Türk Müslümanlığının Kökleri

Tam boy görmek için tıklayın.

 

Ekrem ÖZDEMİR

Bugünün anlamak için dünü bilmek gerekir. Yeni şeyler söyleyebilmek için de eskilerin sözlerini bilmek gerekir.

Bu yazıda Türk İslam düşüncesinin mimarlarından birisi olan Mevlâna’nın aklı yok sayan Cebriyye’ye ve aklı ilahlaştıran Mutezile’ye yönelik eleştirilerini ayrıntılı inceleyerek Anadolu Müslümanlığının köklerine inmeyi amaçlıyoruz.

Mevlana’nın Cebriyye’ye Yönelik Eleştirileri

Mevlâna, “Kaderin heybetinden cebre yüz tutuyorlar, yol kesicilerin korkusundan birisini kılavuz bile alamıyorlar.”[1] diyerek eleştirdiği Cebriyye[2] mensuplarının fikirlerini aklî deliller kullanarak yargılar:

  • Bütün şu buyruklar kader için gelmiştir; a gafil cebrî, sense sonucu, işin tadından, tuzundan gaflettesin,
  • Köre, şu ipliği iğneye geçir diyen olur mu? Ayağı bağlanmış kişiye hadi, ava çık diyen bulunur mu?
  • İki günlük çocuğa kim oturur da güzelden, şaraptan söz açar? Yahut hayvana mahmur gözlerden kim bahseder?
  • Madem ki bir şeye gücün kuvvetin yetmiyor, git, karıların yanında otur, canıyla oynayanların halkasını bırak, bir kenara çekiş bâri.[3]

Mevlâna, diğer eserlerinde de kısmen yer vermekle birlikte ağırlıklı olarak “Mesnevî” adlı eserinde Cebrîlik konusunu işler ve (ifadeye dikkat buyurunuz!) “Sünnî Mü’min-Cebrî kâfir”[4] ayrımı yaparak bu konuya eğilir. Bunu yaparken de Cebriyye’nin ortaya attığı aklî ve naklî delilleri zikrederek yapılan yanlış yorumlara dikkat çeker. Ayrıca her iki görüşe de karşı olmasına rağmen aklın işlevselliği açısından ikisi arasında bir seçim yapmak gerekirse -hiç olmazsa kaderî olan kişi iradeyi yok saymadığından- cebrî (Cebriye) olmaktansa kaderî (Kaderiye-Mutezile) olmanın daha mantıklı olduğunu belirtir.[5] Türkiye’de sosyalistlerin İslamcılara, dünyada Batılıların İslam dünyasına yönelttiği “birey olamıyorlar, iradelerini hep başka bir akla teslim ediyorlar” eleştirisinin Türk Müslümanlığında karşılığı zayıftır aslında. Nitekim Mevlâna iradeyi yok saymakla, iradeyi kutsallaştırmak olarak nitelendirebileceğimiz iki yanlıştan birini tercih etmek gerekirse iradeyi kutsallaştırmayı tercih ettiğini, bu düşüncenin hiç olmazsa insanî olan sorumluluğu kabul ettiğini beyan ediyor. Tasavvuf mayasıyla yoğrulmuş Türk Müslümanlığında, aklını başkasına teslim etmek, iradesini hiçe saymak yoktur. Engizisyoncu ile İsa arasında tercihte bulunmamız gerekirse İsa’yı tercih ederiz.[6]

Mevlâna, Cebrî düşüncenin iddiasına kaynak olarak gördüğü “Attığın zaman sen atmadın”[7] ayetinden yola çıkarak yorum farkını ortaya koyar ve kulların irade-i ilâhiyye karşısındaki konumunu nakkaş fırçası önündeki duvar nakşına veya bir kadının gergefte işlediği nakşa benzeterek[8] bu ayetin nasıl yorumlanması gerektiğini izah eder:

  • Sen beytin tefsirini Kur’ân’dan oku; Huda “Mâ rameyte iz rameyte” buyurdu,
  • Eğer biz okları atarsak, bu atış bizden değildir; biz yayız ve ok atıcısı Huda’dır,
  • Bu cebir değil, manay-ı Cebbâriyettir; Cebbârlığın zikri, tazarrû içindir,
  • Tazarrûmuz ıztırarın delili oldu; utanmamız da ihtiyarın delili oldu,
  • Eğer ihtiyarımız olmasaydı, bu utanma nedir? Bu teessüf, bu hacâlet, bu hayâ nedir?
  • Üstadların çırakları men etmesi ne içindir? Hatırı tedbirlerden çevirmesi nedendir?[9]

Mevlâna’ya göre, “Attığın zaman sen atmadın” ayeti cebri değil, Cebbâr ism-i ilâhîsinin manasına delalet eder. Cebbârlığın[10] zikri ise, Hakk’a tazarru ve niyazı gerektirir.[11] İnsan, kudreti ve kuvveti dışında bir belaya mübtela olduğunda ağlayıp inler, yalvarıp yakarır. Mevlâna’ya göre bu hal, onun o işte muztar ve mecbur olduğunu gösteren bir delildir. Fakat gücü dâhilindeki bir işi yapamayan kimsenin duyduğu sıkıntı ve keder, onun irâde ve ihtyârının bulunduğuna delildir.[12] Bu iradesi olmasa, insan neden bu sıkıntı ve utanma duygusunu yaşasın? Yine aynı şekilde (hayatın içinden, güncel bir delil getirerek) Mevlâna, bir ustanın bazı münasebetsiz halleri için çırağını ikaz etmesini de, çırağın iradesine delil olarak göstermektedir. Aksi takdirde ustanın çırağını her haliyle mazur görmesi gerekmez miydi? diye sormaktadır.

İnsanın bir iradeye ve bu irade sayesinde tercih hakkına sahip bulunduğunu savunan Mevlâna, son derece basit aklî delillerin bile iradeyi kanıtladığına örnekler gösterir:

  • Eğer sen ayağını bağladıklarını, senin üzerine padişahın çavuşlarının oturduğunu görüyor isen,
  • O halde sen acizlere çavuşluk etme; zira o, âcizin tabiatı ve huyu değildir.
  • Madem sen Allah’ın cebrini görmüyorsun, görüyorum deme; Görüyorsan hani görmenin alâmeti?
  • Meylin olan bir işte kendi kudretini açıkça görürsün,
  • Meylin olmayan her bir işte de, bu Huda’dandır diyerek cebrî olursun.[13]

Ayak bağıyla hükm-ü ilâhîyi yani kazayı kasteden Mevlâna, eli kolu bağlanmış mecbur bir insanın başkalarına karşı herhangi bir irade gösteremeyeceğinden bahsederek, “mademki sen böyle âcizsin, âcizlere kafa tutma hakkın yok” demeye getirmektedir. Diğer taraftan arzu ve isteklerine uyan bir işte kudretin ortaya çıkmasını makul gören cebrînin istemediği bir durum karşısında “Bu Hakk’tandır” demesini de ikiyüzlü bir tavır olarak görmektedir.

Mevlâna’ya göre dünya hayatında cebrî olanlar yalnızca peygamberlerdir[14], onlar da bütün efalini Hakk’ın isteği ve emirleri doğrultusunda yapan kişilerdir. Hakk’ın iradesini insanın iradesini ifnâ etmek için sebep gösteren cebrîye karşı Mevlâna “cebr-i mutavassıt”[15] olarak nitelendirilen sünnet yolunu şöyle tefsir eder:

  • Hakk’ın fiili vardır, bizim de fiilimiz de vardır, her ikisini de gör; bizim fiilimiz vardır, bu meydandadır,
  • Eğer halkın fiili ortada değilse, o halde kimseye “Niçin böyle yaptın?” deme,
  • Hakk’ın yaratması, bizim ef’alimizin mûcididir; bizim fiilimiz Hakk’ın yaratmasının eserleridir.[16]

Enbiyanın hayreti evliyanın teslimiyeti

Yine de “insan-ı kâmil” örneği olan enbiyânın ve evliyânın ilâhî kudret karşısında düştüğü hayret sonucu sergilediği takdîre şayan teslimiyeti, irade ve cebr bahsinde Mevlâna’yı zaman zaman müşkil duruma düşürmüş olmalı ki, bazen bu meselenin havâs-avâm ayrımını yaparken zorluklar yaşar ve yine Hakk’a iltica eder:

  • Ey bize akıllar veren! Feryâda yetiş; Sen dilemedikçe hiçbir kimse dilemez,
  • Hem taleb senden, hem de iyilik senden; Biz kimiz? Evvel Sen’sin, ahir Sen,
  • Hem Sen söyle, hem Sen dinle, hem Sen ol; bu kadar varlığımızla biz yine de hiçbir şeyiz,
  • Her şeyimizi sana havale ettik, secdeye rağbetimizi artır; Cebrin tembelliğini gönderip ateşimizi söndürme,
  • Cebir kâmillerin kolu, kanadı; tembellerin bağı, zindanıdır,
  • Bu Cebri Nil suyu gibi bil; mü’mine sudur, kâfire kan.[17]

“Dünya hayatında cebrî olanlar yalnızca peygamberlerdir” diyen Mevlâna Cebri ikiye ayırmaktadır; birincisi kâmil insanların kolu kanadı olan ve ilâhî aşka vasıl olmalarını sağlayan, bu halin zevkiyle her bir mertebede Hakk’ın vücûd ve varlığını müşahede etmelerine imkân veren cebirdir. İnsan-ı kâmil olan kişiler ulaştıkları bu makamın zevkiyle bulundukları her mertebede mâşuklarının (Hakk’ın) emri ve cebri dairesinde hareket etmekten büyük bir haz duyarlar. İkinci cebir ise; tembellerin cebridir ki, bu cebir onların ayak bağı olur ve onlar Allah’a değil kendi nefislerine âşık olduklarından, her an Hakk’ın beraberliğinden habersizdirler. Bu yüzden “madem ki varlık ve irâde O’nundur, o benim ibadet etmemi isterse âbid olurum, fıskımı isterse fâsık olurum” diyerek tembelliklerine mazeret olarak Hakk’ı göstermektedirler ki bu yorum tamamen yanlıştır.[18]

 “Ortada bedava sofraya oturup yemek yok; Sünnet yolu, çalışmak ve kazanmaktır”[19] diyen Mevlâna “Müslüman’ın Bir Mecûsî’yi Dine Davet Etmesi”[20] adlı hikâyesinde Mecûsî’nin ağzından cebir inancının iddialarını dile getirir. Hikâyeye göre; bir Müslüman bir Mecûsî’yi Müslüman olmaya davet eder. Mecûsî cebrî düşüncede olduğu için “Huda iman etmemi dilerse mü’min olurum; eğer fazlı ziyade olursa mûkın (yakîn sahibi) olurum”[21] şeklinde cevap verir ve Cebrî düşüncenin temel iddialarından birini dile getirir: “Ey insaflı kişi, madem onlar galiptirler; onların dostu olurum ki, kuvvetli olur.” Mecûsî “onlar” derken nefis ve şeytanı kastetmektedir ve şunu imâ etmektedir; “Madem ki nefis ve şeytan beni küfre ve Mecûsîlerin ibadethanesine çekiyor ve Hakk ise benim imânımı istediği halde nefsin ve şeytanın murâdına karşı gelemiyor, o halde nefis ve şeytan Hakk’a galip gelmiş oluyorlar; böyle olunca ben kuvvetli ve galip tarafın dostu olup küfürde ve Mecûsîlikte kalırım”[22] Mecûsî iddialarına devam eder:

