Türk Modernleşmesinin Öncülleri

Türk Modernleşmesinin Öncülleri[i]

 

Dr. Mehmet Fatih DOĞRUCAN[ii]

Özet

Bir Çağın Kavramsal olarak kapanışında, temel olarak, yeni gelen çağın ilerleme ve gelişme kriterleri referans alınmıştır. İlerleme ve gelişme fikrinin temel nesnesi olan insan, tarih içerisinde çağa göreceli bir yaşam tarzı ile ortaya çıkmıştır. Tüm dünyadaki ilerleme ihtiyacının doğal arayışında bulunan insan, gerçekleştireceği modernleşmenin sebeplerini, başka bir sınıfa, ya da aydın bir grup olarak başka bir sınıfa atfetmiştir. İşte bu sebeple dünya modernleşmesi, kendi içerisinde hep öncü ve öncüler perspektifinde incelenmiştir.

Kıta Avrupası modernleşmesinin öncülü özellikle burjuvazist ve merchantalist bir gelişimin ürünü olarak açıklanırken, ada Avrupasının modernleşmesindeki, aristokrasi inkar edilemez bir öneme sahipti. Hatta bütün batının doğu üzerindeki modernleşme etkisi söz konusu edilirken, Türk modernleşmesinin öncüleri de, Türk Sosyo-kültürel yaşamının en etkin sınıfının merkezinde ortaya çıkacaktı. Şüphesiz ki en etkin sınıf, en eğitimli ve en kurumsal varlığa sahip bir sınıf olarak hasta adam Osmanlı’nın ordusu yani Türk ordusu idi.

Batı modernleşmesinde ki akımların, şüphesiz ki, temel takipçileri, batı dünyasının sosyo-kültürel gelişimini gözlemleyebilecek derecede eğitimli ve bu eğitimin gerektirdiği ölçüde reformist düşünceye sahip kişilerden oluşacaktı. Böylece yenilik ve çözüm arayan en eğitimli grubun yani Türk ordusunun öncülüğünde yeni arayışlarla birlikte, yeni fikirler cereyan edecek ve bu cereyan toplumsal sahada kendisini ortaya koymaya başlayacaktı. O dönemin ordu mensuplarının fikirleri, eski dünyada yeni bir devlet vücuda getirerek, bu devlete de yeni bir doğa yeni bir tayin edecekti.

Bu sebeple bildirimiz, Türk fikir hayatında gerçekleşen modernleşmenin temelinde ki, Türk ordusunun rolünü incelemek olacaktır.

***** 

1- Modernleşme Kavramının Toplumumuz ve Aydınlarımızca Anlaşılmasına Dair

Türk Modernleşmesinin öncüllerini incelemek için öncelikle, bildirinin dayanacağı kavramsal ilkeyi açıklamak yerinde olacaktır. Kavramsal ilke ise bizatihi modernite kavramıdır. Modernite denildiği zaman akla gelen ilk kavramsal, çağın gereklerine uygun yaşamak anlamında kullanılan çağdaşlık ilkesidir. Hâlbuki her çağ kendi dönemine göre uygun düşen fikrî ve sosyal hayatla birlikte kendi dönemini resmetmektedir. Dolayısı ile her çağ kendi döneminin çağdaşıdır. Bu sebeple modernite kavramını eğer çağdaşlığa indirgeyecek olursak, her çağ için moderniteden bahsetmek zarurî olacaktır. Hâlbuki ortaçağ ortaçağdır, ilkçağ ise ilkçağdır. Elbetteki bu tasnif bile, sadece modernite kavramının kendisinden önceki çağları tasnif etmesi bakımından modern düşünceyi diğer dönemlerden ayırmaktadır. Bu ise modernite kavramının kendisini en ileri ve en son nokta olarak görmesi ile açıklanabilir. Halbuki modernite kavramı oluşumu açısından incelenecek olursa ilerlemeci ve gelişmeci bir eksen üzerinde anlaşılmış ve iddia edilmiştir. Şüphesiz ki yorumlar ve umut edilirlik açısından ilerlemeciliğin, gelişimciliğin, bir ideoloji olarak, resmine dönüşen modernite kavramı, yansıma ve anlaşılma açısından en son nokta, varılan en son biçim haline dönüşmüştür. Elbette ki bu kavramın da ötesine ilerlemeler, gelişmeler gerçekleşeceği modernite kavramının bir parçasıdır fakat ideoloji haline dönüşmüş ve çağdaşlık kavramına indirgenmiş bir modernite, şüphesiz ki varılacak en son nokta olarak düşünülmüştür.

Türk modernleşmesi açısından başlangıçta, ilerlemecilik adına ilk sorgulanan noktanın geri kalmışlık olması ileri-geri kavramlarının fiziki bir tarif olmaktan öteye sosyolojik bir değer taşıması, devinim halinde olan ilerlemeciliğin deviniminin ve devamlılığının fark edilmesini güçleştirmiştir. Doğal olarak modern toplumların sahip olduğu ileriliğin yakalanması için,  modernizasyon anlamında bir takım reform ve yenilikler Osmanlı’nın gerileme döneminden itibaren Türk toplumu için reçete anlamı kazanmıştır. Ancak modern anlamda ilerlemeciliğin varılacak en son nokta olarak algılanması ve bunun bir ideolojiye dönüşmesi, anlaşılabilirlik açısından, sadece Türk entelajasiyasına ait değildir. Avrupa aydınlanmasının da temeline yerleşen önemli filozoflarda da bu zafiyet göze çarpmaktadır. Mesela J.S. Mill (1806-1873) “On Liberty” isimli eserinde batı medeniyetini modernitenin bir ürünü olarak anlatırken bile bu medeniyetin varılabilecek en son nokta olduğundan bahsediyor, İngiliz sömürgesi olan Hint toplumlarının bu medeniyet kriterine hiçbir zaman erişemeyeceklerini, bunun da sebebini özgürlük kavramı ile ilişkileri açısından açıklıyordu. Hegel (1770-1831) ise ortaya koyduğu felsefi görüşlerinin felsefe açısından artık son nokta olduğunu ve bundan daha fazla olarak bir şey ifade edilemeyeceğini iddia ederek ilerlemeciliğin oluşturduğu modern dünya içerisinden sonlu mükemmel bir yapının durağanlılığından bahsediyordu. Sonuç itibarı ile modern yapıyı bir model olarak seçen Türk toplumunun ve Türk aydınlarının da bu kavramı insanlığın ve tarihin varacağı son nokta olarak algılaması da anlaşılmaz değildir. 

Hatta “Türk toplumunun yenilenme ve modernleşme çabaları, hali hazırda sona ermemiş bir tarih kesitidir.”[1] cümlesi, tarih kılgısı içinde sonlu bir modernite algısının kanıtı gibi durmaktadır. Ayrıca, cümle içerisinde bu çabaların sona ermediği düşüncesi sadece Türk toplumuna atfedilirken, Batı toplumlarının bu çabasının bitmiş olduğu ise yine bu cümlenin içerisinde kendiliğinden bir kabul halini almıştır. Hâlbuki modernite, eğer tarihi tasnifine başvurmaksızın, düşünsel bir gelişim olarak ele alınacak olursa, ortaçağın içinden bu yana karşımıza çıkan her yenileşme kavramının bizzat kendisi, rasyonalist ve empirist ilkelerle donanan ve bu donanım sayesinde, ilerlemeciliği kendi içinde, zorunlu olarak, duraksamaksızın ve bitmeksizin birikimli gelişme olarak karşımıza çıkacaktır. Hatta ve hatta bu düşünce ekseninde, moderniteden sonraki çağın post-modern bir dönem olarak algılanması bile, bu dönemin moderniteden bağımsız bir dönem olduğu algısına yol açacaktır. Bu durum da, post-modern yapının, sadece, bir eleştiri olmaktan öteye gidemediği ve her post-modern’in de aynı zamanda, gerçek bir modern olduğu düşüncesini göz ardı edecektir. Dolayısı ile Türk aydınlarının moderniteyi, kesintisiz bir safha olarak algılamaktan ziyade, sadece üst bir aşama olarak görmesi, bütün insani ve medeni faaliyetleri ilerilik-gerilik meselesine indirgeyici bir hal almaktadır.    

