aklını yerleştirir. Mâturîdî’ye göre, akıl, Allah’ın insanlara verdiği en yüce emanettir. Allah, aklı, doğru ile yanlışı, iyi ile kötüyü, yararlı ile zararlıyı ayırt etmede kullanılması gerekli bir vasıta olarak yaratmıştır. Aklın, bu âlemin bir parçası olması nedeniyle insan idraki, yani algılama gücü sınırlıdır. Aklın yegâne işlevi, analiz gerektiren özelliklere sahip nesne ve olayları analize, sentez gerektiren özellikler taşıyanları da senteze tabi tutmaktan iba- rettir. Türk kökenli İmam Mâturîdî, dinî bilgilerin üretilmesinde ve öğrenilmesinde, vahyin ve aklın birlikte işletilmesini savunmaktadır. Mâturîdî, dinî bilgilerin üretilmesinde ve öğrenilmesinde, naklin yanında akla da başvurulması gereğini vurgulayarak, esas itibarıyla akıl-nakil ilişkisinin birbirini tamamladığını ve aralarında bir çatışma olamayacağını ortaya koyar (Kutlu, 2011, 42). Ayrıca, Mâturîdî’ye göre, Müs- lümanlar bir devlet düzeni içinde yaşamalıdır. Çünkü düzenli ve töreli bir devlet olmadan toplumsal düzeni kurmak ve korumak imkansızdır. Ancak, devlet yöneticisinin adaletli ve liyakatli olması gerekir. Bu iki nitelik o kadar önemlidir ki, sadece bunların varlığına karşılık bu iki niteliğin dışındaki şartların tamamı mevcut olmayabilir (Yavuz, 2003,173).
Yusuf Has Hâcib, Türk töresinin ve medeniyet algısının baş eserlerinden biri olan Kutadgu Bilig(mutlu olma bilgisi)’de Türk töresinin en çok değer verdiği şeylerin başında adaletin geldiğini, özgün bir dille anlatmaktadır. Ayrıca, bir bey ve hakan için Tanrının sevgisini kazanmanın yolu ancak adaletle hükmetmeye ve yönetmeye bağlıdır. Çünkü Türklerin inanç ve ahlak düzenine göre, gökyüzü adaletle ayakta durmaktadır. Adalete (könilik) dayanan töre, göğün direğidir; töre bozulacak olursa gök yerinde duramaz (Başer, 2011, 18). Türk yönetim geleneğinde, yönetilen halkın algısında ve nazarında, hükümdarın ve yöneticilerin ne derecede “bilge” veya “hikmet sahibi” olduklarının en önemli göstergesi, iki ana konu üzerinde yoğunlaşmıştır: Birincisi, toplumun hayat şartlarının iyileşmesidir. Bu görev, ağırlıklı bir şekilde geçim kaynaklarının düzenliliği ile can, mal ve ırz güvenliğinin tam olarak sağlanmasını kapsamaktadır. İkincisi ise âdil ve hızlı işleyen bir adalet sisteminin varlığıdır. Özellikle, yargılama sisteminde kullanılan töre ve yasalar, milletin değerlerinin ne derecede yürürlükte olduğunu göstermesi açısından önemli bir işaret sayılmaktadır (Bıçak, 2009, 81).
Bu çerçevede, Türk topluluklarında “sınıfsız yapı” dolayısıyla “adalet” ve “ahlak” iki ana ilke kabul edilmektedir. Adalet ve ahlakın, bütün sosyal süreçlerin ve en fazla da yöneticilerin sahip olmaları gereken nitelikler olmasının teminatı, sınıfsız ve imtiyazsız bir toplumsal yapı ve bu yöndeki inanç sistemidir. Türklerdeki mülkiyet sisteminin ve mal yönetiminin temel esası, çoğunlukla birey-toplum dengesine dayanmasıdır. Bu bağlamda, kimin eline geçse toplumun diğer kesimleri üzerinde baskı ve tahakküm kurma potansiyeli olan, başta ekonomik ve mali imkânlar olmak üzere, bütün güç ve iktidar araçları toplumsal paylaşıma tabi olmalıdır. Çünkü, sınıfçı ve mülkiyetin sadece bazı özel şahıs veya zümrelere ya da yalnızca bir kısım kamu otoritelerine bırakıldığı rejim ve sistemlerde, bütün iddialara ve söylemlere rağmen, adalete ve ahlaka dayalı bir yönetim mekanizması kurulamamaktadır. Bu bakımdan, adalet ve ahlaka dayalı yönetim pratiğini gerçekten kurmayı başarmış olan tek tecrübe, eski Türklere aittir. Bunun en önemli sebebi de, eski Türklerde, adalet ve ahlak üzerine bir hayat ve yönetim tarzı inşa etmeyi kolaylaştırıcı nispeten sınıfsız bir mal ve gelir paylaşımını esas alan dayanışma kültürünün varlığıdır.