  • Madem ki Hakk benden sıdk (doğruluk) ve azîm (bağlılık) istedi; İsteği yerine gelmedikten sonra ne fayda?
  • Nefis ve şeytan kendi iradesini gerçekleştirdikten sonra; Hakk’ın inâyeti kahroldu ve hurd-u murd (paramparça) oldu.[23]
  • Madem ki nefsin dileği müsteân geldi (nefsin istediği olduktan sonra); “Allah neyi diledi ise oldu” sözü istihzâ geldi (bir alaydan ibarettir).[24]
  • Bir kimse O’nun muradı olmaksızın ve O’nun hilâfına; O’nun mülkünde hüküm isteyici olsun,
  • Birisi O’nun mülkünü ele geçirsin de; dem (nefes) yaratan dem vurmaya kâdir olmasın,
  • Allah, onun (şeytanın) def’ini istesin de; o, her dem o adama gussa (dert) artırsın,
  • Bu şeytana kul olmak lazım olur; çünki her encümende (mecliste) galip odur.[25]

“Allah, bütün mülklerin sahibiyken, O’nun izni olmadan O’nun mülkünde bir başkası söz sahibi oluyor ve buna Hudâ’nın sesi çıkmıyorsa, nefis ve şeytanın oyunları insanı mağlup ederken Hakk, buna izin veriyorsa, benim yapabileceğim ne var ki!” şeklinde özetleyebileceğimiz Mecûsî’nin iddialarını zikrettikten sonra Mevlâna, sünnî mü’minin dilinden cebrî kâfire cevap verir ve “Kaza hakkında Cebriyâne nükteler söyledin; Macerayı dinle de işin sırrını benden duy”[26] diyerek insanın irade sahibi bir varlık olduğuna dair deliller getirir. Şimdi bunları görelim:

  • Şüphesiz bizim için bir ihtiyar vardır; hissi inkâr edemezsin, bu apaçık ortadadır,
  • Hiç kimse taşa “Gel buraya” demez; Bir kimse kerpiçten nerede vefâ ister?
  • Bir adama kimse “Âgâh ol (Haydi uç)” demez; yahud “Ey kör, bana bak” demez,
  • Yezdân (Hakk) “Âmâya zahmet yoktur”[27] Rabbü’l-ferec (güçlükleri aşıp kolaylaştıran) bir kimseye ne vakit zahmet koyar?[28]

İnsanın hür bir iradeye sahip olduğunu, bu iradeyi harekete geçiren saikler bulunduğunu kaydeden Mevlâna, melek (ruh) ve şeytanın insana şerri ve hayrı göstererek iradesini kullanmadaki etkilerini[29] sonra bunların her ikisinin de ihtiyarın varlığına delil olduğunu zikreder ve O’na göre; irademiz, ruhumuzun sağduyusunu dinlerse iyi işler yapıp sevap kazanmakta, şeytanın sözünü dinleyip kötü işler yaptığında da günah kazanmaktadır.[30]

Mevlâna’ya göre, aklı başında olan bir kimsenin cebre inanması mümkün değildir, kaderî (kaderi inkâr eden – Kaderiye mezhebine mensup) kişiyi anlamak bir nebze mümkün görünse bile âyân beyân ortada olan insan hissiyatını inkâr eden cebrî düşünceye hak vermek mümkün değildir.  Zira, “İhtiyâr dediğimiz, bir şeyi yapmama dileği gibi, vicdânî idrâk ile biz çaresizliği, öfkeyi, hoşgörülüğü; sıkıntı ve belaya sabır ve tahammül eylemeyi, tokluğu ve açlığı anlarız. Duygu ile sarıyı kırmızıdan, büyüğü küçükten, acıyı tatlıdan, miski pislikten ayırt ederiz. Dokunmakla da yumuşağı katıdan, sıcağı soğuktan, yakıcı sütü sıcak sütten, yaşı kurudan, duvarı ağaçtan ayırt etmiş oluruz. Şu var ki vicdânî anlayışı inkâr eden, hissi ve duyguyu da inkâr eder. Hatta daha da ileri gider. Şu da bir hakikat ki, vicdânî anlayış, yani iç duygular, dış duygulardan daha da açık olarak duyulur. Dış duyguya engel olmak duygunun meydana geleceği yolu kesmek, bağlamak mümkündür. Fakat vicdânî anlayışı menetmenin imkânı yoktur. Akıllıya bir işaret kâfidir.”[31]

Kulda ihtiyarı kabul etmemek Mevlâna için aynı zamanda “Hakk’tan aczi gidermek”,  onu cahil, ahmak ve sefîh görmek[32] gibi bir yanlışa düşmektir. Zira “kaderi inkâr etmekte hiç olmazsa (kul yönünden) acizlik yoktur.[33] Hakk’tan aczi gidermek nasıl olur? Cebriye inancında olanlar derler ki; “Eğer biz, Kaderiye (Mutezile) tâifesi gibi düşünürsek hâşâ, Hakk’a, acz ve za’f isnâd etmiş oluruz. Biz desek ki; bir kimsenin nefsi veya şeytan o kimseyi isyana götürür ve onu kâfir eyler. O kimse ise Hakk’ın dergâhına varmak ister, Hakk da o kimsenin mü’min olmasını diler. Fakat şeytan o kimseyi mü’min olmaya bırakmaz. Onu Hakk’a itaatten meneder. Bu şekilde düşünür ve buna inanırsak Cenâb-ı Hakkâ acz ve za’f isnâd etmiş oluruz. Çünkü Hakk, bir kulunun mü’min olmasını ister ki, şeytan onu imandan alıkoymakta, böylece Hakk’ın kudreti nefsin ve şeytanın kudretine mağlup olmaktadır.”[34] Mevlâna, hem aklî hem de naklî açıdan mantıksız bulduğu cebrî düşünceye öyle kızar ki, cebrînin hırsının güneşe sırtını dönecek kadar kör olduğunu söyler.[35] İrâdenin varlığına delil olarak “Hırsız ile Gece Bekçisi”[36], “Bağ Sahibi ve Hırsız”[37] hikayelerini aktaran Mevlâna, cebrî düşünceye yol açan bir diğer yanlış düşünceyi daha belirtir ki, o da “Allah neyi diledi ise o oldu”[38] hadisine yapılan yanlış yorumlardır.

Mevlâna’ya göre “Kulun (Allah Rasûlünün) “Allah neyi diledi ise o oldu” demesi, “o işle uğraşma, tembel ol” demek değildir.”[39] Bilâkis bu hadis, “O hizmette ziyâde ve müstaîd ol, diye ihlâs ve sa’ye teşvik içindir.” [40] Burada aklî bir delil getirir; Nasıl bir vezir için “O neyi dilerse o olur” deyince nimetlerinden istifade için onun etrafında dönüp dolaşıyorsan “Allah neyi diledi ise o oldu” denilince Hakk’ın lütuf ve ihsanlarından faydalanmak için rızasını kazanmaya bakmalısın.[41] Ve hadisten anlaşılması gereken manayı açıklar: “Bu (hadis) hararetli etmek (seni gayrete getirmek, iştiyakını artırmak) için gelmiştir; tâ ki, ümitsizlerin iki elini tutsun.[42] Yâni, “Allah neyi diledi ise o oldu” hadisi, Hakk yolunda nimetlere kavuşmak için çalışıp çabalamak, koşturmak, insanları Hakk’a ibadete teşvik etmek suretiyle ümitlerini kaybedenlerin iki elini tutmak[43] içindir.

Cebrî kâfirle Sünnî mü’min arasında tartışmaya neden olan bir başka ifadeye, “Kalem olacak şeyleri yazdı, o yazının mürekkebi bile kurudu”[44] hadisini izaha geçen Mevlâna, bu hadisin de teşvik amaçlı olduğundan ve iradeyi gereksizleştiren bir yorum yapılamayacağından hareketle, tembelliğin mazereti sayılamayacağını ifade eder: “Kad ceffe’l-kâlem”in de tevili böyledir; ehem olan şuğl (meşguliyet) için teşviktir”[45] Burada bir genelleme söz konusudur; ilâhî kazayı yazan kalem, ibadet ve taat edenler için mükâfat, mağsiyet (günah işleyen) ve muhalefet edenler için de azap yazmıştır.[46] Mevlâna, kalemin “layık olana uygun düşeni”[47] yazdığını vurgulayarak, kalemin nasıl yazacağını insanın kendi tutumlarının belirlediğinin altını çizer.[48] Burada esas olan ilâhî adaletin kul üzerinde nasıl tecellî edeceğinin vurgulanmasıdır ki, Mevlâna’ya göre; zulmeden kişi kötülük yapmıştır, adaletli davranan mutluluğa kavuşur, hak yemek fenalık getirir, şarap içen kişi sarhoşluktan kendine zarar verir, tüm bunlar insan irâdesinin sorumlu tutulduğu emir ve nehiylerdir, kalemin yazdığı da budur.[49] Bu anlamda Ceffe’l-kâlem ilâhî adaleti temsil eder. Aksi takdirde Hakk’ın ezelî takdirde insan için yazdıklarının gerçekleştiği veya Hakk’ın bir kere yazdığı, bir daha müdahalesinin mümkün olmayacağı gibi bir acziyet isnadı akla gelir ki, Hakk Teâlâ bundan münezzehtir.[50] Kaldı ki, böyle bir durumda insanları hak dine davet etmesi için Allah’ın Peygamber ve velîleri göndermesine gerek kalmazdı. Yine Mevlâna, “kâlem olacak şeyleri yazdı” sözünden farkların aradan kalkması, cefâ ile vefânın bir tutulması gibi yanlışlara düşmemek gerektiğini dile getirerek, tam tersine Hakk’ın indinde adalet ve zulüm, hayır ve şer, iyi ve kötü, bunların ayrı şey olduğunun anlaşıldığını söylemektedir:

  • Belki ceffe’l-kâlemin manası o olur; adl ve zulüm benim indimde müsâvî değildir,
  • Hayır ve şer arasına fark koydum; kötüden ve en kötüden dahi fark koydum,
  • Sende yârinden bir zerre edeb ziyadeliği olsa, Rabbin fazlı bilir,
  • O zerre mikdârını sana ziyâdesiyle verir; zerre bir dağ gibi ayağını dışarıya çıkarır,
  • Bir padişah ki, onun tahtı önünde; emînden ve zulüm isteyiciden fark olmasın.[51]