Tabii ki esas mesele yukarıda da belirttiğimiz gibi,  ileri-geri meselesinin, çağdaş ve çağdışı olarak algılanmasından kaynaklanıyor olması ve oryantalist süreçlerin mimarı olan modernite kavramının içerisinde çağdaşlığın batılılıkla, çağ-dışılığın ise doğululukla ilişkilenmesi hatta batılı oryantalistlerce ilişkilendirilmesi, moderniteyi model alan Türk aydınlarınca modernleşme ve batılılaşma kavramlarını aynılaştırmıştır. Böylece Türk aydınlarının önemli bir kısmında modernleşmeden anlaşılan şey bizzat batılılaşma olarak anlaşılmış ve bu mesele ise yazın tarihimizde böylece teşekkül etmiştir. Elbetteki modernleşme ve batılılaşma eksenine karşı çıkanlar olduğu kadar, modernleşme ve batılılaşma kavramlarını birbirinden ayırıp, batlılaşmaya karşı olup ta modernleşmeye taraftar olanlar, tarihimizde önemli bir noktayı teşkil ederler. İşte bu bildiri, idareden orduya, düşünce adamlarından sanat adamlarına kadar bu ayrımlaşmayı inceleyerek, Türk Modernleşmesinin öncüllerini sorgulayacaktır.

Elbette ki, tarih ilmimiz açısından, modernleşme çabaları, Osmanlı döneminde ki geri kalmışlığın sebep olduğu sosyo-politik kötü sonuçlar ve bunun sonucunda bozulan sosyo-ekonomik yaşam ile ilişkilendirilmektedir. Ancak modernite, bir ilerilik-gerilik meselesinden daha öte olarak aklın kendisini gerçekleştirme safhası olarak açık bir rasyonalizmdir. Bu rasyonalizmin denetlenebilirliği ve doğrulaması açısından açık bir empirizmdir. Böylece doğru veya iyi yolu, aklın sınayıcı ilkeleri açısından araması bakımından da, açık bir pragmatizmdir. Bu sebeple, Osmanlıdaki geri kalmışlığın sonuçlarından çok, bu gerilemenin sebebi olarak rasyonel ilkelerin eksikliğini vurgulamak yerinde olacaktır.

Bu rasyonel eksiklikler, daha çok akıl sistematiğinde bir eksiklik olmaktan ziyade, aklın toplumsal ilerlemesindeki eksiklik ve bunun sonucu olarak tarihsel epistemolojinin ilerlemesinin kesilmesi olarak algılanmalıdır. Bu sebeple, imparatorluğun eğitim sistemi tarihsel köklerinden açık bir kopuş sergilemiştir.  

Esasında bu rasyonel açıdan gerçekleşen eksiklik kavramını aşma çabaları olarak gerçekleşen modernleşme, bir bakıma, birikimli bir ilerlemenin zarureti olarak algılanmamış aksine geri kalmışlık karşısında tercihen kullanılmış bir reçete olarak anlaşılmıştır. İşte bu sebepten dolayı batıdaki modernleşme anlayışından Türk modernleşmesi de önemli bir farkla ayrılmaktadır. Bu fark ise Rönesans farkıdır. Çünkü batıdaki modernleşme anlayışı, birikimli bir ilerlemenin ürünü olarak cehaletten kurtuluşu, eski parlak çağlara bir sıçrama olarak algılamış ve kendi kökleri olarak kabul ettiği yunan coğrafyasının ilk tarihi köklerine bir dönüş yaparak, bu durumu yeniden doğuş anlamında Rönesans olarak kabul etmiştir. Hatta bu kabul ediş barbar Avrupa kavimlerinin devamı niteliğinde bulunan, Avrupa uluslarını rahatsız etmemiş, bizatihi Avrupalı kavimlerinden farklı ilkçağ yunan coğrafyasını, Avrupa’nın kökleri açısından başlangıca yerleştirmek bir ideoloji halini almıştır. Hâlbuki Türk toplumundaki modernleşme meselesi, bazı aydınlarımız tarafından, bize ait olmayan bir medeniyet kriterini model alma olarak yorumlanırken bazı aydınlarımız tarafından da, bu birikimli ilerlemenin biz de daha geç döneme tekabül ettiği o yüzden bu uyanışın bizde 19. yy. da gerçekleştiği düşüncesi hâkimdir. Esasen farklı toplumların farklı dönemlerini karşılaştıran bu aynılaştırma, bir bakıma, tarih ve sosyoloji ilmi açısından tasnif kolaylığı getirirken, diğer yandan kültür ve medeniyet farklılıkları açısından antropolojik farkları göz ardı eder bir mahiyette durmaktadır. Mesela modern tarihçiliğin bir gereği olarak, eski dönemler ilkçağ, ortaçağ gibi çağlara, batılı tarihçiler tarafından bölümlenirken, genel olarak batı medeniyetinin geçirdiği tarihsel evreler dikkate alınmış fakat batı tarihi açısından önemli olan gelişmelere göre bölümlenmiş bu tarih, insanlık tarihi olarak algılanmıştır. Halbuki batı dünyası karanlık ortaçağını yaşarken, doğu dünyası ise o dönemlerde, aydınlık günlerinin ve iktidarın doruğundaydı. İşte böyle bir algılayış tarzı, medeniyetin kendi birikimli ilerlemesini yani epistemolojik düzlemini terk edip, farklı bir kültür ve medeniyet düzlemindeki epistemolojiyi model alma olarak karşımıza çıkmakta, böylece modernleşme çabaları bir model alma olduğu kadar, kendi episteme köklerinden kopma olarak da vücuda gelmektedir.

Osmanlı Aydını, model alma olarak önerdiği modernleşmenin getirdiği sıkıntıların ve yaratacağı kültürel çözülmelerin de, elbette farkındaydı. Fakat Osmanlı aydını kendisine geldiğinde tahayyül edilemeyecek derecede kendisinden ileri durumda bulunan batı dünyası ile karşı karşıyaydı. Bu yüzden geriye dönüp kendi epistemolojik köklerini tarayacak vakte sahip olmadıkları gibi, ilme yaklaşım tarzı olarak Selçuklu medresesinden farklı bir Osmanlı medresesi arasında en az 3-4 asırlık bir kopuş söz konusuydu. Batı dünyası ise bu 3-4 asırlık süreç içerisinde, yepyeni bir anlayış, algılayış, iktisat, iktidar ve kurumlar meydana getirmişti ve bu meydana getirme esnasında devrim niteliği taşıyan eskiyi reddedişine, eski ile hesaplaşmasına rağmen, eski kurumlarından kopma sergilememiş, yeni olanı eskinin olanın, faydalı külleri üzerine kurmuştur. Mesela ilmin nakledicisi olan manastırlarda gerçekleşen çeviri faaliyeti, manastırların tam karşısında bulunan laik üniversitelerde de aynı hızla devam etmiştir. Bu yüzden kendi epistemolojisinden kopmadan devinen batı modernleşmesi doğu için ancak bir model haline dönüşmüştür. Hatta batı devinimini insanlığın devinimi olarak algılayan oryantalistlerce dönüştürülmüştür.