Türk Modernleşmesindeki Temel Çelişkiler ve Milliyetçilik
Batı toplumlarının, uzun bir tarihi süreç içerisinde tecrübe ettikleri modernleşme olgusu, dünyanın birçok ülkesinde taklit edildiği gibi, Osmanlı Türk devletinin gerileme döneminden itibaren artan bir hız ve kapsamda, Türk yönetici sınıfı tarafından da taklit edilmiştir. Bu modernleşme çabalarının sonucunda, Osmanlı Türk toplumunun başta birey- toplum ilişkileri olmak üzere, ekonomik, sosyal, siyasi ve kültürel dokusunda çok ciddi değişimlerin yaşanmasına yol açmıştır. Batı medeniyetinin modernleşme modeli ile modernleşme çabalarından önceki Türk töresi arasında, bir kısım benzerlikler olmasından çok, son derece birbirine karşıtlık oluşturan farklılıklar mevcuttur. Batı kaynaklı özgün modernlik akımı ile modernleşme çabalarından önceki Türk töresi arasında, müşterek değer olabilecek en önemli özellik, hayatın her evresinde bilimin önemli sayılması hususudur. Gerçekten, modernleşme olgusu kapsamında, akılcı düşünce ve bilimsel zihniyetin, evrenin, dünyanın, doğanın, hayatın, eşyanın, bütün olay ve olguların tanınmasında, çok büyük bir rolü vardır. Aynı şekilde, Türk modernleşmesinden önceki zaman dilimindeki Türk töresinde de, en azından Mâveraünnehir döneminden başlayarak Osmanlı Türk toplumunun yükselme döneminin sonuna kadar geçen devrede, arada birçok fetret devri olmasına rağmen, hatırı sayılır bir bilimsel birikim mevcuttur.
Batı kaynaklı özgün modernlik akımı ile modernleşme çabalarından önceki Türk töresi arasında, “bilimin” en önemli müşterek değer olmasına rağmen, her iki medeniyet sistemi arasında “bilginin kaynağı” hakkında, çok ciddi çelişkiler vardır. İnsanların, doğuştan getirmeyip sonradan edindikleri bilgilerin kaynaklarına dair hâlen geçerliliği olan soru şudur: “Bilgilerimizin en iyi ve en güvenilir kaynakları – bizleri yanlış yola saptırmayan ve kuşku duyduğumuzda son merci olarak başvurabileceğimiz kaynaklar- nelerdir?” (Popper, 2001, 60). Günümüzde, bilimsel araştırma ve incelemeler sonucunda elde edilen bulguların, hangi derecede “doğru” veya “yanlış” olduğunun belirlenmesi, en önemli metodolojik sorunlardan biri olmaya devam etmektedir. Başka bir ifade ile bilimsel faaliyetlere bağlı olarak açıklanan neden-sonuç ilişkileri ne anlama gelmektedir? Bu bağlamda, hakkında bilimsel faaliyetlere dayalı olarak bilgi elde edilmiş olan olayların mevcut bulgularının, ne anlama geldiğini anlayabilmek için bu bulguları kendileriyle karşılaştırabilecek uygun bir takım referanslar ve standart değerlerin olması gerekir. Tabiat olay ve olguları, genellikle sürekli ve nispeten sabit olmaları nedeniyle yapılan bilimsel çalışmaların sonuçlarının, ilgili olan gerçek tabiat olayı ile ne derecede tutarlılık gösterdiğini, zaten tabiatta aslına uygun olarak var olmaya devam eden aynı tabiat olayının kendisi referans alınarak test edilebilir. Ancak, hakkında araştırma yapılan herhangi bir sosyal olay ya da olguyla ilgili varsayımın test edilmesi sırasında, aynı sosyal olayın ya da olgunun değişmiş olma ihtimali vardır. Ayrıca, araştırma bulgularının karşılaştırılmasına referans teşkil edecek olan “standart değerler” hakkındaki toplumsal algılamanın değişme ihtimali de söz konusudur (Eroğlu, 2011, 28-29). Bundan başka, özellikle günümüzdeki belirli güç merkezleri ile iktidar seçkinleri tarafından, etkili iletişim teknikleri kanalıyla tek taraflı gerçekleştirilen algılama yönetim uygulamaları nedeniyle çeşitli toplumsal algılamalara, çok yoğun şekilde müdahale edilmektedir. Bütün bunlardan dolayı özellikle günümüzde hızla değişmelere maruz kalan sosyal olay ve olgulara dair bilimsel bulgu ve verilerin, ne derecede hakikate uygun olduğunu ölçmeye yarayan, mutlak hakikati temsil eden “değerlere” ve atıf sistemlerine ihtiyaç vardır.