Cebrî kâfirle Sünnî mü’minin atışmaları iki taraflı uzayıp gider. Fakat Mevlâna, daha önemli şeyler anlatmak gayesiyle sözü uzatmaz. Cebrîlerle Kaderiyyecilerin arasındaki bu tartışmanın kıyamete kadar süreceğini[52] söyleyen Cebrî, inancında devam eder ve “hasmımı alt etmekten aciz kalsaydım, onun mezhebine uyar, yolundan giderdim” diyerek konuyu hitama erdirir.[53]

Malûm olduğu üzere, Allah, kullarını bu dünyada intihana tabi tutmak, kendisine kulluk etmeleri için[54] birtakım emir ve nehiyler göndermiş, “bu işleri yap veya yapma” diye buyurmuştur. Cüz’î irade verilen insan, şeytanın vesveseleri ve meleklerin ikazlarıyla birlikte, kendi aklının da yardımıyla yapacağı işlerde karar verme hürriyetine sahiptir. Mevlâna’ya göre içimizde gizli bir ihtiyar bulunmaktadır[55] ve ihtiyar, insanın içinde bulunan dilek ve güçtür,[56] yaptığımız iyiliklerden duyduğumuz sevinç ile kötülüklerden duyduğumuz pişmanlık da bunun en önemli delilidir.[57]

Mevlâna, kaza ve kader konusunu da ilgilendiren son derece hassas inceliklerle dolu irade hürriyetinde ince bir ayrımı sunmakta ve Âdem ile İblis arasındaki farka dikkatlerimizi çekmektedir.[58] Âdem’in bağışlanmasına neden gösterdiği edep, şeytanın lanetlenmesine neden olan şey ise kibirden dolayı[59] yaptığı edepsizliktir.[60] “Kaza haktır, kulun çalışması da hak; Aklını başına al da, İblis gibi kör olma.”[61] diyen Mevlâna’nın bu sözlerinden şu anlaşılmaktadır: Mevlâna’ya göre, Cebrî düşünce İblis merkezli bir bakış açısıdır ve hem insanî hem de ilâhî bir vasıf taşımamaktadır. Yaşadıklarının mesuliyetini takdir-i ilahiye bağlamak Mevlâna düşüncesinde yoktur. “Ben yapmadım, bana yaptırdılar” savunması ancak zayıf iradelerin ve şeytanî karakterlerin tavrıdır.

Mevlâna, Cebrî düşünceyi insanî açıdan dürüst olmamakla eleştirir. Nasıl ki insan, heves duyduğu, sevdiği ve arzuladığı bir işe meyleder, iradesi, gücü, kuvveti harekete geçerse bu yönde bir gayreti ortaya çıkıp, sonuç elde ettiğinde kendinden yana bir memnuniyet ve sevinç hissederse, aynı şekilde başına gelen musibetler için de kendinde kusur aramalı, iç muhasebe ve öz eleştiri yaparak eksiklerini araştırmalıdır. İnsanı “rüzgâr önünde savrulan kuru bir yaprak” gibi gören Cebrî düşünceyi bu açıdan insanî bulmamaktadır. İnsanda bir ihtiyar vardır ve akıl (iradeyi yönlendirici etkisiyle) cebri kabul etmez, çünkü bu kendi varlığının inkârı anlamına gelmektedir. Kaderi inkâr etmek (yanlış olsa bile) hiç değilse duyguyu, hissiyatı inkâr etmediği ve kula özgüven sağladığı için cebre nazaran daha insaflı bir yaklaşımdır. Varlığıyla bütün âlemleri ihâta eden Allah, fiillerimizin yaratıcısıdır, bizim irademiz de Hakk’ın iradesinden doğmuştur.[62] İnsanın irade ettiği ve gerçekleştirdiği şeyleri yaratan Hakk, her şeyi bilmesine ve takdir etmesine rağmen kula seçim hakkı tanımıştır. Aksi takdirde imtihana tabi olmamızın bir anlamı yoktur. “Kulda ihtiyar yoktur” demek, insanın yolda uyumasına benzer ki, Hakk yolunda kişiyi uykuya yönelten bu düşünce, onu yarı yolda bırakmaya, kötü akıbetlere duçar etmeye mahkûmdur.

Cebriyye’ye eleştirilerini yöneltirken aklî delillerin yanı sıra naklî delilleri de inceleyen Mevlâna, Cebrî düşüncenin “Attığın zaman sen atmadın” ayetini yanlış yorumladığını belirterek bu ayetin Cebir değil, Allah’ın Cebbâr ismine atıfta bulunduğunu iddia eder ki, Cebbâriyyetin zikri bizim onun yüceliğini görmemiz ve tazarru’ ve niyaz etmemiz içindir. Mevlâna, gerçek cebir sahiplerinin peygamberler ve velîler olduğunu, çünkü bu zâtların insanları doğru yola sevk etmek ve ilâhî emirleri hatırlatmak için görevli kişiler olması hasebiyle, her an her işlerinde Hakk’ı gözeten, her mertebede Hakk’ın varlığını müşahede eden kişilerin bu hallerinin diğer insanlardan farkına işaret etmektedir. “Allah neyi diledi ise o oldu” ve “Kalem olacak şeyleri yazdı, mürekkebi bile kurudu” gibi hadislerde Cebrî düşüncenin düştüğü hatayı da dile getiren Mevlâna, son derece basit izahlarla anlaşılması mümkün bu hadislerin Cebriye tarafından, bilerek menfî yorumlandığını savunur. Saltanat sahibi yönetici ve idarecilerin etrafında, nimetlerden faydalanmak için koşuşturup duran ve azamî gayret sarf eden insanın, her şeyin sahibi ve ne dilerse o olan Hakk’ın kudretini görüp de O’nun rızasını kazanmak, lütuf ve ihsanlarından faydalanmak için her dediğini gözetmesi gayet doğal bir davranıştır. Ayrıca “Kalem olacak şeyleri yazdı” sözünden her şeyin önceden takdîr edildiği ve asla değişmeyeceği gibi bir anlam çıkarmanın haksızlığı apaçık ortadadır ve bu insanı Hakk’a aczi sandı gibi büyük bir yanlışa sürükler. Mürekkebi kuruyacak kadar yazan kalem ilâhî adaleti temsil eder; olan ve olması gerekenleri, iyiliğe ve kötülüğe sevkeden durumları, hâsılı insana dair doğruları ve yanlışları yazan kalem, vefâ ile cefâyı da ayırır, adalet ile zulmü de. Mevlâna’ya göre bu hadisten çıkarılması gereken anlam şudur; Hakk, iyi ve kötü, doğru ve yanlış olan her şeyin arasına fark koymuştur ve “layık olana uygun düşeni” remzeden kâlem de bunu yazmıştır. Hakk’ın indinde adalet ve zulüm farklıdır, iyiden daha iyinin, daha iyiden en iyinin farkını ortaya koyan Allah bildirmiştir ki; “Kim zerre miktarı bir hayır işlerse karşılığını görecektir; ve kim, zerre miktarı şer işlerse karşılığını görecektir.”[63]

Mevlâna’nın Cebriyye’ye yönelttiği (ve aklî ve naklî delillerle ispatlamaya çalıştığı)  eleştirileri sıraladığımızda karşımıza şunlar çıkmaktadır:

  • Mevlâna Cebrî düşünceyi itikadî açıdan küfür olarak görür.
  • Salt aklın işlevselliği olarak bakıldığında Cebrî düşünceyi Kaderî anlayıştan daha mantıksız kabul eder.
  • Cebriyye’nin “Attığın zaman sen atmadın”[64] ayetini yanlış yorumladıklarını, bu ayetin kulun iradesizliğine değil, Hakk’ın gücüne işaret ettiğini iddia etmektedir.
  • İnsanı “rüzgâr önünde savrulan kuru bir yaprak” gibi gören Cebrî düşünce dürüst değildir. Bu yönüyle aklî açıdan da imkânsızdır, çünkü insan heves ettiği işlerde kudret sergilemeyi kabul eden Cebrî, hükm-ü ilâhiyi bahane edip, başına gelen sıkıntıyı Allah’a isnad etmektedir.
  • Cebir, iki türlüdür: birincisi (Cebriyye’nin savunduğu) halkın cebri ki, bu bâtıldır ve kulu tembelliğe itmektedir. İkinci ve gerçek cebir; enbiyanın Hakk’a teslimiyetindedir, bu da mutlak teslimiyeti getiren, her haliyle Allah’a kul olma isteğinin doğurduğu zevk halidir.
  • Cebrî düşünce İblis merkezli bir bakış açısıdır ve hem insanî hem de ilâhî bir vasıf taşımamaktadır. Cebrî düşünce şeytanın tezlerini ve ona kul olmayı savunur. Hâlbuki hissi, sağduyuyu ve beş duyguyu inkâr mümkün değildir ve bu da iradenin varlığına delildir.
  • Cebriye “Allah neyi diledi ise o oldu” hadisinden hareket ederek her işin hâlıkı olarak Allah’ı görmekle Hakk’tan aczi giderdiğini zannetmektedir, hâlbuki bu söz Hakk’a daha çok ibadet etmeyi ve O’ndan dilemeyi teşvik eder. Aynı şekilde “Kalem olacak şeyleri yazdı” hadisi de Cebriye tarafından yanlış yorumlanıp kaderciliğe kapı aralanmaktadır. Oysa Ceffe’l-kalem ilâhî adaleti ve “layık olana uygun düşeni” temsil eder.

 

MEVLÂNA’NIN MUTEZİLEYE YÖNELİK ELEŞTİRİLERİ

İnsanın bütün fiillerinden kendisinin sorumlu olduğunu, bunun için de hür bir iradeye malik bulunduğunu iddia eden Mutezile, Allah’ın kudretinin, bizim hem gücümüz yeten hem de yetmeyen fiillere taallûk edebileceği görüşünü savunarak, insanların ihtiyarî fiillerinde tamamen serbest olduklarını, kulların fiillerinin yaratılmasında Allah’ın dahli bulunmadığını kabul etmektedir. Kulun hayır veya şer ile ilgili bütün fiillerinin yaratıcısının bizzat kendisi olduğunu, bunun sonucunda da âhirette sevap veya ceza ile karşılaşacağını savunan Mutezile, aklı önceleyen ve “insan kendi fiillerinin yaratıcısıdır”[65] düşüncesiyle hareket eden bir mezheptir.

