Türk Müslümanlığı Eleştirileri Üzerine

 Mustafa DELİKURT

Kendisini “İslâmcı” olarak tavsif eden pek çok insan, Türk Müslümanlığı kavramını anlamak, tahlil etmek, sonra yorumlamaya çalışmak yerine, Selefî bir zihin yapısının tabii sonucu olarak, ele aldığı kavramı “anlamak istediği şekilde” bir tanımlamaya hapsetmekte; baştan mahkûm ettiği bu mefhumu “aşağılayabilmek adına” bilindik yollara başvurulmaktadır.

Bahsedilen kesim, kültür, medeniyet, millet, kavim, ulus-devlet gibi kavramlar konusunda kökleşmiş önyargılara sâhiptir, bu sebeple sözü edilen bu kavramları anlama/tahlil etme çabasından her zaman uzak durmuştur. Kezâ, bilim zihniyeti (yâni, neden-sonuç ilişkisi kurmanın önemi) ile de fazla ünsiyetleri olmadığından, millî seciyenin/karakterin oluşumu, bu oluşum sürecinde müessir olan sâikler, ve bunların sonuçları gibi hususlara zihin yormak yerine, önyargılarına dayalı olarak geliştirdikleri peşin hükûmlerini sürekli tekrarlamak cihetine gitmektedirler. Dolayısıyla, hukûkun üstünlüğü, kânun önünde eşitlik, demokrasi, insan hakları, inanç-düşünce ve teşebbüs hürriyeti, birlikte yaşama irâdesinin inşâı ve muhafazası gibi konuların, din, dil, târih şuuru, millet ve ulus-devlet gibi kavramlarla ilişkisi konusunda da tutarlı-sistemli bir düşünce oluşturabilmeleri kabil olmamaktadır. Türk Müslümanlığı kavramına bakışları, bu sebeplerle, sığ ve bilimsel olmaktan uzaktır.

Bu kişiler, ısrarla tekrar edebiliriz ki, millet mefhumunun ne olduğundan bihaberdirler; milleti “aynı ırka mensup olmak” şeklinde telâkki ederler; “kavim” kavramı ve bu kavramdan bahsedilen âyet ve hâdislerin nüzûl/söylenme sebepleri konusunda da etraflı bilgi sahibi oldukları söylenemez.

Ali Bardakoğlu Hoca, yakınlarda açıkladı; Arapça konusunda etimolojik araştırmalar yapmak için yeterli bilgi sâhibi uzmanımız yok, bu konularda yurtdışından yardım almaya çalışıyoruz, diyor. Kaldı ki, bu tür meseleleri açıklığa kavuşturmak için, bu alanlarda çalışanların, gerekli “teknik” bilginin yanısıra, hattâ ondan da çok, kuvvetli bir sosyal bilim formasyonuna sâhip olmaları gerekir. Oysa ki, bu hususlarda, belli bir kesim değil, Türkiye “külliyen” sınıfta kalmış durumdadır. Hâl böyle olunca, bu kardeşlerimiz, Türk Müslümanlığı kavramını “milliyetçilik sâikiyle” dile getirilen, din ile alâkalı olmaktan ziyâde, siyâsî mülâhazalarla gündeme getirilen sığ, temelsiz, zararlı bir “tâbir” olarak değerlendiriyorlar.

Bu yazı kapsamında konunun felsefî-sosyolojik tahlilini yapabilmek mümkûn değildir. Ancak, çok önemli bir kaç hususa değinmek gerekir. Her insan/toplum, dînin ilke ve esâslarını kendi idrak kabiliyeti çerçevesinde yorumlamaya çalışır. Bu itibarlâ, ilim-irfan sahibi bir insanın herhangi bir konuya yaklaşımı ile, mürekkep yalamamış bir insanın yaklaşımının aynı olması mümkün değildir. Bizde ve Batıda, târih boyunca, yaşadıkları dönemde “yeterince” anlaşılamadıkları için ve/veyâ yanlış anlaşıldıkları için ezâ-cefâ gören, hattâ hayâtına kastedilen -ismini bir çırpıda sayamayacağımız kadar- çok bilgeler-bilginler mevcuttur. Toplumlar da böyledir… Eğitim-kültür ve entellektüel seviyesi yüksek (gelişmiş) toplumların herhangi bir konuya yaklaşımları ile, henüz gelişmesini tamamlayamamış yâhut da -herhangi bir sebepten ötürü medeniyet yarışında geri kalmış (Türkler gibi)- toplumların yaklaşımı arasında mâhiyet farkı olduğu/olacağı muhakkaktır. 