 

2- Modernleşme Öncesine Kısa bir Bakış            

Esasen Selçuklu ve Osmanlı aydını, modernleşme öncesi fikirleri ile moderniteye kaynaklık eden fikirlerin öncüsü olarak da düşünülebilir. Çünkü batı dünyasının Antikiteyi merkeze alan Rönesans düşüncesinden daha önce, doğu dünyası özellikle İslam coğrafyası, açık bir biçimde Antikite ile ilgileniyordu. Antik dönemlerin, Platon (M.Ö. 427-347), Aristoteles (M.Ö. 384-322) gibi, önemli filozofları, Türk-İslam filozoflarınca biliniyor, takip ediliyor ve o dönemin diline çevriliyordu. Mesela Farabi (870-950) gibi, İbn-i Sina (980-1037) gibi Türk filozoflarınca Antik dönem filozofu Aristoteles, muallim-i sanî kabul ediliyordu. Batı modernleşmesinin temelini oluşturan rasyonalite fikri, Selçuklu ve Osmanlı toplumlarının medrese sistematiğinde önemli bir rol oynamaktaydı. Osmanlı devletinin yükseliş döneminde medreselerde müspet bilimler okutulmaktaydı. Müspet ilimlere karşı gösterilen ilgi, Fatih Sultan Mehmet döneminde, en yüksek seviyeye erişmiş ve bu padişahın ölümünden sonra azalmaya başlamıştır.[2]  Bu azalma ise, rasyonalite temelli olarak adlandırabileceğimiz akl-î ilimlerin önemini kaybetmesi ve sonrasında nakl-î ilimlerin önem kazanması ile açıklanabilir. Esasında tam da bu dönemlerde, Osmanlı entelajasiyası, dogmatik eğilimlere artan bir biçimde yönelirken, batı dünyası ise, Rönesans faaliyetleri, hümanizma hareketleri ve sanayi devrimi ile gelişme kaydetmeye başlamıştı. Ulemay-ı Rüsum ise büyük bir devlet içerisinde bulunmanın rehaveti ile batıdaki gelişmelerin farkında değildi. Nakl-î ilim sebebi ve bu ilmin öncülleri sorgulanamaz bir doğruyu kabul etmesi nedeni ile, Frenk ülkelerindeki gelişmelere Osmanlı ilim adamları kayıtsız kalmıştır. Hâlbuki fatih Sultan Mehmet’in Sahn-ı Seman medreselerinde açık bir akli ilim vardı, bütün temelini ise ilerlemecilik ilkesinden almaktaydı.[3] Çünkü temel fikir Fütuhattan evvel düşünsel ve sosyal ilerlemeydi. Fütuhat fikri ise bu sosyal ve düşünsel ilerlemenin politik bir yansıması olarak devlet politikasına dönüşmüştü. Belki de bir hata da fütuhat meselesinde, İslamiyet’in etken nedenlerinden sadece birisi olarak düşünülmeyip, tek etken mesele olarak addedilmesidir. Hâlbuki düşünsel manada bir ilerleme olmaksızın, sosyal ve coğrafi bir ilerleme olamayacağı aşikar bir meseledir. Dolayısı ile politik genişleme ve ilerlemenin bir sonucu olan fütuhat politikaları da, doğal olarak akl-î ilerlemenin bir ürünüdür. Fakat zaman içerisinde Osmanlı medreselerinde, nakli ilimlerin artması akıl faaliyetlerini kısıtlar bir noktaya getirmiş, böylece dünya gelişiminin dışında bir Osmanlı ilmiyesi vücuda gelmeye başlamıştır. Fakat kapalı ekonomi olarak feodal dönemlerini geride bırakmış ve açık ekonomi arayışlarının şekillendirdiği Avrupa, ilerleme ve gelişme idesi ile beraber kabuğundan çıkmaya ve genişlemeye başlamıştır. bu gelişimden ancak kısmen haberdar olanlar da şüphesiz ki, az sayıda bulunan ve medrese dışında yetişmiş olan Katip Çelebi (1608–1656), İbrahim Müteferrika (1674–1745) Gelenbevi İsmail (1730–1791) efendiler gibi düşünür ve teknik adamlarıdır.[4]

Yukarıda batının modern öncüllerinin ise doğu dünyasındaki 900 ile 1300 yılları arasında gerçekleşen İslam ve İslam ülkelerinin geliştirdiği düşüncelerde saklı olduğunu belirtmiştik. Modernite fikrinin başlangıcına yerleştirilen, Descartes’ın ve aydınlanmanın önemli bir motifi sayılan Hume’un düşüncelerinin, Doğu dünyasını karanlığa sürüklediği ve dogmatizme mahkûm ettiği ileri sürülen İmam-ı Gazali’den etkilendiği aşikârdır. Hume’un determinist ilkeleri eleştiri tarzı ile, endüktif (genellemeci) bilginin kesin doğru olarak kabul edilmesine karşı çıkan görüşleri, İmam-ı Gazali’nin Mucizelerin imkanını savunduğu düşüncelerinden kopyalanmış gibidir. Descartes’ın sezgiselcilik noktasında belirttiği düşünceleri için ortaya çıkan epistemolojik problem, “Bilgilerimin teminatı Tanrıdır.” anlayışı ile giderilmiştir. Bu ise skeptik bir düzlemden kurtuluş aşamasıdır.[5] Aynı düzlemde İmam-ı Gazali de Descartes’ten beş asır önce, bütün bilgilerin teminatının Tanrı olduğu düşüncesinden hareket etmiştir. Diğer yandan Descartes’ın “Cogito ergo sum”, “Düşünüyorum, o halde varım” düşüncesi, varlığın varlık olmak bakımından kendisi ile açıklanabileceğini ileri sürerken, bu düşünce öznenin kendisini önemli hale getirmiş ve böylece insan artık Tanrının ve onun yeryüzündeki temsilcilerinin nesnesi olmaktan öteye, kendisinin öznesi haline dönüşmüştür. Bu ise hümanizma faaliyetinin başlangıcı sayılan bir öncül olarak kabul edilmiş, böylece Rönesans hareketleri ile hümanizma faaliyetleri, çağdaş olarak aynı anlama kavuşmuştur. Bunun sonucu olarak, modernite kavramı, insanlığın herhangi bir manevi otorite olmaksızın, kendi düşüncesini temel aldığı sosyo-politik bir çağ olarak ortaya çıkmıştır. Esasında bu durumun öncülleri yine doğu dünyasında aranabilir. Mesela insan algısının, varlık olmak bakımından varlık üzerindeki etkisi ve bireysel düşüncenin önemi Descartes’tan çok daha önce Hayyam tarafından dile getirilmiştir. Hayyam şu şiirinde örtük bir biçimde birey düşüncesinin otoriteden bağımsızlığını, açık bir biçimde de algısal dünyanın varlık üzerindeki tahakkümünü vurgulamaktadır. Yani bir bakıma yine açık ve şüphe götürmez bir biçimde Berkeley’in (1685-1753) algıcılığından çok daha önce algısal bir düzlemin imkânından kesin bir biçimde bahsetmiştir.

Hayyam’ın bahis konusu olan şiiri ise şudur. 

Ben olmayınca bu güller, bu serviler yok.

Kızıl dudaklar, mis kokulu şaraplar yok.

Sabahlar, akşamlar, sevinçler tasalar yok.

Ben düşündükçe var dünya, ben yok o da yok. 