Mevlâna, “insan kaderini kendisi çizer (kul kendi fiillerinin yaratıcısıdır)” fikrine katılmaz ve kulun kendi iradesi dâhilinde olsun veya olmasın, bütün işlerinin yaratıcısının Allah olduğuna inanır.[66] “Fî Hi Mâ Fîh” adlı eserinde Mutezile’nin “Ef’alin hâlıkı kuldur” görüşünü şöyle eleştirir: “Mu’tezile: “Ef’alin hâlıkı kuldur ve kendisinden sâdır olan her fiilin hâlıkı o bendedir.” derler. Böyle olması caiz değildir. Zira o bendeden sâdır olan her bir fiil, ya akıl ve rûh ve kuvvet ve cisim gibi kendisinde olan alet vasıtasıyladır; yahut cemî’i ahvâlde bî-vâsıtadır. Vâsıta ile olunca onun hâlık-ı ef’âl olması câiz olmaz. Zira o bende bu vasıtaları cem’a kadir değildir. Binaenaleyh o kimse bu alet vasıtasıyla vücuda gelen bu fiilin hâlıkı olmaz; çünkü alet onun mahkumu değildir; ve aletsiz fiilin hâlıkı olmak câiz olmaz. Zira bu alet olmaksızın, ondan fiilin sudûru muhaldir. İmdi, ale’l-ıtlâk malum oldu ki, ef’âlin hâlıkı Hak’dır, bende değildir.  Bendeden sadır olan her bir fiil, hayır olsun, şer olsun, o onu bir niyet ile meydana koyar. Ammâ o işlerin hikmeti, onun tasavvur ettiği ma’nâ ve hikmet kadar değildir. O işte ona görünen fâide, ondan vücuda gelen fiilin fâidesi kadar olur. Fakat onun fevâid-i külliyesini, yâ’nî ondan ne semârât iktitaf edeceğini Hakk bilir. Meselâ, sevap ve nîk-nâm ve dünyada emniyet kazanmak niyeti ile namaz kılarsın; fakat o namazın fâidesi ancak bu kadar olmayacaktır; yüz bin fâideler verilecektir ki, o senin vehminden geçmez. O hizmetler üzerine kazanılacak fâideleri Cenâb-ı Hak bilir.

Şimdi… İnsan dest-i kudretin kabzasında yay gibidir ve Hak Teâlâ hazretleri onu hizmetlerde kullanır; ve hakîkatte fâil, yay değil, Hak’dır. Yay, âlet ve vâsıtadır; lâkin Hak’dan bî-haber ve gâfildir; ve onun imâdı gaflettir. Görmez misin ki, bir kimseyi bîdâr ettikleri vakit dünyadan bîzâr olur ve soğur ve ondan vazgeçer. İnsanın küçüklüğünden beri olan neşv ü neması gaflet vasıtasıyladır; ve illâ neşv ü nemâ bulmaz ve büyümez idi. İmdi o, gaflet vasıtasıyla mâmur ve cisîm olduğundan, onu gâfletlerden yıkayıp pâk etmek için Hak Teâlâ cebren ve ihtiyaren yine meşakkatleri ve mücahedeleri musallat kılar. Ondan sonra o âleme âşinâ olmak mümkin olur.”[67]

Herhangi bir vasıta olmaksızın insanın fiilini gerçekleştiremeyeceğini ve bu yüzden de kendi fiilinin yaratıcısı olmayacağını düşünen Mevlâna kul ile Allah arasında “nakkaş-nakış” benzetmesi yaparak, nakış mesabesinde değerlendirdiği kulun fiillerinin nakkaş sayesinde ortaya çıktığını ve her şeyi yaratanın Allah olduğunu kaydeder. Her şey O’nun elindedir. Mutlak yaratıcı O’dur, kudret ve kuvvet sahibidir, bizim varlığımız O’nun lütuf ve ihsanı iledir, fiillerimizi yapma kudretini O’ndan alırız, O görünmeyen etkidir, yokluktan varlığa geçişimiz O’nun sayesindedir, varlığın tadını O’nunla aldık, O’nun (yarattığı) sağladığı imkânlarla hayatımızı idâme ettiriyor, işlerimizi yürütüyoruz. O’na olan hasretimiz, O’nu bir Rab olarak arayışımız da yine O’nun verdiği nimettir.

  • Ey cânımızın cânı; biz kim oluyoruz ki; Sen varken biz diye ortaya çıkalım,
  • Bizler ademleriz (yoklarız), bizim varlıklarımız da yoktur;
  • Biz hep arslanlarız, fakat bayrak arslanı[68]; Dem be dem onların hamlesi rüzgârdan olur,
  • Onların hamlesi zâhirdir ve rüzgâr zâhir değildir; O zâhir olmayan asla eksik olmasın,
  • Bizim rüzgârımız ve vücudumuz Sen’in ihsânındır; varlığımız hep Sen’in icâdındır,
  • Yoka varlık lezzetini gösterdin; yoku kendine âşık etmiş idin,
  • En’âmımızın lezzetini kesme; mezeni ve içkini ve kadehini esirgeme,
  • Eğer (o feyzi) esirger isen; seni kim (cüst-ü cû edebilir) arayabilir? Nakış nakkâşa nasıl mukabele edebilir?[69]

Spinoza’nın “Havaya fırlatılan taş, eğer sorulsaydı, mutlaka kendi iradesiyle havalandığını söylerdi”[70] sözünü anımsatan bu beyitler, kulun fiillerinin Hakk’ın fiillerinin yaratması ile mümkün olduğuna bir örnek teşkil eder. Bu anlamda Mevlâna, yaratıcı gücün yaratılan her şey üzerindeki etkisine inanır.

Bin yıldır bu topraklarda hâkim olan Türk İslam medeniyetinin tefekkür dünyasının merkezine oturan inanç sistemi şöyledir: İnsan aklının gücüne ve irâdenin hürriyetine inanırız ama ilâhî takdiri hepsinin üstünde görürüz. Bu görüşü savunan Mevlâna, kaderin hükmünü esas kabul etmektedir. “Allah kuvvet ve kudretin yalnız kendisinde olduğunu anlatmak için insanların karar verdikleri şeyleri bozar, zıddını meydana getirir.  Bazen da kararında azmetsin, yapacağı şeye tamah eylesin diye o kararı bozmaz da sonunda bozar, bu da tembih üstüne tembih olur”[71] diyen Mevlâna’nın bu fikrini “Acayip bir hale düşerek gündüzleri elinde fenerle dolaşan rahibin hikâyesinde”[72] rahatlıkla görebiliriz. Rahip olarak kastettiği kişi, M. Ö. 324 senesinde doğan Sinoplu meşhur Diyojen’dir.[73] Birçok farklı senaryoyla anlatılan “Adam arıyorum” hikâyesinin kaynağı olduğu düşünülen Diyojen, bir rahiptir ve güpegündüz elinde fenerle çarşı pazar dolaşırken onu gören bir boşboğaz[74] bu hareketinin nedenini sorunca, “her tarafta ilâhî nefesle diri olan adamı[75], gönlü ilâhî marifetle dolu olan kişiyi arıyorum”[76] diye cevap verir. Boşboğaz adam şaşırır ve her taraf adam doluyken yine de elinde fener, adam aramanın tuhaflığını söyler. Rahip, aradığı adamın özelliklerini şöyle tarif eder: “İki yolun caddesi üzerinde olan adamı isterim; hışım yolunda ve hırs vaktinde / Hışım ve şehvet vaktinde adam hani, nerede? Ben mahalle mahalle böyle bir adam arıyorum / Cihanda bu iki hâl içinde olan adam, hani? Ta ki ben ona bugün canımı fedâ edeyim”[77] Hiddetlendiği, öfkelendiği, hırs ve şehvete kapıldığı zaman, kendini tutabilen, nefsine hâkim olabilen kişiyi[78] aramaktadır rahip. Bu sözleri duyan birisi (Mutezile inancında olan boşboğazdan başka biridir bu) der ki:

  • Acayip bir şey istiyorsun; pek nadir bulunur o; fakat sen kazânın hükmünden gâfilsin, iyi gör.
  • Fer’e nazaran asıldan bîhabersin; Fer’ biziz, aslolan ahkâm-ı kaderdir.
  • Kazâ, dönen feleği gümrâh eder (yolunu şaşırtır); yüz Utarid[79] gelse bile kazâ onu ahmaklaştırır.
  • Tedbîr âlemini dar eder; demiri ve katı taşı suya dönüştürür.
  • Ey adım adım yola karar vermiş olan! Hamın hamısın, hamın hamısın, hamın hamı.”[80]

Fenerli rahip (Diyojen) boşuna uğraşmaktadır, belirttiği özelliklere sahip, ilâhî irâdenin tecellî ettiği kaza ve kaderin hükümleri karşısında dayanabilecek bir irâdeyi insanda bulmak imkânsızdır. Şunu iyi bilmek lâzımdır ki, insanın elinde var olan kudret ve yapma gücü küllî değil, cüz’îdir, bu cüz’î irâdeyle her şeyi başarırım sanıyorsan, bu senin hamlığına delildir. Diyojen’in arayışı boşuna değildir, ama hırs, şehvet, gazap, öfke gibi beşerî sıfatların karşısında durmak basit insanların işi değildir. Mevlâna, bu fikrini teyîd için Eyüp (a.s.)’ın sabrını örnek gösterir ve Hakk’ın dilinden O’na şöyle seslenir: “Hakk, Eyyûb’a mekrümette (ikram ettiklerinde) buyurdu: Ben senin her kılın için sabır verdim” / âgâh ol (kendine gel), bu kadar sabrına nazar etme; sabrı gördün,[81] sabır vereni de gör.” İlâhî irâde ile cüz’î irâde arasında “Deniz-köpük” benzetmesi[82] yapan Mevlâna’ya göre, deniz mânâ âlemini, köpük madde âlemini temsil etmektedir. Köpükleri gören insan hayran olur, halbuki ilâhî hikmetleri görmek isteyen insan denize bakması gerekir. Köpükleri gören (olayları dışardan seyreden) insan, sebeplere takılır kalır, işleri kendi irâdeleri ile döndüreceğini sanır, denizi (işlerin arkasındaki asıl kaynağı) gören insan ise, denizi hayranlıkla seyreder. Köpüğe (hadiselerin kabuk kısmına) takılıp kalan kaderini kendisinin hazırlayacağını sanarak, irâdesiyle her şeyin üstesinden geleceğini zanneder, halbuki “Âlemlerin Rabbi Allah dilemedikçe siz dileyemezsiniz”[83] gerçeğini idrâk eden kişi, kendi irâdesinin Hakk’tan geldiğini bilir ve fiillerini yaratan kişinin kendisi değil Allah olduğunu anlar.[84]

Daha evvel zikrettiğimiz “Sünnî Mü’min-Cebrî Kâfir” hikayesinde Mutezile’ye de değinen Mevlâna, her iki düşüncenin (Mutezile-Cebriyye) düştüğü yanlışlıkları göstermek için “ateş-duman” temsilini kullanır:

  • O (Kaderî) der ki; duman vardır ve ateş yoktur; Mumun ışığı mumdan değildir.
  • Ve bu (Cebriyye) muayyen (apaçık olarak) ateşi görür; İnkârdan dolayı “ateş yoktur”, der” [85]