İslâm, “sebepsiz yere insan canına kıymayı, bütün insanları öldürmekle” eş tutuyor. Peki, günümüzde, din adına sebil gibi dindaş kanı akıtan, tedhiş eylemleri ile mâsum insanların canına kast eden cânileri nasıl değerlendireceğiz?

Yakın zamanda yapılan bilimsel bir araştırmada, İslâm ülkeleri, İslâm dîninin ana ilkelerini hayata geçirme bakımından son sıralarda yer alırken, ilk sıraları gelişmiş -Batı Medeniyeti’ne mensup- ülkelerin almış olması nasıl açıklanabilir?

Kul hakkı, İslâm dininde –mağdurun onayı olmadan- bağışlanması mümkûn olmayan büyük günahlardandır. Peki, günümüz İslâm toplumlarında bu kurala hangi ölçüde riâyet edilmektedir? Misâlleri artırmak mümkûndür.

Sâdede gelecek olursak; evet, İslâm Arap toplumuna nâzil oldu. Ancak, İslâm, öncelikle Arap toplumunu, fakat aslında bütün insanlığı, daha âdil ve huzurlu bir yeryüzü nizâmını benimsemek, ihyâ ve inşâ etmek hususunda “dönüştürmek” istiyordu. İslâm’ın getirdiği ilke ve esaslar, Arap toplumunun o güne kadar kökleşmiş olan gelenekleri ile taban tabana zıt idi; güçlüye biat edilmesi, güçlünün hukûkunun geçerli olması, yani “güçlü olan kuralı koyar” ilkesi (günümüzdeki Batı Dünyâsı için de geçerlidir ve bu durum, elân yeryüzünde yaşanan sorunların önde gelen sebeplerinden birisidir.), kadının toplum hayâtında dışlanması, servetin belli ellerde birikmesi (dolayısıyla, servete bağlı olarak, siyâsî gücün de belirli bir zümrenin uhdesinde bulunması), toplumda her türlü eşitsizliğin tabiî kabûl edilmesi vs.

Yukarıda konu ettiğimiz durum, yalnızca Arap toplumu için de geçerli değildir; Ticârî kapitalizmin gelişmesinden önceki dönemde, esas itibâriyle üretim toprak ve emek faktörlerine dayanıyordu ve bu durum sömürüyü -güçlüler bakımından- zorunlu kılıyordu. İktidarlarını sürdürebilmek için, toprağın mülkiyetine sâhip olmak ve emek sâhiplerini tahakkûmleri altında bulundurmak durumundaydılar. Bu durumun sürdürülebilir olması, toplumun düşünce-zihin yapısı olarak bu adâletsizliği tabiî kabûl etmesine bağlıydı. Bunu sağlamanın en emin yollarından birisi de, bilhassa “zayıfların” akıl melekesini ve irâdesini kullanmaktan uzak tutulması, kaderci bir anlayışı benimsemesi idi.

“Aşağı tabakaya (soylu/asilzade olmayan anlamında) mensup olarak yaratılmanın kendisi için kader olduğuna; bunu değiştirmeye çalışmanın mümkûn olmadığı gibi, doğru da olmadığına” inanan fertlerden oluşan bir toplumun, güçlülerin tahakkûmüne de boyun eğmesi kolaylaşacak, “muzurluk” edenlerin (yâni, mütehakkîm zümrenin huzurunu bozacak eylemlerde bulunanların) kendilerine toplumda taraftar bulması zorlaşacak; bulsalar dahi, tepelenmeleri kolaylaşacaktı… (Yeri gelmişken söyleyeyim; yakın zaman önce yayımlanan ve hâlen okumakta olduğum bir kitapta, yazar, bu konularla ilgili ilginç tahliller yapıyor. Kanûnî ile çağdaş olan ve hemen hemen aynı târihlerde -henüz 33 yaşında iken- dünyâsını değiştiren Fransız yazar BOETIE’nin, üniversite de ödev olarak hazırladığı bir metnin daha sonra arkadaşı Montaigne tarafından gelecek kuşaklara aktarılması üzerine, yüzyıllar sonra Gönüllü Kulluk ismiyle kitaplaştırılan bu eserde, “insanların/toplumların niçin ve nasıl köleliğe/zorbalıklara tahammüllü olmaya iknâ edildikleri” üzerine zihin fırtınası yapılıyor ve yazar, bu tahakkûmün nasıl ortadan kaldırılabileceği konusunda görüşler ileri sürüyor. Sonraki yüzyıllarda, aydınlanmacı filozofları büyük ölçüde etkilediği ileri sürülen bu eserin günümüzden tam beş asır önce, üstelik de bütün Batı Âleminde toplumun geniş bir kesiminin kilise ve soyluların baskısı altında inim inim inlediği bir dönemde yazılabilmiş olması, üzerinde ciddiyetle durulması gereken bir husustur.)