Böyle bir değer ölçüsü olmak konusunda en elverişli standart ölçü ise Türk töresinin ve Türk- İslâm medeniyetinin “mutlak hakikat”i temsil eden “hikmet” kavramıdır. Türk töresinin referans kaynağı, İslâmiyet öncesi dönemde “Kut”, İslâmiyet’ten sonraki dönemde ise “hikmet” olarak belirlenmiştir. “Kut”, tanrı bağışı olup, hakanın hâkimiyetini tesis etmek için bir zorunluluktu; ancak, hâkimiyet ve yönetme erki, töre hükümleriyle sınırlandırılmıştı. Başka bir ifade ile Göktanrı, Türk hakanlarını, ancak Türk töresini yürütmeleri için tahta çıkarmaktaydı. Hakanlar ve beyler, her zaman töreye uygun bir adaletle hükmetmek zorundaydılar (Başer, 2011, 17-18). Bu anlamda, İslâmiyet öncesinin yegâne referans ve atıf sistemi olan “Kut”, aslında Tanrı’nın adına, yeryüzünde “adaleti” hâkim kılmaktı. Bu durumda, hayattaki her şeyin ölçüsü de “adalet” ve “denge” olmalıydı. İslâmiyet sonrasının temel referans değeri olan “hikmet” sözünden türeyen “hâkim” kavramı (hüküm veren, yönetici ve karar veren manasında), Kur’an’ı Kerim’de doksan yedi yerde geçmekte; bunlardan altısı bizzat Kur’an’a nispet edilmektedir; doksan bir ayetteki “hâkim” ismi ile ayrıca on yerde geçen “hikmet” kavramı ise doğrudan Allah’a izafe edilmektedir. Ancak, Kur’an’da Allah’ın ismi olarak yer alan “hâkim” (hikmet sahibi) kavramı, çoğunlukla Allah’ın diğer isimlerinden başka biriyle birlikte kullanılmıştır (Mesela, âlim, aziz, vb.) (Topaloğlu, 1997, 181). “Hikmet”, aynı zamanda peygamberlere vahiy yoluyla verilen bir “hakikat bilgisi”dir. Burada ”hikmet”, Allah tarafından kendi sıfatıyla ilgili bir nitelik olarak kendi tasarrufu ile uygun gördüğü peygamber kullarına ihsan olunan bir bilgi şeklinde ifade edilmekte ve aynı zamanda “hikmet” verilen kişiye çokça hayır verildiği vurgulanmaktadır (Hocaoğlu, 2010, 59). Bu çerçevede, Türk-İslâm medeniyetinin bilgi kaynağı, birinci derecede “hikmet” olurken, ikinci derecede akıl ve aklın çalışmasına veri ve girdi sağlayan “görme” ve “işitme” duyusudur. Bu anlayışa göre, akıl, başlı başına bir “bilimsel otorite” olmak yerine, “hikmet” istikametinde bilimsel faaliyetlerin yapılmasında bir değer ölçüsü olarak kullanılmıştır. Bu anlamda “hikmet”, her türlü insani bilgilerin ve bilimsel çalışmaların ortaya koyduğu bilgilerin, ne derecede doğru olup olmadıklarını kendileriyle test etmeye yarayan ve “mutlak hakikat”i temsil eden referanslardır. İnsanların, kendi duygu ve düşünceleri ve zihinleri aracılığıyla inşa ettikleri bilgi ve çalışmaların, gerçekte ne derecede doğru olduklarını göstermeye yarayan, bütün insanların zihin ölçülerinin üzerinde, başlı başına mutlak bir referansa ihtiyaç vardır. Ayrıca, insanların kendi kararları ve kendi fiilleriyle meydana getirecekleri olguların, ne olması gerektiğini bildirecek bir mutlak referans ve değer sistemi bilimde yoktur. Bilim, nötrdür ve olanı inceler. Yine, bilim, seçilecek yolun ne olması gerektiğini bildirmez. Bilim, iyiye de kötüye de aynı duyarsızlıkla hizmet eder (Özakpınar, 1997, 78). “Hikmet” ise doğru ile yanlışı; iyi ile kötüyü; haklı ile haksızı, açık ve seçik olarak tespit eder. İnsanlar, zihinlerindeki mevcut belirsizliklerin aydınlanmasını sağladıktan sonra, zihinlerine düşen diğer belirsizlikleri açıklama konusunda yeni öğrenme etkinliklerine yönelirler. Eski Türkler, “hikmet” kavramının rehberliğinde, Türk kültür ve bilim tarihinde, başta bilimsel çalışmalar olmak üzere, çeşitli sanat dalları ile edebiyat alanlarında, son derece değerli ve kalıcı eserler meydana getirmişlerdir. Böylece, hem Türk kültür hayatına, hem de dünya medeniyetine ciddi katkılar sağlamışlardır. Fakat çeşitli iç çekişmeler ve çatışmalar yüzünden “hikmet” kavramından kopuş yaşanmıştır. Bu kopuş, Türklerin bilimsel faaliyetler ile çeşitli sanat dallarında etkili ve başarılı eserler meydana getirme heyecanlarında ciddi bir azalmaya yol açmıştır. Bu durum, diğer taraftan da yapılmakta olan mevcut bilimsel çalışmaların esas amacından ve maksadından uzaklaşmasına neden olmak suretiyle hiçbir yarar sağlamayan ve kullanım değeri bulunmayan lüzumsuz etkinliklerle uğraşma sonucunu doğurmuştur.