Günümüz laiklik tezlerini anımsatan Kaderiye (Mutezile) inancından olanları eseri görüp müessiri görmemekle itham eden Mevlâna, bir benzetme yaparak onların bu durumunu dumanı görüp de duman yok, demeye benzetir. Mutezile inancına göre, bir kimse istediğini yapmak veya yapmamakta özgürdür ve tüm bu süreçte Hakk’ın dahli söz konusu değildir. Zulmün, kötülüklerin yaratıcısı Allah değildir ve Allah günah olan bir fiili yaratmaktan münezzehtir, çünkü Allah kullarına zulmetmez.[86] “Sizi ve yaptıklarınızı Allah yarattı”[87] ayetine nazaran bu görüşü fâsid bulan Mevlâna, delîlin medlûlüne isnadından[88] hareketle, Mutezile’nin kendi fiilini ispat etmek için Hakk’ın fiilini yok saymasını eleştirir. Delilden kasıt kulun fiilidir ve onu yaratana (medlûlüne) isnadı yok sayılamaz. Bu açıdan Mevlâna, efâli ibâd konusunda kulun ihtiyarını yegâne saik kabul eden Kaderî düşünceyi ifrât, kulun ihtiyarını hiçe sayan Cebrî düşünceyi de tefrît içerisinde görmektedir.[89] Diğer taraftan Allah’ın şerleri ve günahları yaratmadığı düşüncesi de Mevlâna’ya Hakk’ın murâdını anlamamaktır. O’na göre Allah hayrı ve şerri murâd eder; fakat hayra razı olur:

“Allah Teâlâ Hazretleri hayrı ve şerri murâd eder; fakat ancak hayra razı olur.  “Ben bir gizli hazine idim; bilinmeğe muhabbet ettim.”[90] buyurmuştur.   Hak Teâla’nın emir ve nehyi murad buyurduğuna şübhe yoktur. Halbuki me’mûr, emr olunduğu şeyde tab’an kârih olmazsa emr sahîh olmaz ve aç olan kimseye, “Ey aç; helva ve şeker ye” denilmez. Eğer denilirse, bu emir değil belki ikramdır. İnsanın râgıb olmadığı şeyden nehy olunması sahîh olmaz. Taş yeme, diken yeme demek sahîh değildir ve eğer denilirse, buna “nehy” tesmiye olunmaz.  Hayır ile emrin ve şerde nehyin sahîh olması için, şerre râgıb olan bir nefsn vücudu lazımdır. Bu nefsin irade-i vücudu, şerri iradedir. Velâkin Hak şerre razı olmaz; eğer razı olsa idi, hayır ile emretmez idi. Bunun nazîri budur ki, tedrîsi murad eden kimse müteallimin cehlini murâd eder. Zira tedrîs ancak müteallimin cehli ile mümkin olur; ve bir şeyi murâd etmek, onun levâzımından olan şeyi murâd etmektir. Velâkin o kimse cehle razı değildir. Râzı olsa ta’lîm etmez idi. Ve keza tabîb tababeti murâd ettiği vakit, nâasın marazını murâd eyler. Zira onun zuhur-u tıbbı ancak nâsın marazı iledir. Fakat nâsın marazına razı olmaz. Eğer razı olsa idi, nâsı tedavi eylemezdi. Ve kazâ ekmekçi kesb-ü maâşının husûlü için nâsın açlığını murâd eyler; velâkin onların açlığına râzı değildir. Eğer râzı olsa idi, ekmek satmaz idi… Ve kezâ bir şeyi murâd etmek, onun levâzımından olan şeyi murâd etmektir. Velâkin ona râzı değildir. Aksi halde nefsinden bu şeylerin izâlesine cehd eder idi.

Şer, bir vecihden murâd olunur ve bir vecihden murâd olunmaz.  Buna muhâlif olan hasım[91] ise “Şer, her vecihden murâd olunmaz” diyor. Hâlbuki bir şeyi murâd edip onun levâzımından olan şeyi murâd etmemek muhaldir. Tab’an şerre rağbet ve hayırdan nefret eden bu nefs-i ebiyye ve serkeş, emir ve nehyin levâzımındandır; dünyada cemî-i şürûr bu nefsin levazımındandır.”[92] Nasıl ki, iman iradesi için küfrün varlığı gerekiyorsa ve bu küfrün, imanın levâzımından olduğuna delâlet ediyorsa, hayrı irâde için de şer gereklidir ve bu da hayrın gereklerindendir. Bu açıdan Allah’ın şerri irâde etmesi onu murâd ettiği anlamına gelmez.

Akıllar yaratılıştan eşit midir?

Mevlâna’nın Mutezile’yi eleştirdiği bir diğer konu da “Akılların yaratılışta eşit olup olmadığı” meselesidir. “Cüz’î akıllar müsâvîdir, aralarındaki çokluk ve azlık; öğrenmek, riyâzât riyâzet ve tecrübe etmekle hâsıl olur” dediğini kaydeden Mevlâna’ya göre akılların derecesi herkeste eşit değildir; öyle ki yerden göğe kadar yükselen bir derece ve mertebe farkı vardır.[93] Bu farklara bakalım;

  • Akıl vardır, güneş kadar parlaktır; akıl vardır Zühre’den de şihâbdan (yıldız akmasından) da aşağıdır,
  • Akıl vardır, sarhoş çerağı (kandili) gibidir; akıl vardır, ateş kıvılcımı gibidir.
  • Zira bulut önünden çekildiği vakit; Hakk’ın nurunu gören akıllar meyve verirler,
  • Akl-ı cüz’î aklı bednâm etti; Dünya murâdı Âdem’i murâdsız etti.[94]

Mevlâna’ya göre muhtelif mertebelerde bulunan akıllar, küllî aklın yansımalarıdır ve bu yansıma kimine çok, kimine azdır. Fakat aklın bir özelliği vardır ki, o da yaratıcının nurunu görmektir. Evet, aklın yolu birdir ama akılların derecesi bir olmadığından (her mertebedeki akılların önünde türlü perdeler ve bulutlar gelmiş olduğundan), herkes bu nuru göremez. Bazı akıllar vardır ki, dünyada iyilik ve güzellik isterler, bazı akıllar da vardır ki, hem dünyada hem de âhirette iyilik ve güzellik isterler.[95] Yine Mevlâna, cüz’î aklın her zaman sağduyulu davranamadığını, hırs ve şehvet anında yenik düşebildiğini göstermek için bir babanın kocasından gebe kalmaması için kızına verdiği nasihatten bahseder.[96] Bir baba, kızını, akıl baliğ olur olmaz, artık yaşı geldi düşüncesiyle, biraz da aceleyle dengi olmayan bir adamla evlendirir. Ardından da bu fakir adamın vefası belli olmaz, bir gün sizi terk eder gider, endişesiyle, kocasından hamile kalmaması için kızını uyarır. Böylece haftalar geçer, adam sürekli kızını bu konuda uyarır, fakat kadın kocasından hamile kalır ve bunu babasından gizler. Lâkin altı aylık olup karnı şişince, babası anlar ve kızar. Kızı ise, şehvetine yenik düştüğünü ve kendisini koruyamadığını itiraf eder. Mevlâna bu hikâyeyi şunun için anlatır: “Her hakir olan akıl hırs ve öfke ve cenk vaktinde sabit değildir”[97] Böylece Mevlâna, her aklın aynı sağduyuya sahip olmadığını ve aralarında, aynı konularda farklı yaklaşımlar sergilediğini göstermektedir ki, bu sonuç Mutezile’nin “cüz’î akıllar müsavîdir” iddiasını tekzîb eder.

 Mevlâna, Cebrî düşünceye nazaran daha mantıklı ve insaflı bulduğu Mutezile mezhebinin düşüncelerini ifrata kaçtıkları ve Hakk’ın irâdesini yok saydıkları gerekçesiyle reddeder. Bu reddediş, mum ışığını görüp ışığın kaynağını (mumu) görememek, dumanı görüp ateşi görememek gibi delili görüp delalet ettiği şeyi görememek gibi acizlikleri dolayısıyladır. Parçayı görüp bütünü kabullenmemek olarak da niteleyebileceğimiz bu durum, Mevlâna’nın “küllî irâde-cüz’î irâde” ve “küllî akıl-cüz’î akıl” ayrımlarıyla ters düşmektedir.

Mevlâna’nın (aklı öncelemesi nedeniyle) daha çok aklî delillerle eleştirdiği Mutezile’ye yönelik tespitlerini şöyle sıralamak mümkündür:

  • Mevlâna Cebrî düşünceyi açıkça (“Cebrî Kâfir” kavramını kullanarak) küfür olarak nitelemekle birlikte, Mutezile’ye yönelik bu şekilde net bir tabir kullanmamaktadır. Ancak Mutezile’nin fikirlerine itiraz ederken onların itikadî anlamada yanlış bir yol izlediklerini beyan ederek dolaylı yoldan bu düşünceyi İslâm dairesinde içinde görmediğini ifade etmektedir.
  • Mevlâna’ya göre Mutezile’nin “Ef’alin hâlıkı kuldur” iddiası yanlıştır, çünkü kul alete ihtiyaç duymadan fiilini gerçekleştiremez, aleti yaratan da Allah olduğu için fiillerin yaratıcısı kul değil, Allah’tır.
  • İlâhî takdir her şeyin üstündedir, Hakk bunu göstermek için insanların karar verdikleri şeyleri bozar, zıddını meydana getirir. İnsan dest-i kudretin kabzasında yay gibidir.
  • İnsanın elinde var olan kudret ve yapma gücü küllî değil, cüz’îdir. Bu cüz’î irâdeyle her şeyi başaracağını sanmak hamlığa işarettir.
  • Mutezile dumanı görüp onu meydana getiren ateşi yok saymakla (eser-müessir ilişkisini,  delilin medlûlüne isnadını yok saymakla) aklî açıdan da hata etmektedir.
  • “Allah şerri yaratmaz” diyen Mutezile ilâhî iradenin kuşatıcılığını inkâr etmekte tefrite kaçmaktadır. Allah Teâlâ Hazretleri hayrı ve şerri murâd eder; fakat ancak hayra razı olur.
  • “Cüz’î akıllar müsâvîdir” diyen Mutezile hataya düşmektedir; çünkü akılların derecesi vardır.