Tekrar konumuza dönecek olursak, Türkler, Arap toplumundan ve XVI. asır öncesindeki Batı toplumlarından farklı olarak, -birkaç cümle yazma amacıyla başlamış olmama rağmen, konunun önemi sebebiyle uzadıkça uzayan bu yazıda tahlil edemeyeceğimiz- pek çok sâikin tesiriyle, hürriyet, adâlet, eşitlik, akıl, irâde, yüksek ahlâk, çalışmanın önemsenmesi, kişi haklarına saygı ve bu çerçevede başka inanç ve düşüncelere hürmet, teşebbüs hürriyeti, mülkiyetin korunması (ancak, toplumda sosyal adâletin bozulmasına ve güç ve servetin belirli bir zümrede temerküz etmesine sebep olacak uygulamalara izin verilmemesi) gibi ilke ve esasları geliştirdiler; bütün insanlığın huzur ve refahı için, bu ilkelerin hâkim olduğu bir yeryüzü nizâmı tesis etmeyi vazife bildiler; bu soylu amacı gerçekleştirmek amacından saptıkları ya da gereken gayreti göstermedikleri takdirde, Yüce Tanrının kendilerini cezâlandıracağına inandılar. Bu asil tavır, Türklerin, Türklük şuuruna sahip oldukları müddetçe, yeryüzüne nizam veren cihanşûmül bir güç olmalarını temin etti.

Türkler, Müslümanlarla ilk karşılaştıklarında, İslâm’ın yukarıda temas edilen ilke ve esaslarını tanıma fırsatı bulamadılar. Zîrâ, Hz. Peygamberin vefâtından kısa bir müddet sonra, İslâm öncesi (câhiliye dönemi) Arap geleneği, İslâm’ın bahiskonusu edilen ilke ve esaslarına karşı direnişini artırdı ve zaman içinde -İslâmî bir kılıfa bürünerek- iktidarını daha da sağlamlaştırdı. Bu durum, Emevî döneminde Arap saldırılarına mâruz kalan pek çok toplum gibi, Türklerin de İslâm ile tanışma sürecinin uzamasına sebebiyet verdi.

Türkler, Abbasi iktidarı ile birlikte gerçek İslâm düşüncesini tanıma imkânı bulmaya başlayınca, Türklüğün yukarıda bahsedilen umdeleri ile İslam’ın esasları arasında mâhiyet farkı olmadığını anladılar, idrak ettiler ve böylece, Türklük ve İslâm birbirinin içinde mecz oldu, bütünleştiler. Günümüzde bile, bâzı toplumların, Türk deyimini İslâm/Müslüman tâbirlerinin yerine kullanmaya devâm ediyor olması, bunun en büyük kanıtı olarak kabûl edilebilir.

Türkler, İslâm dîni ile müşerref olduktan sonra, bir anlamda îman tazelemiş oldular ve o güne değin uğrunda her türlü meşru çabayı ortaya koydukları Yüce Dileklerini -îman tâzelemenin tabiî bir sonucu olarak- “İslâmî deyimlerle” ifâde etmeye başladılar; Îlâ’yı Kelîmetullah, Nizâm-ı Âlem gibi…

Hülâsâ, Türk Müslümanlığı, bir düşünce sistemidir; İmâm-ı Âzam Ebu Hanife, İmam Mâturîdî, Farâbî, İbn Sinâ, Birûnî, Hoca Ahmet Yesevî, Hacı Bektâşı Velî, Mevlânâ, Yunus Emre gibi ilim ve tasavvuf ehlinin eserlerinde işlene işlene kıvamını bulan ve, hürriyet, adâlet, eşitlik, akıl, irâde (kişinin eylemlerinden sorumlu olması; irâde herhangi bir şekilde kısıtlandığında, günah ve sevap konusu da dahil olmak üzere, eylemlerinin sonucundan mes’ûl tutulamayacağı ve -eğer yapılan iyi bir şey ise- kendi hür irâdesi ile yapmadığı için, mükâfata nâil olamayacağı), dünyâ ve âhiret hayâtı arasında denge kurulması, kişi haklarına hürmetkâr olunması gibi esaslara dayanan bu anlayışın yeniden ihyâ ve inşası, gerek İslâm Âlimi için, gerekse bütün insanlık için büyük önem taşımaktadır.