Fakat Osmanlı’nın değişen ve gelişen şartlar sebebi ile. Kendi epistemolojik kökünde bulunan bu düşüncelere ehemmiyet etmemesi hatta bu tarz düşünceleri devlet ideolojisi sebebi ile karşıt kabul etmesi, duraklama döneminden gerileme dönemine kadar, artan bir biçimde medreselerdeki tedrisatı atıl bırakmıştır. Diğer yandan o dönem Avrupa’sının ilerleme ve gelişme faaliyetlerinde İslam Rönesansının etkilerini, Osmanlının keşfedemediği de açıktır ki, modernleşme çabaları dahi, 19 yy da yeniden doğuş manasında kendi köklerine dönüşü değil, batılı ulusları model alma olarak gerçekleşmiştir. Hâlbuki moderniteye uygun ortamı ve gelişim sahasını Rönesans faaliyetleri getirmiş, Rönesans faaliyetleri ise yeniden doğuş manasında, edebiyat, sanat alanında başlayarak rasyonelliğin her alanına, artarak yayılmıştır. Fakat bizim aydınlarımız açısından, içinde bulunulan toplumsal kötü bir durumu aşma reçetesi olarak algılanan modernleşme kavramı “Aynı onlar gibi olmalıyız” ana fikri ile referans alınmış. Böylece batılılaşma ve modernleşme, bu işin öncülüğünü yapan aydınlarımızın önemli bir kısmınca bir ve aynı şey olarak algılana gelmiştir.     

 

3- Modernleşmemizin Öncülü Olarak Şahıslar ve Olaylar Hakkında…

Modernleşme tarihimizin başlangıcını çeşitli olaylar ve şahıslar açısından başlatan tarih anlayışları mevcuttur. Olayların ilerleme ve gelişme cetveli açısından kazandığı önem, şahısların ise dönemlerinden spesifik farklarla ayrılmaları, bu anlayışların temeline yerleşen önemli olgulardır. Padişah Genç Osman’ın reformist tavırları, III. Selim’in çabaları veya II. Mahmut’un kurumsallaşma anlayışı, çeşitli tarih anlayışlarında başlangıç olarak ele alınırken, modernleşme çabalarını, toplumsal faaliyet açısından, Asakir-i Mansurei Muhammediye’nin, Nizam-ı Cedit’in kuruluşuna indirgeyen veya Sened-i İttifak’ın ilanı, Yeniçeri ocağının kaldırılması, Tanzimat’ın ilanı gibi meseleler ile ele alan tarih anlayışları da mevcuttur. Bu anlayışlardan en yaygın olanları ise, modernite başlangıcında reformist kişilik olarak II. Mahmut’u, en önemli faaliyet olarak ise Tanzimat hareketlerini gören anlayışlardır. Elbette bu anlayışlar, tarih ilminin sosyal hadiselerini, düşünsel ve bilimsel açıdan daha rahat takip etmek çabası ile gerçekleştirilen tasnifleme çabalarıdır. Fakat bu tasnifleme çabaları, daha önce ki kısımlarda da belirttiğim üzere, tüm insanlık kavramını, bir ve aynıymış gibi ele alıp, bu kabul üzerinden tasnifleme çabasına girişmektedir. Bu tasnifleme çabası ise kavramsal bir takım kabullerden hareket ettiği için, sosyal değişimleri de bir ve aynı olarak insanlığı etkileyen yasaların sonucu gibi ele almıştır. Zaten kavramsal bir kabul artık bir bakıma yasa manası da kazanmaktadır. Mesela toplumların kabuk değiştirme meselesi (manierisme) insanlık tarihini bir bütün olarak kabul eden bir kavramsal anlayışın bilimsel yasalara bağlanması ile ortaya çıkmış bir kavramdır. Bu kavram tarih içerisindeki herhangi bir sosyal değişimi diğeri ile kıyaslarken ilerilik veya geri kalmışlık açısından toplumları bir ve aynı kabul eden ölçüte göre değerlendirir. Böylece Osmanlı’nın 19. yy ı, Rusya’nın 18. yy’ı, Avrupa’nın 16. yy’ı tarihsel tasnif açısından aynılaşan bir noktaya giderken[6], bu tasnif sosyolojik gelişmeleri veya toplumsal psikolojileri, beklentileri de bir ve aynıymış gibi ele alıyor. İşte böyle bir tasnif anlayışı, bir çağın öncüllerinin bir önceki çağda bulunabileceği gerçeğini gözden kaçırmaya sebep oluyor. Mesela rönesansı, Başlangıç açısından, keskin bir biçimde, 15. yy a sabitleyen anlayış, ortaçağın içinde bulunan Rönesans başlangıcına öncül olan hadiseleri, sırf Rönesans öncesi olarak algıladığından dolayı ve Rönesans öncesini de “Karanlık Ortaçağ” olarak adlandırdığı için, neden-sonuç dizgesi olan tarih hakkında zaman zaman yanılma ve yanılsama içine düşmektedir.

Elbette bizde de, tarihsel gelişimi bu şekilde tasnif etme hadisesi mevcuttur. Modernleşme çabalarını III. Selim, II. Mahmut veya Tanzimat ile ele alan bir tarih anlayışımız vardır. Fakat bu çabalar tarih ilminin kolay anlaşılmasını sağlayacak kategorilendirmeyi sağlarken, çağların bir önceki dönemle olan açık ve seçik ilişkisini kopuk bir biçimde ele almaktadır. Mesela Osmanlı Modernleşmesi ile Tanzimat döneminin düşüncesi referans alınırken, bir önceki dönemin sadece geri kalmışlığı ve bu sebepten dolayı Tanzimat’ın vücuda geldiği savunuluyor. Halbuki Tarih ilmi neden-sonuççu bir dizgenin ürünü olarak sadece tepkime değil aynı zamanda etkileme olarak da düşünülmelidir. 

İşte bu sebeple Tarih İlmi açısından pek bir önem arz etmese de, düşünce ilmi açısından önem arz edebilecek bir şâhısı öncül alarak işe başlayabiliriz. Modernleşme çabaları ve modernleşme dönemi genel olarak 20. yy. literatürlerinde, baskıcı Tanrısal otoriteye başkaldırış olarak resmedilirken, çoğunlukla bağnazlık ve taassup ile mücadele açısından irdelenmiştir. Hatta Avrupa ve özellikle Fransız aydınlanmasının, hemen hemen bütün rasyonel ilkelerinin altında taassup ile görülen hesaplaşma göze çarpmaktadır. 18. yy. Avrupa’sının açık bir karakteristiğidir bu durum… Hatta Türk Cumhuriyet modernleşmesinin temeline açık bir etkide bulunan bu dönem düşünürleri, ister ateist (tanrıtanımaz) olsun, ister deist olsun (Yaradancı), kesin bir biçimde bağnazlık ve taassup altında ortaya çıkan her düşünceye karşı bir reddediş sergilemişlerdir. Cumhuriyetimizin modernleşmesinde Voltaire, Diderot, Rousseau gibi aydınlanma filozoflarının önemli bir etkisi olduğu düşünülmektedir. Fakat Voltaire, 18. yy içerisinde, bağnazlıkla mücadele ilkelerinden bahsederken kendisinden önceki asırda tam da Osmanlının karanlık günlerinin başlangıcı olarak düşünülen çağda, Katip Çelebi bağnazlıkla mücadele etme gerekliliğini vurgulamıştır,[7] Esasında geri kalmışlık meselesi ister batı olsun ister doğu olsun, Akl-i ilimlerin eksikliğini vurgulamakla ortaya çıkarılan bir hadisedir. Yani 18. yy. aydınlanma Avrupa’sı dahi geri kalmışlık ilkelerini sorgulaması hasebi ile modern dünya kriterlerine ulaşmıştır. Bu sebeple modernitenin başlangıcını Rasyonel ilkelerin ve akla dayanan ilimlerin eksikliğini fark etmek meselesi ile başlatsak, pek de haksızlık etmeyiz. Katip Çelebi, 18. yy. Aydınlanma Avrupa’sından bir önceki asırda Akla dayanan ilimlerin gereği üzerindeki meselelere değinmiştir. Hatta toplumsal bozulmanın ve gerilemenin farkında olarak, gerileme ve bozulma gerekçelerini, Fatih sultan Mehmet döneminden sonra medreselerin programından kaldırılan Felsefe ve Hendese derslerinin eksikliğine bağlar.[8] Katip Çelebi taraftar ruhlu ateşli çekişmelerden açık bir rahatsızlık duymakta ve özellikle din hakkında gerçekleşecek her tartışmanın taassup ve bağnazlığa yol açtığını ileri sürecektir. Mesela Sivasi Efendi ile Kadızade Mehmet Efendi arasındaki dinsel çekişme hakkında şunları söylerken, bir bakıma taassupla da mücadele etmektedir.