Batı medeniyetinin yarattığı modernliğin esas aldığı bilimsel faaliyetlerin yegâne referans ve değer ölçüsü ise “insan aklı”dır. İnsan aklı, tabiat ve sosyal olayların inceleme sonuçlarından çıkarılmış varsayımların, çeşitli yöntem ve tekniklerle test edilmesinin sonucunda bilimsel gerçekliğe ulaşmada en önemli referansı teşkil etmektedir. Ancak, yürütülen araştırma ve incelemeler ile bu kapsamda yapılan test veya deneylerden elde edilen bulguların, ne derecede gerçekliğe ve doğruya karşılık gelen “bilimsel bilgiyi” teşkil edip etmediğini tayin edecek olan yegâne otorite olarak insan aklının, her türlü şartlanma ve tarafgirlikten soyutlanmış olması gerekmektedir. Bilimsel araştırma süreçleri kapsamında, hem tabiat olay ve olgularına hem de sosyal olay ve olgulara dair “bilimsel bilgiler”, çeşitli işlem ve aşamalar sırasında “insan aklının” inşa ettiği bir zihinsel etkinliktir. Bu bağlamda, “bilimsel bilgi”nin gerçekliği ve doğruluğu, bilimsel araştırma süreçlerinin her aşamasında rol oynayan insan aklının, saflığına ve tarafsızlığına bağlıdır. Aslında, insan aklı insanlar için çok büyük bir imkân ve araçtır. Ancak, saflığını ve tarafsızlığını kaybetme ihtimalinin yanında, sistematik etkili iletişim ve algılama yönetim teknikleri yoluyla belirli bir istikamette ve eksende şekillendirilebilir bir yönü de vardır. Bu durumda, “bilgi”, insan aklı ve zihin sürecinin ulaştığı veya inşa ettiği bir imkân ise “insan aklı ve zihni” de, güçlü ve egemen iletişim kaynakları tarafından inşa edilebilir bir imkân veya araçtır. Başka bir deyişle, modernleşme olgusunun, bilimsel faaliyetler konusunda yegâne “bilgi kaynağı” olarak referans aldığı insan aklı, özellikle günümüzdeki güçlü ve egemen liberal-kapitalist güçlerin güdümünde, ağır ve şiddetli bir tasallutun altına sokulmuş gibi görünmektedir. Bu bağlamda, günümüzdeki çağdaş toplumlarda, gerçekte saf ve tarafsız olması gereken eğitim-öğretim süreçleri başta olmak üzere, her türlü diğer iletişim faaliyetleri, kendi gerçekliklerini temsil ediyor görünümü altında, büyük ölçüde egemen güçlerin çıkar ve beklentileri doğrultusunda bir kitle yaratma süreçleri olarak kullanılmaktadır. Bu yüzdendir ki, hukuk bilimi, yönetim bilimi, iletişim bilimi, tıp bilimi gibi başta sosyal bilim sahaları olmak üzere her türlü “bilimsel faaliyetler”e dayalı meslek erbabının yetiştirilmesinde ve bu insanların mesleklerini icrası sırasında, çok yoğun şekilde “etik” kavramına ihtiyaç duyulmaktadır. Mesela, hukuk-etik, yönetim-etik, medya-etik, tıp-etik gibi hayatın temelini oluşturan faaliyet ve görevlerin ifa edilmesinde başvurulan bu yeni durum, mevcut modernliğin metafizik süreçleri dışlayan ve insan aklının dışında hiçbir değeri referans almayan bilimsellik anlayışının doğurduğu etik yani manevi boşluğu doldurmaya yönelik birer restorasyon çabasıdır.