İslâm Âlemi için önemlidir; zîrâ, câhiliye dönemine ilişkin zihniyet, Selefî gurupların çabaları ile, her türlü medenî ve zihnî çabanın tekfir edildiği bir “Ortaçağ İslâmı” yaratma amacını taşıyan siyâsî bir ideolojiye dönüşmüş durumdadır. Bu çabaların -Allah muhafaza- başarılı olması durumunda, İslâm toplumları, “kendilerini tanrılaştıran” bir avuç zorba tarafından kolaylıkla yönetilebilecektir. Bunlara ve çağ/İslâm dışı uygulamalarına karşı ileri sürülecek her türlü itiraz ise, âdetâ Tanrı’nın yeryüzündeki vekillerine (dolayısıyla, Tanrı’ya) yönelmiş bir isyân gibi telâkki edilecek ve en ağır/şiddetli bir şekilde cezâlandırılacaktır. Başka bir anlatımla, din kisvesine bürünen bu zorbalıktan/zorbalardan kurtulma imkânı bulunamayacaktır. Yâhut da, demokratik hukûk nizâmı çerçevesinde fikrî tartışmaların yapılabilmesi imkânının ortadan kalkması sebebiyle, mevcut yönetimlere muhâlif olanlardan bir kısmı “şiddeti (terörü)” tek çıkış yolu olarak görecek; bu durum karşılıklı şiddeti körüklemek suretiyle, İslâm toplumlarında huzur ve istikrarın teminini imkânsız denilebilecek ölçüde güçleştirecektir.

İslâm toplumlarının bir takım zorbalar tarafından yönetiliyor olması, başta Batılı ülkeler olmak üzere, bu toplumlar/ülkeler üzerinde plânları olan küresel güçler için de -özellikle iki sebepten ötürü- arzu edilen bir durumdur. Şöyle ki; Bir kişiyi yönetmek, arkasında “bilinçli” bir halk desteği bulunmayan bir iktidarı denetim altında tutmak, bir topluma hükmetmekten (yönlendirmeye çalışmaktan) daha kolaydır; kaldı ki, bu duruma düşen bir toplumun/ülkenin, gelecekte uluslararası sistemi etkileyebilecek nitelikte bir iktisâdî-siyâsî güce kavuşması kâbil olmayacaktır. En önemlisi de, İslâm Âlemi’nin yeniden bir medeniyet hamlesi gerçekleştirebilmesi, içinde bulunduğu zelil durumdan kurtulabilmesi ve yeniden bütün insanlık için ümit kaynağı olabilmesi de mümkûn olmayacaktır.

Türk Müslümanlığının yeniden inşa ve ihyâsı, gerçekten bütün insanlık için de büyük önem taşımaktadır. Son üç asırda, Batı Medeniyeti’ne öncülüğünde bilimde, teknikte, ekonomide, kültür ve sanatta, ezcümle hayâtın her alanında sağlanan -çoğu zaman tahayyül sınırlarını zorlayan seviyelere ulaşan- muazzam gelişmeler, ne yazık ki, insanlığa huzur ve mutluluk getirmemiştir. İnsanlık, Batı’nın -medeniyet yarışında- liderliği almasından sonra, önceki dönemlere göre daha mutlu ve huzurlu değildir. Güç ve menfaati şiâr edinen; güçlü olmayı Tanrı’nın bir lütfu, “zayıflığı” ise Tanrı tarafından her iki dünyâda da cezâya müstahak kılınmanın bir işâreti addeden; hattâ, zayıflara yardımı “Tanrı’nın irâdesine isyân” olarak değerlendiren Batı’nın, büyük ölçüde ölçü/sınır tanımayan doyumsuzluğunun sebebiyet verdiği sorunları ortadan kaldırmak gibi bir amacı da yoktur.

Şu hususun da belirtilmesinde yarar vardır ki, bu durum sürdürülebilir değildir; sömürüye dayanan bir sistem, eninde-sonunda kendisi de çökmeye mahkûmdur. Nitekim, günümüzde, Almanya hâriç, bütün büyük Batı ülkelerinin ekonomileri büyük zorluklar içindedir ve bu durum artma/derinleşme istidâdındadır.

Öyleyse, temelleri târihin ilk çağlarından bu tarafa müstesnâ devlet adamları, âlimler, ârifler, fâzıllar tarafından atılmış ve geliştirilmiş olan Türk Düşüncesinin, Türk Devlet Felsefesinin ve Türk Müslümanlığınlının ahenktar biçimde yeniden ihyâsı ve inşâsı, günümüzün ve yakın geleceğin Türkleri için, Yüce Tanrıya, atalarına, târihe ve insanlığa karşı vicdânî bir zorunluluktur.

Yazar
Mustafa DELİKURT

Bu websitesinde farkı kaynaklardan derlenen içerikler yayınlanmakta olup tüm hakları sahiplerinindir. Sitedeki içerikler atıf gösterilerek kaynak olarak kullanlabilir. Yazıların yasal sorumluluğu yazara aittir. Tüm Hakları Saklıdır. Kırmızlar® 2010 - 2024

medyagen