“Kürsilerde birbirlerine taş atıp laf sokarak dil ile yaptıkları karşılaşma, kılıç ve süngü ile savaş yol açmaya yaklaşınca Saltanat tarafından kimilerinin kulaklarını çekip terbiye etmek lazım geldi, İslamlığın ve Müslümanların Sultanı’nın bu türlü kuru dindarlık ve Taassup sahiplerini, kim olursa olsun ezip yola getirmesi, üzerine düşen vazifelerdendir. Çünkü geçmişte bu tür taassup kavgasından çok fesat olmuştur.”[9]             

Eğer bir parça dikkat edilecek olursa Avrupa’nın 17. yüzyılında ortaya çıkan modern bakış açısı, Kâtip Çelebi’nin ağzından Osmanlı toplumunda da dile gelmektedir. Taassubu yerme ve taassubun sonuçlarını düşünmek bakımından, !8. yy Fransız aydınlarına benzer bir üsluba sahiptir ki, Kâtip Çelebi, eserleri ile sonraki dönemler takip edilen önemli bir ilim adamı hüviyeti kazanmıştır. 17. yüzyıl içerisinde, Osmanlı toplumunda Felsefe faaliyetleri pek fazla olmasa da, Kâtip Çelebi felsefe ilminin toplum hayatı açısından önemine vakıftı. Fakat aynı çağın Avrupa’sında ise felsefe faaliyetleri bütün hızsı ile devam ederken, hatta bünyesinden ilk modern kuramcılar olarak bahsedebileceğimiz, Thomas Hobbes, Descartes gibi kuramcılar çıkartıyorken diğer yandan artık felsefe ilminin kendisi sorgulanmaya başlamıştı. Akl-i bir faaliyet olan felsefe, empirist (deneyci) ve sensualist (duyumcu) ilkelerle birlikte düşünülmeye başlanan düşüncelerle karşılaşınca, iddialarının metafizik olduğu gerekçesi ile önemini kaybetmeye başlamıştır. Çünkü iki farklı varlık görüşü olan Ruh (akıl) beden (madde) bir araya düşünülmeye başlayınca, o zamana kadar, fani (geçici) olarak kabul gören ve önemsiz addedilen madde, artık artan bir şiddetle önem kazanmaya başlamıştır. Böylece madde ve maddenin önemini kavrayan akıl öncekinden farklı bir çağın başvuru kaynakları haline gelmiştir ve bu çağ ise artık modernitedir. Aklın ve deneyciliğin temel başvuru haline dönüştüğü bu dönemde artık her kavram somut bir biçimde ele alınmaya başlanmış ve olguculuk (pozitivizm) fikri önem kazanmaya başlamıştır. Bu sebeple modernleşecek durumda veya modernleşme eğiliminde bulunan her toplum gibi, Osmanlı modernleşmesine de pozitivizm, özellikle Tanzimat’tan sonra mühür vurmuştur. Her ne kadar Cumhuriyet modernleşmesi, imparatorluğu ret ve telin fikirlerini bünyesinde taşıyor, imparatorluk dönemi hadiselerinden kendisini ayrı tutuyorsa da, Osmanlı İmparatorluğunun modernleşme çabaları ve bu çabalar sonucu ortaya çıkan pozitivizm Cumhuriyet modernleşmesinin reddedilemez bir öncülü olmuştur.

Esasında, Osmanlı modernleşmesinin temelinde bulunan pozitivist ilkeler şu açıdan da açıklanabilir. Osmanlı düşüncesi ve ideolojisi geri kalmışlık sebebi olarak sosyo-politik yaşamını irdelemiyor veya geri kalmanın sebebini sosyo-politik yaşamında aramıyordu. Geri kalmışlığın tüm gerekçelerini ise askeri alanda gerçekleşen gerileme veya devletin dengesiz harcamalarında görüyordu. Bu sebepten dolayı gerilemenin durdurulması ve meselenin çözümünde, modernleşme kaygısından ziyade, bozulan kurum ve yapıların reform yolu ile düzeltilme esası rol oynamış, fakat bu da sonuç vermeyince, en azından askeri manada batı dünyasını örnek alma fikri hâsıl olmuştur. İşte bu sebeple I. Mahmut döneminden itibaren açılan mühendishanelerde, batı usulünde matematik ve tatbiki fen bilimleri, yeterli olmasa da, okutulmaya başlanmıştır.[10] Elbette ilim yapmak maksadı ile açılmayıp, sadece orduya teknik adam yetiştirmek maksadında olan bu mühendishaneler, bir müddet sonra eldeki tek modern kurum olması sebebi ile modernleşmenin bayraktarlığını yapan bir kurum olmuştur. 19. yy’da asker eğiten bu kurumlar, şüphesiz ki, modern bir askeri sınıf tanzim etmiş ve askeri işler ile devlet işleri iç içe bulunan Osmanlı imparatorluğunun modernleşmesinde önemli rol oynamıştır. Elbette ki, modernleşmemizin tek öncülü ordu eğitimi maksadıyla kurulan ve akl-i ilimlerle eğitim yapan mektepler değildir. Modernleşmenin temeli olan müsbet ilimler Türkiye’ye çeşitli vasıtalar ile girmiştir. Örneğin ikamet elçiliği vazifesi ile Avrupa’ya gidenler bu duruma örnek olarak verilebilir. 1797 yılında Fransa’da büyük elçilik görevi ile bulunan Seyyid Ali Efendi rasathane ve yıldızlar hakkında verdiği bilgiler, bir nevi müsbet bilimleri Türkiye’ye tanıtır bir mahiyettedir.[11] Çünkü kendisinden 80 yıl kadar önce de Fransa’da, Aynı rasathaneyi gezen, aynı teleskopla göğe bakan Yirmisekiz Mehmet Çelebi, halef’i kadar aydınlatıcı olmamıştı. Fakat Seyyid Ali Efendi’den büyük elçili görevini üstlenen, Muhib Efendi Paris’te fizik ve kimya labarotuarlarını gezmiş ve tafsilatlı bilgi halinde görüşlerini nakletmişti. Şüphesiz ki bu düşünceler teknik ilerlemenin sebebi olarak, fen bilimlerindeki ilerlemenin açıklayıcısı durumundadır. Fakat yukarıda nakledilen düşüncelerin hiç basılmamış olması, Akl-i ilimlerin Osmanlı ülkelerinde yayılmamasının sebebi haline dönüşmüştür.[12] Lakin eserler basılmamış olsa bile daha sonra göreve gelecek olanlar açısından, Osmanlı imparatorluğunun batı ile aynı teknik imkanlara sahip olma gerekliliği ve bu düşünceler resmi belgelere girecektir. Böylece yenilikçi Padişahlar, yenilik fikrini uygulayabilecekleri ve uygulatabilecekleri bürokrasiyi, batılılaşma konusundaki yardımları, Büyük elçiliklerdeki genç memurlarda bulacaklardır. 1807 Kabakçı Ayaklanması sırasında ölen Mahmut Paşa, 1834 yıllarında İngiltere’de bulunan Mustafa Reşid Paşa, Viyana’da Sadık Rifat Paşa, Berlin’de Mehmed Kamil Paşa sayılabilir. Fakat netice itibarı ile Osmanlı tarafından batıda kurulmuş büyükelçilikler, Türk modernleşmesinin temelini batılılaşma ile aynılaştıracak ilk kurumlardır ve bu misyona, bir miras olarak, Cumhuriyet tarihi boyunca da hizmet etmiştirler. 