Türk modernleşmesinin, modernleşme öncesi Türk töresi ile aralarındaki en önemli çelişkilerden birisi de Hümanizm konusunda yaşanmaktadır. Hümanizm, Türkçeye çevrilirken, Türk-İslâm medeniyetinin “insan sevgisi” kavramından esinlenerek, “insancıllık” veya “insanlık ideali” gibi anlama gelecek şekilde tercüme edilmiştir. Hümanizm kavramının, Türk töresindeki anlam karşılığı “insancıllık” veya “insanlık ideali” olsa da, Batı medeniyetinin bütünlüğü içerisinde hümanizm, gerçekte “bireysellik”, “bireyin toplumsal bağlardan ve kayıtlardan kurtarılması” anlamına gelmektedir. “Birey mi? Toplum mu?” ikileminde, her halükârda bireyin tercih edilmesi inancı olarak hümanizm, Batı medeniyetinin sosyo-ekonomik ve siyasi sistemi olarak modernliğin temel paradigmalarından birini oluşturmuştur. Ayrıca, şimdiye kadar gerçekleşen modernlik uygulamasında, “bireycilik” veya “bireysellik”, toplumu meydana getiren bütün bireyleri içerisine alan bir bütünlük taşımamıştır. Söz konusu olan, “bazı bireyler”dir. Bu “bazı bireyler”in, güçleri, başarıları, refahları, rahatlıkları, mutlulukları ve huzurları için “öteki bireyler”in feda edilmesinden hiçbir surette çekinmemek gibi önemli bir imtiyazları vardır. Buna karşılık, Türk töresi ve Türk-İslâm medeniyetinde “hümanizma” ya da “ insan sevgisi”, birey-toplum dengesinde somutlaşan ve şekillenen bir süreçtir. Birey, kendi başına bir varlık olmak yerine, toplumun bir parçasıdır; fakat birey, toplumun sıradan bir kölesi değil, belirli bir birey-toplum dengesine dayalı olan şerefli ve özgür bir uzvudur. Bu bağlamda, bireyin, toplumun lehine olacak şekilde “kurban” edilmesi gerekmediği gibi; bireyin, toplumun aleyhine yüceltilmesi de kabul edilmez. Başka bir ifade ile Türk töresinde birey için toplum, toplum için birey feda edilemez. Oysa modernlik olgusundaki “hümanizm”, her halükârda bazı bireyleri, toplumun çoğunluğu karşısında, tamamen güç ve egemenlik ilişkilerine bağlı olarak, öncelikli kılmakta ve yüceltmektedir. Bundan başka, İslâmiyet öncesindeki evren tasavvuru ile İslâmiyet sonrasındaki tasavvuf inancına göre, her insan, Allah’ın bir emaneti ve birçok sıfatlarının kul ölçeğindeki tecellisinin kıble- gâhı olarak, son derece kıymetli bir varlıktır. Yoz-
laştırılmamış hâliyle Türk-İslâm tasavvufu, birey ve toplum kefelerini, bütün evreni içten ve dıştan kuşatan Tek Allah ve Tek Varlık fikriyle dengelemektedir (Bilgiseven, 1992, 40). Bu yönüyle Türk töresindeki “insan sevgisi” ve “insancıllık” kavramları ile Batı medeniyeti kaynaklı modernleşme sürecinin “hümanizm” bakış açısı arasında, çok ciddi bir ontolojik uyumsuzluk vardır.