 

Sonuç

İki asırdır bu topraklarda tartışılan temel mesele hayatımızı idame ettirirken ve dünyada olup bitene karşı tavır alırken, aklı nerede, nasıl kullanacağımıza dair tartışmalardır. Aklın her şeye yettiği teziyle hiçbir şeye yetmediği tezlerinin ikisi de Türk İslam tarihinde defalarca işlenmiş, delilleriyle reddedilmiş, aklın konumu belirtilmiştir. Büyük Türk âlimi Maturîdî, “İnsan aklıyla bütün hakikatleri anlayabilir mi?” sorusuna verdiği cevapla bir ayrıma gidiyor ve aklın sınırlarını şöyle çiziyor: “Kulların fiilleri içinde tasavvurlarının ulaşamadığı ve akıllarının takdir edemediği haller bulunduğu gibi hedef ve planlarının ulaştığı, akıllarının idrak ettiği haller de mevcuttur.”[98] Allah’ın yarattıklarının bir sebebe, bir hikmete bağlı olduğunu düşünmek, insan aklının bir gereğidir ancak, yine insan aklının bu hikmeti, gereği gibi idrak etmesi mümkün olmayabilir.[99] Maturîdî’ye göre bu gerçeğin, “konuya aklî yönden yaklaşım yapana da meseleyi duyu yoluyla kavramak isteyene de gizli kalması mümkündür.”[100] “Maturîdî’ye göre insan aklının, fiillerindeki bazı gaye ve maksatlara ulaşabilmesi mümkün olabilirse de, fiillerin her yönünü ve ulaşacakları neticeleri bütün detaylarıyla bilmesi imkânsızdır. Zaten insanlığa peygamberler gönderilmesinin sebeplerinden birisi de, insanların kavrayamayacakları veya herkesin kavrayamayacağı, yanlışlığa düşeceği hususları bildirmek olduğu da, Maturîdî tarafından söz konusu edilmektedir.”[101] Bu bağlamda Allah’ın yarattıklarının insan aklı tarafından anlaşılmasında çeşitli farklılıklar olsa da, mahlûkatı anlamada aklın sorun yaşamayacağını, Kur’ân-ı Kerîm’in insanların anlaması için gönderilmesinden dolayı, ilahî buyruklarda anlaşılmayacak bir şeylerin bulunmadığı görüşünü savunan[102] Maturîdî, nasıl ki aklın hakikati, Peygamberlere inanmayı, onlardaki özellikleri kabullenmeyi, idrak edemediği hususlarda Peygamberlerin ve fikir adamlarının tavsiyelerine başvurmanın kendisi açısından sıhhat verici sonuçlar doğuracağını anlamayı gerektiriyorsa[103], Kur’ân’ın da bu şekilde kabullenilmesinin tabiî bir durum olduğunu kaydeder. Tabiatın yoktan varolacağına inanmanın aklî bir zorunluluk olması gibi.[104] Akıl yoktan varetmenin nasıl meydana geldiğini bilemeyebilir ama bunun mümkün olduğunu kabullenir.

Aklı ne ilahlaştıran, ne de yok sayan, ona hak ettiği değeri veren bir düşünce iklimidir Anadolu. Bu topraklarda her şeyi kadere bağlamak fikri de, her şeyi akla bağlamak fikri de neşv-ü nema bulamamış, şairin muhteşem ifadesiyle “zıtlar arası muvazenenin üstün nizamı” hâkimiyetini ve üstünlüğünü devamlı kılmıştır. Kökleri Hoca Ahmet Yesevî’ye kadar uzanan, Mevlâna, Yunus Emre, Hacı Bayram-ı Velî gibi büyük şahsiyetler üzerinden sistemleşen ve bugüne kadar sıhhatini koruyarak gelen tasavvuf menşeli Türk Müslümanlığına yöneltilen, “Aklını başkasının cebine koyma” vb. eleştirilerin ve köksüz dinî yapıları bu eleştiri üzerinden tarikatlarla özdeşleştirmenin akıl tutulması, yaralı bilinç, itibar suikastı, ideolojik körlük gibi tanımlamalardan başka açıklaması olamaz.

Ne zaman ki bu topraklarda seküler dinî yapılar olarak bilinen cemaatlerden biri sorun olmuşsa, bunun köklerini Selçuklu ve Osmanlı düşüncesini yoğuran kadim inanç sistemimizin içinde arama gayreti ivedilikle devreye girmektedir. Bu hezeyandan kurtulmak isteyenler için büyük Türk âlimi Mevlâna’nın inanç sisteminden örneklerle, Türk Müslümanlığının köklerinin nerede ve nasıl aranması gerektiğine işaret etmeye çalıştık.

Son bir not; Mevlâna varsa arabesk yoktur!

Dipnotlar:

[1] Mevlâna, Divân-ı Kebîr, Terc.: Abdülbaki Gölpınarlı, Türkiye İş Bankası Yayınları, İstanbul 2007, II. Cilt, b.: 3691, s. 460

[2] Cebriyye: “Cebir, kulun işlediği fiille ilgisini reddedip, o fiili Allah’a vermektir. Gerçek (Hâlis) Cebriyye (el-Cebriyyetü’l-Hâlisa) ve Yarı Cebriyye (el-Cebriyyetü’l-mütevassita) olmak üzere iki sınıfa ayrılır. Halis Cebriyye, kulun hiçbir fiili olmadığını, fiil işlemeye de kudreti bulunmadığını, benimseyenlerdir. Mutavassıt yani yarı Cebriyye ise kulun işlediği fiil konusunda kudreti bulunduğunu fakat bu kudretin fiil üzerinde tesiri bulunmadığını söyleyenlerdir. Bunun yanında fiilde herhangi bir şekilde tesiri olan yaratılış bir kudretin varlığını kabul edip bunun kesb diye adlandıranlar cebrî değillerdir.” ŞEHRİSTÂNÎ, Milel ve Nihal, Çev.: Mustafa ÖZ, Litera Yay., İstanbul 2008, s. 84.

– “Mezhebin kurucusu Cehm B. Safvân (v. 128/745) Bu sebeple Cebriyye’ye Cehmiyye de denilir. Cebriyye Mutezile’nin tam zıddı bir mezheptir. İnsanda hür iradenin varlığını inkâr ederek; insanın rüzgârın önündeki bir kuru yaprak gibi olduğunu, yaptığı işleri zorunlu olarak ve mecburen yaptığını kabul eder… Avrupalılar bu mezhebe Fatalizm derler. Cebriye cennet ve cehennemin dünya gibi geçici olduğuna, ahrette Allah’ın gözlerle görülemeyeceğine, O’nun kelâmının sonradan yaratılmış (hâdis) olduğuna inanır.” KILAVUZ, A. Saim, Prof. Dr. İslam akaidi ve Kelâm’a Giriş, Ensar Neşriyat, İstanbul 2007, s. 484,

– “CEBR inancının ilk defa sahabe döneminde müşriklerin dile getirmesiyle görülmeye başlandığı, teorik gelişme ve yayılmasını Emevîler döneminde tamamladığı, CEBR düşüncesini ilk olarak Yahudilerin ortaya attığı, bazı Müslümanlara öğrettikleri ve bu Müslümanların da bunu yaymaya başladıkları söylenmiştir. Yine söylendiğine göre, Müslümanlar arasından bu düşünceye ilk davet eden kişi Ca’d B. Dirhem olmuştur. Cehm B. Safvân, Cehmiyye’nin de benimsediği “Cebr” düşüncesini Cad’dan almıştır.” EBÛ ZEHRA, Muhammed, İslam’da İtikadî, Siyasî ve Fıkhî Mezhepler Tarihi, Çev.: Sıbğatullah Kaya, Yeni Şafak Gazetesi Kültür Armağanı, Aralık 2000, s. 110-111

CEHMİYYE için bkz.: DİA, VII. Cilt, “Cehmiyye” maddesi, s.334. el-Bağdadî, Abdülkahir, Mezhepler Arasındaki Farklar, Çev.: Prof. Dr. Ethem Ruhi Fığlalı, DİB Yay. Ankara 2008, s. 156

[3] Mevlâna, Divân-ı Kebîr, Terc.: Abdülbaki Gölpınarlı, Türkiye İş Bankası Yayınları, İstanbul 2007, II. Cilt, b.: 650, s. 85

[4] Mevlâna, Mesnevî, V. Cilt, b.: 2963-3021 “Sünnî Mü’minin Cebrî Kâfire Cevap Verip Kulun İhtiyârı Olduğuna Dair Delil Göstermesi, İhtiyârı İspat Etmesi” isimli bölüm.

[5] Mevlâna, Mesnevî, V. Cilt, b.: 3009 “Akıl bakımından cebir kaderden daha beterdir; zira cebre inanan kişi kendi duygularını (hissiyatını) inkâr etmektedir.”

[6] Dostoyevski’nin Karamazof Kardeşler romanındaki “İsa ile Engizisyoncu” bölümüne ithafen.

[7] Enfâl, 8/17

[8] Tahirü’l-Mevlevî, Şerh-i Mesnevî, Şamil Yayınları, İstanbul, 2007, II. Cilt, s. 384

[9] Mevlâna, Mesnevî, I. Cilt, b.: 616-621

[10] Gölpınarlı Cebbârlığı “kırıklığı onarma” manasında zikreder. GÖLPINARLI, Divan-ı Kebir Terc., “Mevlân’da Tasavvuf ve Dünya Görüşü” I. Cilt, s. Ixx

[11] Mevlevî,  a.g.e., II. Cilt, s. 388 Bu beytin ayrıca tasavvufî bir yorumunu da yapmak mümkündür: “Tekvîn Kelâm’a ve Kelâm Kudret’e ve kudret İrâde’ye ve İrâde İlm’e ve İlim ma’lûma tâbîdir ve ma’lûm “a’yân-ı sâbite”dir. Yani Hakk, ilm-i ilâhîsinde sabit olmayan “şey”in zuhûrunu irâde etmez ve irâde etmediği “şey”e de kudreti taalluk etmez; ve kudreti taalûk etmeyen “şey” dahi mevcûd olmaz… Kul ezelde lisân-ı istidâd ile ne taelb etmiş ise, Hakk onu vermiş ve bu âlem-i kesîfte de kezâ kul, irâde ve ihtiyârın, bu istidadının sevkı ile fiilen isti’mal edip, yine onu taleb etmiş ve Hakk dahi kezâlik onu vermiştir. Binâenâleyh Hakk tarafından cebir yoktur. Cebir ancak her mazharın hakikatinden kendisine vaki’ olur. Bunların heyet-i mecmûasını Hakk’ın cebbâriyyeti ihâta etmiştir; zirâ vücûd-u hakikî Hakk’ındır ve kulun vücûdu bu vücûda müzâf olan bir vücûddur. O halde dâimâ Hakk’ın Cebbâriyyeti altında zebûndur; ve mahlûkatın Hakk’ın Cebbâriyyeti altında zebûn olmasının hikmeti de, gayriyyet libasıyle zâhir olan insanların mevhûm olan varlıklarını, vücûd-u hakîkî muvâcehesinde ifnâ için, kemâl-i zilletle tazarru’ ve niyâzları lâzım gelmiş olmasındandır.” Ahmet Avni Konuk, Mesnevî-i Manevî Şerhi, I-VI Cilt, Çev: Mustafa Tahralı, Selçuk Eraydın, Kitabevi Yayıncılık, İstanbul 2009 I. Cilt, s. 235-236

[12] Mevlevî, II. Cilt, s. 389

[13] Mevlâna, Mesnevî, I. Cilt, b.: 632-636

[14] Mevlâna, Mesnevî, I. Cilt, b.: 638-639 “Peygamberler dünya işlerinde; kâfirler de ahiret işlerinde cebrîdirler/ Peygamberler için ahiret işi ihtiyâridir; cahiller için de dünya işi ihtiyârîdir.” Burada bir izaha ihtiyaç duyuyoruz; Peygamberler ve velîler ilâhî hakikatlere hemhâl olduklarından bir an evvel Hakk’a ulaşmayı dünya işleriyle uğraşmaktan daha çok dilemekte ve dünya işlerini (terk etmeyip) yapmakta ancak her işlerinde Hakk’ın rızasını gözettiklerinden herkesten farklı görünmektedirler. Burada ahireti dünyaya tercih etme söz konusudur. Aksi takdirde Mevlâna, dünya işlerini zemmeden birisi değildir ki, sadece uhrevî değil dünyevî ilimler yolunda bir ömür harcamış, tıpkı Peygamber Efendimiz (s.a.v.) gibi evlenmiş, evlad-ı iyal sahibi olmuş, zamanının bütün siyasî, ictimâî meseleleriyle yakından ilgilenmiştir. Bu konuyu yine Mevlâna kendi beyitlerinde anlatır: “Cebrden bahsederken aşkı hatırladım, aşk benim sabrımı, kararımı, cüz’î irâdemi elimden aldı; Âşık olmayan kişi, cebrini hapsetti, fakat âşık olan cebirden korkmadı, onu serbest bıraktı. Çünkü âşıkların cebri, cevr-i mezmûm (suç sayılan cebr) değil; cebr-i Memdûh (beğenilen cebr)tur. Bu cebr Hakk’la beraber olmaktır. / Bu hal hakikat ayının ve hiddet nurunun görünüşüdür; şüphe ve imansızlık bulutunun görünüşü değildir. / Şayet bu cebr bile olsa, herkesin anladığı, bildiği, suç sayılan, kötülüğü emreden nefs-i emmârenin cebri değildir.” Mevlâna, Mesnevî, I. Cilt, b.: 1464-1466 (NOT: En sade olduğu için Şefik Can tercümesinden istifade edilmiştir.)