Müsbet ilimlerin modernleşme öncülü olarak yurtta yayılmasından bahsediyorsak, Mühendishane-i Berri Hümayun Başhocası İshak Efendi’nin okuttuğu dersler ve yazdığı eserler Müsbet ilimlerin ülke genelinde yayılmasına öncülük etmiştir.[13]  1831-34 yılları arasında yayınladığı Mecmua-i Ulum-i Riyaziye isimli eseri batı usulleri kaynak alınarak hazırlanmış ve Arapçadan türettiği matematik terimleri, 1930 lu yıllara kadar kullanılmıştır.

Daha önce de, Osmanlı Devleti’nin modernleşme çabalarının hayatın her alanında modernleşme olmasından çok, askeri manada teknik bir gelişme çabası, bunun başarısızlığı uğraması ile bu yenileşmenin devlet kurumlarına yayılması olduğunu belirtmiştik. Elbette ki, modern eğitim usullerince donanan ordunun, modernleşmede ki, rolünü belirlemeden önce, daimi elçiliklerin Osmanlı devletine dışarıdan gönderdiği sivil ve askeri öğretmenlere değinmekte fayda var. Netice itibarı ile Batı dünyası ve özellikle İngiltere, sömürge yolları üzerindeki zayıf Osmanlı imparatorluğunu tehdit eden güçlü Rus Çarlığına karşı, bu devleti müttefik kabul etmiş ve Rus ordusuna karşı mukavemet edebileceği teknik eğitim konusunda yardımcı olmaya çalışmıştır. Fakat Türk ordusunu fiilen kumanda etmek gibi bir arzu bulunduğundan dolayı bu meselede Prusyalı eğitmenlerin daha çok yardımı olmuştur.[14] Fakat Osmanlı Devleti eğitim meselesini sonuna kadar götürmeye kararlı idi. Çünkü yurtdışına öğrenci gönderme meselesi II. Mahmut devrinin önemli bir politikası olarak da görülebilir. Çünkü kendisinden sonraki dönemde de, Avrupai eğitim tarzı maksadı ile yurt dışına talebe gönderme meselesi devam edecek hatta 1850 lerden sonra yurt dışına eğitim için göndermekten fazla olarak, yurtdışından eğitimciler ve mürebbiyeler, yurdun önemli şehirlerine dolacak ve Avrupai eğitim artık yurt içinde de, yapılmaya başlanacaktır. 

Osmanlının askeri alanda gerçekleştirmeye çalıştığı modernleşme çabaları, kendi vilayeti olan Mısır karşısında dahi başarısızlığa uğrayınca, düşünce alanında da, islahat yapılması fikri elzem bulunmuştur. 1839 yılında Mustafa Reşit Paşa’nın Gülhane parkında okuduğu Hattı Humayun ile Osmanlı devletinde Tanzimat devri başlamıştır. Böylece modern devletin temeli olan mülkiyet ve vatandaşlık gibi kavramlarda ilk defa sosyal eşitlik ilkesi ile fikir beyan ediliyordu. Bu fermanın devamında 1858 yılında Ali ve Fuat Paşalara çıkardıkları ceza ve ticaret kanunları ile sivilazasyon düşüncesini hızlandırdılar. Çünkü sivilizasyon o dönem aydını için batı sosyal hayatı ve adetleri idi.[15] Fakat burada dikkat edilmesi gereken bir husus vardır. Genelde günümüz tarihçileri ve aydınları açısından Tanzimat hareketleri ve arkasından gelen dönem, yenileşme ve batılılaşma açısından övgü ile ele alınır. Gerekçe olarak Osmanlı’nın kendi iradesi ile yenileşme çabası olarak gösterilir. Ancak bir parça dikkat edilecek olursa Tanzimat’ın İlanı tam da, Mısır vilayetinin ayaklanmasına müdahale eden, İngiltere ile artan ilişkiler dönemine denk gelmektedir. Sonuç itibarı ile bir yandan Osmanlı’yı Ruslar karşısında askeri açıdan güçlü kılmak isteyen İngiltere söz konusu iken, diğer yandan azınlıklar ile doğrudan ve misyoner faaliyetleri çerçevesinde ilgilenen bir İngiltere mevcuttur. Bu açıdan bakılacak olursa, Osmanlı gibi geniş bir coğrafyayı da, İngiltere’nin ellerine bırakmak istemeyen bir Fransa mevcuttur. O halde Osmanlı’nın modernleşme faaliyetleri adı altında ortaya çıkan batılılaşma meselesini bu devletlerin açık bir etkisi olmaksızın düşünmemiz, tarih ve sosyoloji ilminin gereği olarak söz konusu bile olamaz.

Mesela 1839 Tanzimat Fermanı’nda bir İngiliz etkisi bulunduğu, en azından İngiliz eğitmenlerin ve İngiltere’den sefaret yolu ile görgü kazanmış aydınlarımızın görüşlerinin önemli olduğu açıktır. Osmanlı Rus savaşının ardından imzalanan 1856 Paris barış antlaşmasının temel niteliğinin Tanzimat’ın devamlılığı üzerine oturması ve bu devamlılık için Islahat Fermanı’nın istenmesi açık bir batı etkisidir. Netice itibarı ile 1856 da Islahat fermanı yayınlanmış ve o fermanın bir gereği olan Anayasa (Kanun-i Esasi) ile Meşrutiyet 1876 da içeriden ve dışarıdan gelen baskı ile ilan edilmiştir. Hatta Abdulhamit’in tahta çıkmasının şartı olarak öne sürülen bir meseledir. Dikkat edilecek olursa o dönem parlamentosunda açık bir eşitsizlik de hâkimdir. Bu eşitsizlik ise azınlıkların lehinde bir gelişimdir.[16]

Elbette ki sivilleşme açısından dışarıdan büyük bir etki geldiği açıktır. Fakat Türk toplumunun sivilleşmesi veya batılılaşması hadisesini her ne kadar çeşitli sebepler ışığında ele alsak da, en önemli mesele Türk ordusunun modernleşmesi ve bu sistematiği benimsemesi meselesidir. Çünkü Türkiye’de modernleşme meselesi geri kalmışlığın bir sonucu olarak başlamış eski ihtişamlı Osmanlı’nın yerini ihtişamlı Avrupa’ya bırakması olarak algılanmıştı. Böylece İhtişamı yeniden yerine getirecek biricik kurum ise orduydu. Bu yüzden Ordu’nun modernleştirilmesi hadisesi sonraki yıllarda halk geneline yayılacak en önemli vasıta olacaktır.

Modernleşme akımı ulusları belirli aydınlar çerçevesinde şekillendirmiştir. İngiliz Modernleşmesinin temelinde, en eğitimli sınıf olarak, İngiliz soylularından bahsedebiliriz. Bu yüzden İngiliz halkını modern ilkelerle zaman içinde İngiliz soyluları ve İngiliz soyluların desteklediği düşünürler etkilemiştir. Fransız aydınlanmasında da soyluların payı vardır. Fakat payın büyük bir çoğunluğu burjuva sınıfına aittir. Çünkü dönemin en eğitimli sınıfı şüphesiz ki, teknik imkânları ve modern araçları, para kazanma açısından maharetle kullanabilen burjuva sınıfıydı. Doğal olarak bu sınıfın elde ettiği güç ve maddi olarak desteklediği aydınlar kitlesi, Avrupa modernleşmesinin öncülünü oluşturmuşlardır. Eğer bir parça dikkat edilecek olursa Avrupa’nın modernleşmesinde rol oynayan sınıfların varlığını geleneksel güç olarak sürdürdüğü göze çarpacaktır. Doğal olarak da Türk modernleşmesinin temelinde Türk Ordusunun bulunması, modernite açısından ortaya çıkan her kavramsalda ister politik durum, ister sosyal hayat olsun, onu, önemli bir mihenk taşı durumuna getirmektedir.