Türk modernleşmesinde, birey-toplum ilişkileri bakımından yaşanan en büyük çelişki, temelde pozitivist-modernist bir düşünür olarak, Durkheim’ci sosyolojist sosyoloji görüşlerin, Türk toplumsal ve yönetim yapısının şekillendirilmesinde kullanılmış olmasıdır. Çünkü Durkheim’ci sosyolojist sosyoloji görüşüne göre, bireyler, sosyal realiteden gelen zorlayıcı ve şekillendirici dış etkenlerin etkisi altında düşünür ve davranırlar (Bilgiseven, 1989, 93). Bu anlayış ve bakış açısına göre, toplum içindeki bireyin fazla bir anlamı ve önemi yoktur; birey, sadece mensubu olduğu toplumun içinde yer aldığı için bir anlam ve önem taşımaktadır. Bu durumda, anlamlılık ve önemlilik, sadece topluma mensup olmaktan ibarettir. Bireyin varlığının, toplumun varlığına armağan olması gerekir. “Birey mi? Toplum mu?” ikileminde, kayıtsız ve şartsız tercih, topluma ve toplumsal süreçlere göre olmalıdır. Aslında, böyle bireyi hiçleştiren ve yok sayan böyle bir anlayış, her şeyden önce Batı medeniyetinin ve modernleşme olgusunun en temel varsayımlarından bir olarak, bireyi, toplumun önüne çıkaran ve önceleyen “Hümanist” bakış açısıyla da çelişen bir durumdur. Böyle olduğu için Durkheim’ci görüşler, Batılı toplumsal düzen ve yönetim sistemlerinde, ancak antidemokratik eğilimlerin ortaya çıktığı konjonktürlerde uygulamaya konulmuştur. Durkheim’ci görüşler, özellikle büyük Türkçü düşünür Ziya Gökalp’ın çabalarıyla Cumhuriyet dönemi Türk modernleşmesinde de önemli bir yer tutmuştur. Türk töresinde, esas olan birey-toplum dengesidir; birey için toplumun, toplum için de bireyin feda edilmesi ya da gözden çıkarılması düşünülemez. Bu bağlamda, bireyi, tümden yok saymak suretiyle toplumun, “birey” gerçekliğindensoyutlanarak yüceltilmesi esas itibarıyla Türk töresi ve geleneksel Türk-İslâm medeniyet tasavvuru ile çelişen bir durumdur. Hiç şüphesiz, Ziya Gö- kalp, Türkçülüğün ve Türk milliyetçiliğinin önemli bir isimdir. Türklüğün yıkılmak ve unutturulmak istendiği bir tarihi dönemeçte, Türk milletine adını ve özünü hatırlatmış olması, tarihi bir görev ve hizmettir. Ancak, Gökalp’ın bu konudaki çelişkisi, toplumsal olayları açıklamak için kullanılan kabullerin ve kavramların sınırlarını metodolojik olarak belirlememesi ve “sömürgeci oryantalistlerin” yani şarkiyatçıların Batı medeniyeti tasvirlerini yeterince sorgulamadan kullanmasıdır (Bıçak, 2008,125). Mevcut Türk kültür sistemindeki birey-toplum dengeleri, Batı medeniyet halkasına dair kültür sistemlerinin etkisi altında gerçekleşen sosyal değişmelerin sonucunda, büyük ölçüde bozulmuştur. Şimdiki zamandaki, birey- toplum ilişkisi, ne modernleşme olgusundaki gibi “bireysellik” değeri taşımaktadır, ne de geleneksel “birey-toplum” dengesine dayanmaktadır. İki tarzın dışında, bir kitle kültürü bağlamında adi bir “bencillik” damgası taşımaktadır. Sosyolojik anlamda, “bireysellik”, “birey-toplum” ikileminde, toplumdan uzaklaşmadan ve sosyal bağları koparmadan, ama “birey”i önceleyen bir ilişki tarzı iken; “bencillik”, toplumu hiç hesaba katmadan ve ne pahasına olursa olsun, mutlaka kendi çıkarlarını yücelten bir davranış şeklidir (Eroğlu, 2011,180).
Türk Milliyetçiliğinin Temel Ekseni “Kut” ve “Hikmet” Esaslarına Dayanan “Türk Töresi” Olmalıdır
Her türlü inanç ve ahlak düzeni ile her türlü öğretinin uygulanması sırasında, toplumsal katmanlar ve mevcut kültürel yapılar içerisinde, bir takım sapmaların ve önceden tahmin edilmeyen olumsuz durumların olması kaçınılmazdır. Bu bağlamda, modernleşme olgusunun, kendi bağrından ve tarihi sürecinden çıkmış olduğu Batı medeniyet ve kültür çevrelerinde de, kavramsal değerler ile temel esaslarına dair uygulamalarında birtakım sapma ve yanılsamalar olmuştur. Buna karşılık, modernleşme çabalarının yürütüldüğü Batı dışı toplumların hemen hemen tamamında, farklı derecelerde ve biçimlerde olmak kaydıyla -modernleşmenin kendi ana vatanında ve kıtasında olana göre- çok daha fazla sapma ve çözülmeler meydana gelmiştir. Bu çerçevede, Batı medeniyetinin, kendi tarihi arka planı ile yakın çağ pozitivist-aydınlanmacı zihniyetin katkısıyla şekillendiği en son aşaması olarak modernlik, bütün kültür sistemlerinde olduğu gibi, Türk kültür sistemini de etkisi altına almıştır.