[15] Mevlevî, a.g.e., III. Cilt, s. 753

[16] Mevlâna, Mesnevî, I. Cilt, b.: 1481-1483

[17] Mevlâna, Mesnevî, VI. Cilt, 1438-1443

[18] Mevlevî, a.g.e., 11. cilt, s. 476

[19] Mevlâna, Mesnevî, V. Cilt, b.: 2444

[20] Mevlâna, Mesnevî, V. Cilt, b.: 291-2936

[21] Mevlâna, Mesnevî, V. Cilt, b.: 2913

[22] Mevlâna  Celâleddin Rûmî, Fî Hi Mâ Fîh, Terc.: Ahmed Avni Konuk, Haz.: Dr. Selçuk Eraydın, İz Yayıncılık, İstanbul, 2009, s. 259

[23] Mevlâna, Mesnevî, V. Cilt, b.: 2918-2919

[24] Mevlâna, Mesnevî, V. Cilt, b.: 2929

[25] Mevlâna, Mesnevî, V. Cilt, b.: 2931-2934

[26] Mevlâna, Mesnevî, V. Cilt, b.: 2966

[27] Fetih, 48/17

[28] Mevlâna, Mesnevî, V. Cilt, b.: 2967-70

[29] Mevlâna, Mesnevî, V. Cilt, b.: 2982-3004. Mevlâna, düzenbazlıkta mahir olan İblis’in hilekârlığı üzerine meşhur “İblis’in Muaviye’yi namaza kaldırması” hikâyesini Mesnevî’sine almıştır. Bkz.: Mesnevî, II. cilt, b.: 2590-2778

[30] Mevlevî, a.g.e., 16. Cilt, s. 13

[31] Mevlevî, a.g.e., 16. Cilt, s. 18

[32] Mevlâna, Mesnevî, V. Cilt, b.: 3032 “Acz ihtimâlini Hakk’tan sürdün, O’na cahil, ahmak ve sefîh tabir ettin.”

[33] Mevlâna, Mesnevî, V. Cilt, b.:  3033 “Kaderden (“kader yoktur” sözünden) acz olmaz; olsa bile cahillik âcizlikten beterdir.”

[34] Mevlevî, a.g.e., 16. Cilt, s. 19

[35] Mevlâna, Mesnevî, 16. cilt, b.: 3057 “Madem ki hırs güneşi gizler; eğer (Cebrî) burhân üzerine arkasını dönerse şaşırma.”

[36] Mevlâna, Mesnevî, V. Cilt, b.: 3058-3076

[37] Mevlâna, Mesnevî, V. Cilt, b.: 3077-3110

[38] Enes b. Malik, Muvattâ, Tah.: Takiyuddin Nedvî, Babu’l-Kâlem, Şam, 1991, Ebvâbu’s-Salât, 29, Cilt 1, s. 261

[39] Mevlâna, Mesnevî, V. Cilt, b.: 3111

[40] Mevlâna, Mesnevî, V. Cilt, b.: 3112

[41] Mevlâna, Mesnevî, V. Cilt, b.: 3116-3119 “Eğer derlerse ki, o vezir ne dilerse odur; cenkte irâde onun lâyıkıdır/ İhsan ve cömertliğini başına dökmesi için; acele onun etrafında yüz adamlık dolaşırsın / Yoksa vezirden ve köşkünden kaçar mısın? Bu onu yardımını araştırmak olmaz / Sen bu sözü ters anladın da tembel oldun; İdrâki ve hatırı mün’akis geldin (bu hal anlayışına ters düştü ve aklın karıştı)”

[42] Mevlâna, Mesnevî, V. Cilt, b.: 3127

[43] Mevlevî,  a.g.e., 16. Cilt, s. 31

[44]Muhammed b. İsmail Buharî, Sahîhu’l-Buhârî, İstanbul, Çağrı Yay., 1981, Kitâbu’n-Nikâh, 8

[45] Mevlâna, Mesnevî, V. Cilt, b.: 3131

[46] Konuk,  a.g.e., X. Cilt, s. 320

[47] Mevlev3i, a.g.e., 16. cilt, s. 34

[48] Mevlâna, Mesnevî, V. Cilt, b.: 3133 “Eğri gidersen ceffel kâlem sana eğridir; doğruluktan yana olursan saadet getirir.”

[49] Mevlâna, Mesnevî, V. Cilt, b.: 3134-35. TARLAN, Mevlâna’yı anlattığı eserinde bu yorumdan yola çıkarak şöyle demektedir: “Bu kadar senelik hayatımda terk öğrendiğim şey, hiçbir şeyi ceffel kalem inkâr etmemektir.” Ali Nihat Tarlan, Mevlâna, Hareket Yay., İstanbul, 1974. s. 63.

[50] “Ey Cebrî inancında olan kişi, sen revâ görür müsün ki, Allah ezelde verdiği karardan, yazdığı yazı yüzünden, işten kalsın, hiçbir şey yapmasın. Ey kulum, yazı yazıldı, kâlem de kurudu, iş benim elimden çıktı. Ben artık bir şey yapamam. Bu sebeple bana niyazda bulunma, bana çok gelme ve sızlanma desin. Buna imkân var mıdır? Bunu Peygamberlerden de, velîlerden de hiç birisi revâ görmemişlerdir. Şu halde sen, ey (Cebrî) nasıl böyle düşünüyorsun?

Cebriye tâifesi bu sakat görüşlerini isbât etmek için şu hadis-i şerifi ortaya sürerler, ve kendi inançlarına göre te’vîl ederler:

Abdullah b. Amr As hazretlerinden rivayet edilen hadis şöyle: “Bir gün Peygamber (a.s.) efendimiz bize geldi. Ol hazretin elinde yazılmış iki kitap vardı. Sağ elindeki kitap için; “Bu kitapta cennetliklerin isimleri ve künyeleri vardır. Bunlardan bir isim eksilmez ve fazlalaşmaz da. Sol elinde bulunan kitap için de, “bunda da cehennemliklerin adları yazılıdır. Bunlardan da birisi eksilmez ve fazlalaşmaz.” Sonra Peygamber Efendimiz kendi mübarek ellerini gösterdi ve o iki kitabı ellerinden bırakarak “Sizin Rabbiniz kulların emrinden fâriğ oldu. Kulların bir kısmı cennette ve bir kısmı da cehennemdedir.” diye buyurdu.”

Sünnet ehli bu hadisi Cebrail’in anlattıkları gibi anlatamazlar. Çünkü Cenâb-ı Hakk bir kere takdir edip bir daha etmezse sıfatlarından muattal kalması icab ederdi. Halbuki Allah (CC) “Kayyum”dur., her an bütün sıfatlarını ve fiillerini izhâr eder ve O her an takdir eder. Ra’d suresinin şu mealdeki 39.ayet-i kerimesinde ”Allah ne dilerse onu yapar. Bazısını mahveder, vücuda getirmez. Bazısını da vücuda getirir. Ana kitap (Levh-i mahfuz) onun nezdindedir.“ (13/39). Bunun gibi Furkan süresinin şu mealdeki 70. ayetinde bu konu beyan buyrulmuştur. “Meğer ki tevbe edip iyi amel ve hareketlerde bulunan kimseler ola işte Allah bunların kötülüklerini iyiliklere çevirir. Allah çok yargılayıcı ve esirgeyicidir.” (25/70)

Bu ayetlerde Cenâb-ı Hakk’ın ezelde verdiği emir ve yazdığı yazı yüzünden işten ve takdirden geri kalmadığı açıkça belirtilmektedir. Kötülüklerin iyiliklere çevrilmesi, biz günahkâr kullar için büyük bir müjdedir. Bu sebeple; “Takdîr-i ezel gayrete âşıktır” demişlerdir.

“(……) Allah dilediğini yapar, ne dilerse onu hükmeder.” (…..) ayeti de yukarıdaki ayetler gibi bu hadise zıt düşmez. Çünkü Cenâb-ı Hakk, ne takdir eylediyse her anda evvelce yazdığına göre hükmeylemektedir. O yazıya göre halkeylemektedir. Ona göre mahveyler, bir hükmü bozar yahut bozmaz. Her ne eylerse takdir erylediğine göre eyler. Böylece Hakk Teala hiçbir zaman kullarından yüz çevirmemiştir. O her zaman kullarının yanındadır. Ezelde verdiği emir, yazdığı yazı yüzünden işten fariğ olmamıştır. Mevlev3i, a.g.e, 16. Cilt, s. 34-35.

Benzer bir yorum için bkz.: Can, a.g.e., V-VI. Cilt, s. 254

[51] Mevlâna, Mesnevî, V. Cilt, b.: 3138-42

[52] Mevlâna, Mesnevî, V. Cilt, b.: 3214 “Bu öyle bahistir ki, Cebr ve Kader ehli arasında beşerin haşrine kadar sürer.”

[53] Mevlâna, Mesnevî, V. Cilt, b.: 3215- 19

[54] Zâriyât, 51/56 “Biz cinleri ve insanları, ancak bana kulluk etsinler diye yarattım.”

[55] Mevlâna, Mesnevî, V. Cilt, b.:  2975 “İhityâr (cüz’î irâde) senin içinde sakindir (oturmaktadır); o bir Yusuf görmeden elini kesmez.”

[56] Mevlevî, a.g.e., 15. Cilt, s. 368

[57] Mevlâna, Mesnevî, V. Cilt, b.: 3025 “Yaptığın kötülükten duyduğun bir pişmanlık vardır; bu ihtiyârın olduğu içindir ki, onun sayesinde doğruyu buldun.”