Abdulhamit Tanzimatçıların ihmal ettiği eğitime büyük bir önem verdi. Fakat eğitim meselesi kesinlikle fenni hadiseler çerçevesinde ele alındı. Sosyal bilimler ile ilgili gelişmeler tehlikeli veya zararlı görüldüğünden dolayı bu dönemde bu yolda bu tarz bir çalışma pek gerçekleşememiştir. Hatta fen ve teknik alanlardaki her yeniliğe açık olduğu halde, batının hür düşünce ve kültür hareketlerine şiddetle karşı çıkmıştır.[17] Hatta hür düşünce ve kültür faaliyetleri ile alakalı olarak her düşünceye karşı yoğun bir sansür uygulaması başlatmıştır. Bu sebeple edebi gelişim sembolist veya parnasyen akımların ötesine gidemez iken, Ahmet Mithat, Cevdet Paşa gibi muhafazakâr yazarlar literatüre hâkim oldu. Böylece Edebiyat-ı Cedide’nin ideolojisi konjektörden dolayı Ütopyacı bireycilik olmuştur.[18] Bunu takip eden Servet-i Fünun hareketi de, Tevfik Fikret’in hümanizmine rağmen realiteden uzak kaldı. Hatta ve hatta Servet-i Fünun dergisi edebiyat üzerine ve edebi konular ile ilgilenirken İsmi “Fennin Zenginliği” anlamına gelmektedir. İşte bu durum bile teknik ilerleme modernleşmeden anlaşılan tek şeyin Fen Bilimleri olduğunun kanıtıdır.

Sonuç itibarı ile Modernleşme araçlarının sadece Fen Bilimleri ile donandığı bir ortamda, Fen eğitiminden en kapsamlı biçimde geçenler, bir sonraki dönemde hâkim ideolojinin bu olmasından dolayı, iktidarı ele geçirmişlerdir. Çünkü Fen bilimlerinin bu denli referans alınması ister istemez pozitivist ilkeleri hâkim kılacak ve en etkin düşünce sistematiği ise pozitivizm olacaktır.

Pozitivizmi Türkiye’de temsil eden en önemli isimlerden biri ise Beşir Fuad’dır. Halep’te Cizvit okullarından yetişen Beşir Fuad, İstanbul’a geldikten sonra Harbiye’yi bitirerek subay çıkmıştır. Şüphesiz ki, Abdülhamit dönemi aydınlarından olması, onda, pragmatist bir açıklama eğilimi geliştirmiştir. Bu açıklama eğilimi ise döneminin görüşleri ve biyolojik materyalizm ile açıklanabilirdi. Her ne kadar 35 yaşında intihar edip öldüyse de, görüşleri ve fikirleri açısından, tabi olduğu mesleki unvan açısından kendisinden sonra gelen askeri tıp öğrencilerini ve dolayısı ile askeri öğrencileri etkilemiştir. Ölümünden 2 yıl sonra 1889 da Askeri Tıbbiye okulunda Genç Türk Hareketi “İttihad-i Osmanî Cemiyeti” adı altında örgütlendi[19] Abdülhamit’e karşı örgütlenen bu grubu siyasi polis ortaya çıkardıktan sonra, hareketin öncüleri tutuklanıp sürgüne gönderildi. Genç Türkler, Yeni Osmanlılardan farklı olarak biyolojik materyalizme inanmış ve pozitivist ilkelerle donanmıştı. Böylece Şükrü Hanioğlunun işaret ettiği üzere, “dinin belirleyici olduğu bir toplumda, tüm değer sistemleri ile çatışan bir aydın tipi meydana gelmişti. Abdullah Cevdet bu simalara örnek olarak verilse de, Pozitivist Comte’un hararetli ve ateşli savunucusu olan Ahmet Rıza Bey hem genç Türklerin temsilcisidir hem de Gizli yollardan yayımlayıp ülkeye soktuğu Meşveret gazetesi ile, pozitivizmin yayılmasında rolü büyüktür. Elbette ki, mümkün olan en yoğun fen Tedrisatından geçen Ordu öğrencileri ve mektepli subaylar bu fikirlere kayıtsız kalmayarak 1909 da yönetimi ele geçirmişlerdir.

Balkanlarda ki başarısızlıkla beraber Osmanlıcılık düşüncesi iflas etmiş ve toplum mühendisliği düşüncesi ile tek reçete olarak Türkçülük düşünülmüştü. 1912 de kurulan Türk Ocağı’nda Ziya Gökalp Neo-pozitivist Durkheim’in düşünceleri ile toplumcu bir çözüm aramakta, Türk Yurdu dergisinde ise bu noktayı dile getirmektedir. Rus Narodnik etkisinde kalan Akçuralı Yusuf bu dönemin Türkçülük faaliyetlerine Halkçılık vasfını kazandırmış, daha sonraki dönemlerde, bu düşünceler cumhuriyet ideolojisinde önemli bir rol oynamıştır. Sonuç itibarı ile düşünülecek olursa modernleşme faaliyetlerinde ki, bir çok unsur ve çaba yan etken olarak kalırken Askeri unsurlar temel etken olarak modernleşme ve batılaşma faaliyetlerinin dinamiği haline dönüşmüşlerdir. 

 

4-SONUÇ

Sonuç itibarı ile burada belirtilmek istenen en temel öğe modernleşme ve batılılaşma meselesinin temelde bir algı meselesi olduğu ve algının arkasındaki etken noktanın ise düşünsel dünyanın sistematiği olduğudur. Eğer düşünsel dünya sistematik olarak yenileşme kavramından hareket ediyorsa farklı bir kabule ve farklı bir noktaya, Düzeltme kavramından hareket ediyorsa farklı bir kabule ve farklı bir noktaya varmaktadır. Hangi kavram merkezde düşünülürse düşünülsün Türk modernleşmesinin temelinin dayandığı noktalar bu bildiri içerisinden işlenirken, bu sistematiğin yürütücüsünün Türk Ordusu olduğu ortaya konulmaya çalışılmıştır. Çünkü Batı modernleşmesinin temeli ve teminatı olan Soylular sınıfı veya burjuva sınıfının Osmanlı’da olmayışı veya herhangi bir hükmî grubun bulunmayışı[20] ve halka öncülük edecek aydın sınıf olarak modern eğitimle tanışmış çoğunluklu sınıfın Ordu mensupları olmasından dolayı, bu işin öncülüğü ordu sınıfı tarafından üstlenilmiştir. İşte bu sebeple günümüze kadar modernleşme meselesinin ilk sistematiği ve planlaması Cumhuriyet öncesi Türk Ordusu tarafından yapılmış ve bu ordunun subayları cumhuriyetin kuruluş aşamasında etkin olduğu oranda Cumhuriyet modernleşmesinde de imparatorluk döneminin izleri ortaya çıkmıştır. Örneğin Ziya Gökalp’in toplumculuk hadisesi cumhuriyet dönemine de bu fikri benimseyen subaylar topluluğunca taşınmıştır.