Tanzimatlı yıllardan itibaren Türk kültür sistemini, açık bir şekilde etkisi altına almaya başlayan Batı modernliğinin, o zamandan günümüze kadar olan Türk toplumu üzerindeki etkilerine, genel olarak Türk modernleşmesi denilmektedir. Bu modernleşme çabalarının, Türk kültür sisteminin öncelikle fiziki ve teknik alt yapısında olması gerekirken, büyük ölçüde üst yapı kurumlarında yapılmış olması, geleneksel Türk töresi ve Türk-İslâm medeniyet dairesindeki sosyal sistemin manevi değerleri üzerinde bozucu ve çözücü etkileri olmuştur. Ayrıca, pozitivist-modernist uygulamalar ile bu doğrultudaki kültürel propagandalar ve hatta örtülü propaganda şeklinde yapılan eğitim-öğretim süreçleri, Türk Töresi’nin özünü oluşturan adalet, hak, hakkaniyet, düzen ve denge gibi temel kültür kodlarında çok büyük bozulmalara ve bütün bu değerlerde anlam kayıplarına neden olmuştur. Bu anlamda, Batıcı Türk modernleşme projeleri ve uygulamaları doğrultusunda Türklük, Türklüğün öz mayasını teşkil eden kültür varlığının “başkalaştırılması” yoluyla imha cihetine gidilmiştir. Bu bir kültür soykırımıdır (Duralı, 2010,106). Bu durum, ayrıca Türk kimliğine karşı girişilmiş içeriden çökertme ve yıkma projesidir.
Bütün bunların sonucunda da, Türk modernleşmesi, Türk milletinin toplumsal dokusunu bozarak, ülkenin ve milletin bütünlüğü konusunda çok ciddi bir sorun yumağı ortaya çıkarmakta ve milletin bölünmez unsuru olan insanların bir kısmı, başka bir toplum olma hevesine kapılmaktadırlar. Bundan başka, toplumun en azından önemli bir kısmı, mensubu olduğu milli değerleri dışlayarak, ne pahasına olursa olsun güç, para, makam ve başarı kazanmak; haz, tüketim ve avantaj peşinde olmak tarzında aşırı “bencil” birer sıradan varlıklar hâline gelmişlerdir. Türk modernleşmesinin ortaya koyduğu saçma sapan yasakların ve baskıların yarattığı kolektif bilinçaltı kızgınlık ve öfkesinden dolayı bir kısım insan ve gruplar, bu aşırı bencil duygu ve çıkarlar uğruna, aile ilişkilerini ve mensubu oldukları milletin şerefli bir üyesi olma bağlılıklarını terk edebilmektedirler. Ayrıca, bir takım çıkarlar ve hesaplar doğrultusunda, şereflendikleri İslâm dininin özünü görmezden gelerek, Batı medeniyetinin oryantalist bir yandaşı ve stratejik müttefikleri olabilmektedirler.
Sonuç olarak, Türk milletinin ve Türk dünyasının kaderi ve geleceği, Türk milliyetçiğine bağlıdır. Türk milliyetçiliği, yıkıma ve hatta bir kültür ve kimlik soykırımına uğratılmış Türklüğün kaderini ve geleceğini yeniden inşa ve ihya etme vazifesini, kendisine en büyük strateji ve ülkü edinmelidir. Böyle bir stratejik ülkünün yeniden inşası ve ihyası için yapılması gereken ilk şey, Türk milletinin ve Türk coğrafyasının karşılaşmış olduğu bütün sorunları, nitelikli bilgi bileşenleri ile analiz etmek ve bu bilgi sistemi aracılığıyla etkili çözüm projeleri üretmektir. Türk milliyetçiliğinin entelektüel bilgi birikimine katkı sağlayacak olan bilgi sistemi, başta “vahiy ve vahye dayalı sünnet” olmak üzere, liberal-kapitalist ve Batıcı yanlarından arındırılmış “bilimsel bilgi”, izafî gerçekliği anlatan “felsefe bilgisi”, estetik ve güzelliği temsil eden “sanat bilgisi”, iyiliği keşfeden “ahlâk bilgisi” ve üretkenliği artıracak olan “teknik bilgi” gibi nitelikli bilgi bileşimidir. Bu durum, Türk aydınlarının tembelliği ve sorumsuzluğu ile Batıcı modernistlerin etkili çalışmaları yüzünden uzun bir süredir kesikliğe uğramış olan, Türk kültüründeki “Kut” ve “hikmet” tasavvuruna yeniden dönmeyi ve bu geleneksel değerlere ek olarak çağdaş ideolojik kirliliklerden arındırılmış bilimsel araştırma faaliyetlerine acilen yönelmeyi gerektirmektedir.