[58] Hem Hz. Âdem hem de İblis Allah’ın emrine karşı gelmiş, kusur işlemiştir. Fakat Hz. Âdem “Biz nefsimize zulmettik” (A’raf, 7/23) diyerek suçu üzerine almış, Allah’ın “Ey Âdem! Senin cürm ve mihnetini yaratan ben değil miyim? Senin günahın benim takdirim değil miydi?” sorusu üzerine de, “Korkumdan edebi bırakmadım” cevabını verince bağışlanmıştır. Aynı durumda İblis de “Âdem’e secde edin” (Bakara, 2/34) emrine karşı gelmiş ve sorguya çekilince de “Beni sen azdırdın” (A’raf, 7/16) diyerek suçu Allah’a yüklemiştir.

[59] Sâ’d, 38/76 “Beni ateşten ve onu topraktan yarattın.” ayeti bu gerçeğe işaret eder. “İblis, “Yükseğin alçağa secdesi nasıl münâsib olur?” dedi. İblis’e bu cürmü ve mukâbele eylemesi ve cidâl etmesi sebebi ile, Hakk Teâlâ, la’net edip onu tard eyledi.  İblîs, “Yâ Rabbi! Hepsini sen yaptın ve senin fitnen idi; şimdi bana la’net edip tard eyliyorsun” dedi.” Mevlâna, Fî Hî Mâ Fîh, a.g.e, s. 95

[60] Mevlâna’ya göre edepsizlik, Allah’ın lütfundan mahrum olmaya sebeptir ve zararı sadece kişiye değil, bütün dünyaya olur. “Hudâ’dan edepte muvaffak olmayı dileyelim; edepten Rabbin lütfundan mahrumdur. / Edepten mahrum olan sadece kendine kötülük etmiştir; (edepsiz) belki felekleri (dünyayı) ateşe vermiştir.” MEVLÂNA, Mesnevî, I. Cilt, b.: 78-79

[61] Mevlâna, VI. Cilt, b.: 407

 [62] Saffât, 37/96 “Sizi de, yaptıklarınızı da Allah yaratmıştır.”

[63] Zilzâl, 99/7-8

[64] Enfâl, 8/17

[65] Şehristânî, Milel ve Nihal, Çev.: Mustafa ÖZ, Litera Yay., İstanbul, 2008, s. 57

[66] Şefik Can, Mevlâna, Hayatı-Şahsiyeti-Fikirleri, Ötüken Yayınları, 5. Baskı, İstanbul 2004, s. 284

[67] Mevlâna,  Fî Hi Mâ Fîh, a.g.e.,  Elliüçüncü Fasıl, s. 181

[68] “Şimdiki İran bayraklarında olduğu gibi eskiden bazı sancaklara arslan resmi yaparlardı. Sancaklar rüzgâlı havalarda dalgalanınca üstlerindeki arslan resimleri hamle ediyormuş gibi görünürdü. Uzaktan bakılınca arslanın saldırışı müşahede olunur; fakat onları kımıldatan görünmezdi. Hz. Mevlâna, mahlûkların hareketlerini, sancak arslanının saldırılarına benzetiyor.” MEVLEVÎ, a.g.e., II. Cilt, s. 379-80

[69] Mevlâna, Mesnevî, I. Cilt, b.: 602-609

[70] Spinoza, Ethica, Çev.: Hilmi Ziya Ülken, Dost Kitabevi, Ankara 2009, s. 64

[71] Mevlâna, Mesnevî, III. Cilt, b.: 4460-4470

[72] Mevlâna, Mesnevî, V. Cilt, b.: 2888-2911

[73] Mevlevî,  a.g.e., 15. cilt, s. 330

[74] Mevlâna, Mesnevî, V. Cilt, b.: 2888 Beyitte “boşboğaz” “bü’l-fudûl” tabiri geçiyor. Mevlâna, boşboğaz tanımı ile Mutezile inancında olan kişiyi kastediyor. Mevlevî,  a.g.e., 15. Cilt, s. 332

[75] Hicr, 15/29 “Ben ona kendi ruhumdan nefhettim (üfledim)” ayetine gönderme yapmaktadır. Konuk, a.g.e., s. 251

[76] Mevlâna, Mesnevî, V. Cilt, b.: 2890

[77] Mevlâna, Mesnevî, V. Cilt, b.: 2892-94

[78] Mevlevî, a.g.e., 15. Cilt, s. 331

[79] Utarid’den maksat, Utarid yıldızına mensup olan kişilerdir. Romalıların Merkür, eski yunanlıların Hermes adını verdikleri yıldız. Astronomi ilminde Utarid yıldızının, zekâ ve aklı güçlü yaptığı söylenir. Yüzlerce Utarid’i bile kaza ve kaderin ahmaklaştırdığı ifade edilmektedir.” Konuk,  a.g.e., X. Cilt, s. 253, Mevlevî,  a.g.e., 15. cilt, s. 354

[80] Mevlâna, Mesnevî, V. Cilt, b.: 2895-99

[81] Mevlâna, Mesnevî, V. Cilt, b.: 2903-4

[82] Mevlâna, Mesnevî, V. Cilt, b.: 2907-12

[83] Tekvîr, 81/29

[84] Konuk, a.g.e., X. Cilt, s. 256-57, Mevlevî, 15. Cilt, s. 338-39, Can, a.g.e., V-VI. Cilt, s. 235

[85] Mevlâna, Mesnevî, V. Cilt, b.: 3012-13

[86] Şehristânî, a.g.e., s. 58, Bekir Topaloğlu, Maturidî’de Kaza ve Kader, İmam Maturidi ve Maturidîlik, Haz.: Sönmez Kutlu, Kitabiyat, Ankara 2003, s. 175, Konuk, a.g.e., X. Cilt, s. 283, Mevlevî, a.g.e., 16. cilt, s. 16

[87] Saffât, 37/96

[88] Mevlâna, Mesnevî, V. Cilt, b.: 3011 “Hudâvend-i celîlin fiilin inkâr den kimse; delilin delalet ettiği şeyi inkâr ediyor demektir.”

[89] Konuk, a.g.e., X. Cilt, s. 283-84

[90] Hadis-i kudsînin buradaki zikrini Ahmed Avni KONUK şöyle açıklıyor: “Bu hadîs-i kudsînin burada sebeb-i zikri hulâsaten budur ki: “Zât-ı ehâdiyetde mahfî olan sıfât ve esmâ-yı ilâhiyyeden birisi, lisân-ı isti’dâd ile birer mazhar taleb ederler. Hak Teâlâ Hazretleri kemâl-i kereminden, onların bî-harf-ü savt olan taleblerini is’af buyurup, her biri bir mazharın mürebbîsi olmasını murâd eder. Zîrâ bilinmeğe muhabbet etti; bilinmek ise esmâ ve sıfâtın mezâhiri ile mümkin bulundu. Binâenâleyh her isim, kendi mazharının Rabb-i hâssı oldu. İmdi hayır, ism-i Hâdî ve Nâfî’nin; ve şer ism-i Mudil ve Dârr’ın mazharı olup, Cenâb-ı Hak ikisinin vücûdunu murâd eyledi. Velâkin her Rabb-i hâssın terbiyesinden “O kullarının küfrüne râzı olmaz.” (Zümer, 39/7) âyet-i mûcibince râzı olmadı. Yânî hayırdan râzı oldu ve şerden râzı olmadı.” Mevlâna, Fî Hi Mâ Fîh, Tercüme Ahmed Avni Konuk, Haz.: Dr. Selçuk Eraydın, İz Yay., İstanbul 2009, s. 248-249

[91] Konuk, burada Mutezile’nin kastedildiğini söylüyor. Mevlâna, Fî Hi Mâ Fîh, Tercüme Ahmed Avni Konuk, Haz.: Dr. Selçuk Eraydın, İz Yay., İstanbul 2009, s. 249

[92] Mevlâna, Fî Hi Mâ Fîh, a.g.e., Kırkaltıncı Fasıl, s. 162-163

[93] Mevlâna, Mesnevî, V. Cilt, b.: 459 “İyi bil ki, akıllarda yerden göğe kadar olan bir meratib farkları vardır”

[94] Mevlâna, Mesnevî, V. Cilt, b.: 460-63

[95] Bakara, 2/200-202 “İnsanlardan bir kısmı, “Ey Rabbimiz! Bize nasibimizi dünyada ver derler. Artık onlar için âhiretten yana bir nasip yoktur. Bir kısmı da, Rabbimiz! Bize dünyada da âhirette de iyi bir hal ver ve bizi o ateş azabından koru” derler. İşte onların kazandıkları vardır. Allah, hesabı pek çabuk görendir.”

[96] Mevlâna, Mesnevî, V. Cilt, b.: 3716-3736

[97] Mevlâna, Mesnevî, V. Cilt, b.: 3736

[98] Maturîdî,  Kitabü’t- Tevhîd, s.293. Işık, a.g.e., s. 92-93-94

[99] Mehmed Saim Yeprem, İrâde Hürriyeti ve İmâm Mâturîdî, Marmara Üniversitesi İlahiyat Fakültesi Vakfı yay., İstanbul, 1984, s. 283.

[100] Maturîdî,  Kitabü’t- Tevhîd, s.278

[101] M. Said Yazıcıoğlu, Matüridî ve Nesefî’ye Göre İnsan Hürriyeti Kavramı, M. E. B., İstanbul 1997, s. 100

[102] Hülya Alper, İmam Mâtürîdî’de Akıl-Vahiy İlişkisi, İz Yay., İstanbul 2009, s. 178-79

“Ahlâkî alanda “iyi” ve “kötü”nün tespitinde, akıl ile vahiy arasında bir “iç uyum” vardır. Bu uyuma göre, aklın vahiy’den önce olması zorunludur ve ahlâkta vahyin görevi, aklın tespitlerini teyit etmektir. Çünkü “akl-ı selîm” ile “vahiy” arasında, yaratılışı gereği, hiçbir zaman bir çatışma olmaz. Burada, vahyin (naklin) yardımı ve desteği -kendi fikrî çabasıyla kavrayabilecek zihnî seviyeye sahip olan çok az sayıdaki filozoflar ve âlimler için değil- ancak öğretme, yönlendirme ve uyarı ile anlayabilecek kapasitedeki insanlar içindir.” Özcan, a.g.m., s. 14

[103] Maturîdî,  Kitabü’t- Tevhîd, s. 230-31

[104] Maturîdî,  Kitabü’t- Tevhîd, s. 277


Kaynak:

https://www.academia.edu/35070542/T%C3%BCrk_M%C3%BCsl%C3%BCmanl%C4%B1%C4%9F%C4%B1n%C4%B1n_K%C3%B6kleri

https://www.academia.edu/35070542/T%C3%BCrk_M%C3%BCsl%C3%BCmanl%C4%B1%C4%9F%C4%B1n%C4%B1n_K%C3%B6kleri

Yazar
Ekrem ÖZDEMİR

Bu websitesinde farkı kaynaklardan derlenen içerikler yayınlanmakta olup tüm hakları sahiplerinindir. Sitedeki içerikler atıf gösterilerek kaynak olarak kullanlabilir. Yazıların yasal sorumluluğu yazara aittir. Tüm Hakları Saklıdır. Kırmızlar® 2010 - 2024

medyagen