Bildiri içerisinde, yoğunluklu olarak işlemeye çalıştığımız husus Modernizm’in günümüzdeki algılanma tarzı ve Türk Modernleşmesinin öncülleri idi. Modernleşme kavramı Elbetteki pek çok defa farklı tahlillerle masaya yatırıldı. Fakat modernleşme ve batılılaşma çabalarının nerede başladığı sorgulanırken, bunun günümüzde hangi sebeplerle ve hangi etkilerle devam ettiği meselesi pek de inceleme konusu yapılmadı. Elbetteki modernleşme çabalarının öncüllerini incelemek tarih biliminin ihmal edemeyeceği bir alandır. Fakat bu meseleyi ardılları ile beraber düşünmek ise politik-bilim’in ve Sosyoloji’nin temel konusunu teşkil etmektedir. Sosyoloji ilminin gerektirdiği objektivizm adına, konuyu tarihsel sonuçları ile bıraktık ki, neden sonuç dizgesinden oluşan Tarih ilmi açık ve seçik ifadesini bizim sonuca bağlamamıza gerek kalmaksızın ortaya koysun. Sonuç itibarı ile evrensel tarih anlayışı adı altında, ülkemizde, belgecilik veya arşivcilik ile tarihçilik aynı çalışma alanının kolları gibi durmaktadır. Birisi tasnif görevi üstlenirken öteki tashih görevi yerine getirmektedir. Elbetteki bu radikal belgecilik anlayışının arkasında, şüphe götürmez doğruya ulaşma çabası olduğu kadar, pozitivist ilkelerin, açık ve seçik doğruya ulaşma etkisi olduğu yadsınamaz durumdadır. Bu durum ise Dönemle ilgili bir takım sosyolojik, psikolojik, edebi veya felsefi araştırma tekniklerini kısıtlayıp, o dönemi belgelere dayalı incelemeye mahkum bırakmış bir mahiyettedir veya Edebiyat gibi Felsefe gibi diğer disiplin alanlarına bir takım Tarih incelemeleri terk edilmiştir. Bu durum ise herhangi bir sosyal bilim dalının inter-disiplin olmaması yüzünden muallakta kalması olarak açıklanabilir ki, verdiğimiz en son bağlayıcı örnek dahi, modernleşme öncüllerinin, ülkemizdeki tarih ilmi üstündeki keskin etkisini yıllara yayılan bir açıklıkla göz önüne çıkarmaktadır. Hatta sözlerimize Batılı bir Tarihçinin bu noktadaki analizi ile son vermek uygun olacaktır.   

Gelibolulu Mustafa Ali üzerinde çalışma gerçekleştiren Cornell H. Fleischer Osmanlı’nın modern dönemleri üzerinde araştırma yapanların katı belgeciliğini şu sözler ile eleştirmektedir.

Osmanlı İmparatorluğu üzerindeki modern araştırmacılıkta, anlatı kökenli, özellikle de edebi nitelikte kanıtlara güvenmeme, arşiv belgelerine dayalı, kişisellikten arındırılmış “katı” verileri ya da “olgusal” anlatıları yeğleme eğilimi vardır. Böyle bir güvensizlik ya da bu kaynakların içerdiği öznellikten korku duymak, yalnızca yersiz değil aynı zamanda ciddi biçimde kısıtlayıcıdır. “yumuşak” kanıtlar, tıpkı yumuşak dokular gibi katı yapılara can ve anlam kazandırır.[21]

——————- 

KAYNAKÇA

Şerif MARDİN “Türk Modernleşmesi” Bütün eserleri-9, Makaleler-4, İletişim Yay. İstanbul 2002

Prof. Dr. Ercüment KURAN “Türkiye’nin Batılılaşması ve Milli

Meseleler” Diyanet Vakfı Yay. Ankara 1997

İlber ORTAYLI “Batılılaşma Yolunda” Yay. Merkez Kitaplar, İstanbul 2007

Ali Fuat BİLKAN “Hayri-Name’ye Göre XVII. Yüzyılda Osmanlı Düşünce Hayatı” Akçağ yay. Ankara 2002

Katip Çelebi, “Mizan-ül Hakk fi-İhtiyari’l Ehakk”  haz. Orhan Şaik GÖKYAY, Tercüman 1001 Temel Eser, İstanbul 1980

DESCARTES “Felsefenin İlkeleri” Çev. Mehmet Karasan Üçüncü Basım Meb. Yay İst 1963

Yaşar SARIKAYA, “Medreseler ve Modernleşme” İz yay.İstanbul 1997 s. 45

*****

Dipnotlar

[1] Prof. Dr. Ercüment KURAN ‘’Türkiye’nin Batılılaşması ve Milli Meseleler’’ Diyanet Vakfı Yay. Ankara 1997 Takdim kısmı- Mümtazer TÜRKÖNE

[2] Prof. Dr. Ercüment KURAN ‘’Türkiye’nin Batılılaşması ve Milli Meseleler’’ Diyanet Vakfı Yay. Ankara 1997 s.3

[3] Yaşar SARIKAYA, ‘’Medreseler ve Modernleşme’’ İz yay.İstanbul 1997 s. 45

[4] Kuran,  A.g.e. s. 3

[5] DESCARTES ‘’Felsefenin İlkeleri’’ Çev. Mehmet Karasan Üçüncü Basım Meb. Yay İst 1963 s. 8

[6] İlber ORTAYLI, ‘’Batılılaşma Yolunda’’  Yay. Merkez Kitaplar, İstanbul 2007, s.17

[7] Ali Fuat BİLKAN ‘’Hayri-Name’ye Göre XVII. Yüzyılda Osmanlı Düşünce Hayatı’’ Akçağ yay. Ankara 2002 s.14

[8] A.g.e, s.14

[9] Katip Çelebi, ‘’Mizan-ül Hakk fi-İhtiyari’l Ehakk’’  haz. Orhan Şaik GÖKYAY, Tercüman 1001 Temel Eser, İstanbul 1980, s. 110-112

[10] Prof. Dr. Ercüment KURAN ‘’Türkiye’nin Batılılaşması ve Milli Meseleler’’ Diyanet Vakfı Yay. Ankara 1997 s.4 

[11] A.g.e. s.4

[12] A.g.e. s. 7

[13] A.g.e. s. 7

[14] A.g.e. s. 15

[15] A.g.e. s.22

[16] İlber ORTAYLI ‘’Batılılaşma Yolunda’’ Yay. Merkez Kitaplar, İstanbul 2007, s.46-47

[17] Prof. Dr. Ercüment KURAN ‘’Türkiye’nin Batılılaşması ve Milli Meseleler’’ Diyanet Vakfı Yay. Ankara 1997 s.26

[18] A.g.e. s. 26

[19] A.g.e. s. 28

[20] Şerif MARDİN ‘’Türk Modernleşmesi’’ Bütün eserleri-9, Makaleler-4, İletişim Yay. İstanbul 2002 s.112

[21] Ali Fuat BİLKAN ‘’Hayri-Name’ye Göre XVII. Yüzyılda Osmanlı Düşünce Hayatı’’ Akçağ yay. Ankara 2002 s. 10

 

[i] DOĞRUCAN, Mehmet Fatih. “Türk Modernleşmesinin Öncülleri.” Uluslar arası Türkiye Cumhuriyet Sempozyumu Bildiri Kitabı, Isparta (22-24 Ekim 2008).

[ii] Yrd.Doç.Dr., Akdeniz Üniversitesi, Edebiyat Fakültesi, Felsefe Bölümü, Bilim Tarihi ve Felsefesi ABD,

Yazar
Mehmet Fatih DOĞRUCAN

Bu websitesinde farkı kaynaklardan derlenen içerikler yayınlanmakta olup tüm hakları sahiplerinindir. Sitedeki içerikler atıf gösterilerek kaynak olarak kullanlabilir. Yazıların yasal sorumluluğu yazara aittir. Tüm Hakları Saklıdır. Kırmızlar® 2010 - 2024

medyagen