* Prof. Dr., Pamukkale Üniversitesi İktisadi ve İdari Bilimler Fakültesi
Başer, Sait (2011), Kutadgu Bilig’te Kut ve Töre, İrfan Yayımcılık Nu:153, İstanbul
Başer, Sait (2011), Kök Tengri, Gök Tanrı’nın Sıfatlarına Esmaü’l Hüsna Açısından, İrfan Yayımcılık Nu:151, İstanbul.
Başer, Sait (2009), “Türk Anlama ve İnanma Modeline Dair”, Haberakademi, 19 Nisan 2009, http://www.habe- rakademi.net/default.asp?inc=makaleoku&hid=9320, Erişim Tarihi, 27.01.2011.
Bıçak, Ayhan ( 2004), “Modern Devletin Oluşumu ve Sorunları”, Kutadgu Bilig, Felsefe Bilim Araştırmaları Dergisi, Sayı:5, İstanbul, ss.59-89.
Bıçak, Ayhan (2009), Türk Düşüncesi-I, Kökenler, Dergâh Yayınları:429, İstanbul.
Bıçak, Ayhan(2004), “Modern Devletin Oluşumu ve Sorunları”, Kutadgu Bilig Dergisi, Sayı:5, Mart, İstanbul, ss.59-89.
Bıçak, Ayhan (2008), “Düşünür Örneği Olarak Ziya Gökalp”, Kutadgu Bilig Dergisi, Sayı:14, Ekimt, İstanbul, ss.97- 130.
Bilgiseven, Âmiran Kurktan (1989), Sosyal İlimler Metodolojisi, 3. Baskı, Filiz Kitabevi, İstanbul.
Bolay, Süleyman Hayri (1996), Felsefi Doktrinler ve Terimler Sözlüğü, 6. Baskı, Akçağ Yayınları:182, Ankara.
DİA (2002), “Kutadgu Bilig maddesi”, Cilt.26, Türkiye Diyanet Vakfı Ansiklopedisi, Ankara, s.478.
Duralı, Ş.Teoman (2010), Omurgasızlaştırılmış Türklük, Dergâh Yayınları:442, İstanbul.
Eroğlu, Feyzullah (2011), Davranış Bilimleri, Beta Basım Yayım Dağıtım A.Ş.,Yayın No:2542, İstanbul.
Hocaoğlu, Durmuş (2010), “Bilgi’den Kudret’e, Kudret’ten Tahakküme” Türkiye Günlüğü, Sayı:104, Ankara.
Kutlu, Sönmez (2011) : “İmam Mâturîdî’nin Akılcı Din Anlayışı”, Türk Yurdu Aralık 2011, Cilt:31,Sayı:292, Ankara
Özakpınar, Yılmaz (1997), Batılılaşma Teorisi ve Mümtaz Turhan, Kubbealtı Neşriyat, İstanbul.
Özakpınar, Yılmaz (1997), İslâm Medeniyeti ve Türk Kültürü, Kubbealtı Neşriyat, İstanbul.
Özakpınar, Yılmaz (1998), Kültür ve Medeniyet Üzerine Denemeler, Ötüken Neşriyat, Yayın Nu:417, İstanbul.
Özakpınar, Yılmaz (1997), Kültür ve Medeniyet Anlayışları ve Bir Medeniyet Teorisi, Kubbealtı Neşriyat, İstanbul.
Popper, Karl R. (2001), Daha İyi Bir Dünya Arayışı, Son Otuz Yılın Makaleleri ve Bildirileri, (Çev. İlknur Aka),Yapı Kredi Yayınları:1474, İstanbul.
Topaloğlu, Bekir (1997), “Hâkim” maddesi, TDV İslâm Ansiklopedisi, Cilt:15, İstanbul, ss. 181-182.
Topaloğlu, Bekir (2003), “Mâturîdî maddesi” TDV İslâm Ansiklopedisi, Cilt:28, İstanbul, ss. 151-157.
Touraine, Alaine (2002), Eşitliklerimiz ve Farklılıklarımızla Birlikte Yaşayabilecek miyiz? (Çev. Olcay Kunal), Yapı Kredi Yayınları:1359, İstanbul.
Touraine, Alaine (2002), Modernliğin Eleştirilmesi, (Çev. Hülya Tufan), Yapı Kredi Yayınları:352, İstanbul.
Yavuz, Yusuf Şevki (2003), “Mâturîdîyye maddesi”, Cilt:28, Türkiye Diyanet Vakfı Ansiklopedisi, Ankara, s.173.
NOT: BU MAKALENİN DAHA ÖNCE YAYIMLANDIĞI YER:
TÜRK YURDU DERGİSİ, 7. Devre, Cilt 32 (64) Sayı: 295 (656), 2012