Türk Siyaset Düşüncesinin Teşekkül Devri

 

Doç.Dr. Fatih M. ŞEKER[i]

 

Özet

Siyaset ne olacak? sorusu Türk ne olacak? demektir. Fârâbî, Mâtürîdî, İbn Sînâ, Yûsuf Has Hâcib ve Gazzâlî bu soruya cevap verebilen mütefekkirlerdir. Tefekkür hayatımızın kuruluş sürecini eserleriyle dolduran bu adamlar, siyaset etrafında kaleme aldıkları metinlerle politik hayata entelektüel bir mâhiyet verirler, Türklerin hâkim olduğu iklime bir nevi metafizik bir çehre kazandırırlar. Tefekkürün ancak bu şekilde fonksiyonel kılınabileceğini gösterirler. Hepsinden daha ehemmiyetlisi düşünce dediğimiz şeyin ne derecede kemâli yoklarsa yoklasın, ehemmiyetli bir cephesiyle kuruluş döneminin ürünü olduğunu gösterirler. Bir fikrin hangi aşamaları kat ederse etsin esas itibariyle geriye doğru bakarak ileriye doğru aktığını billurlaştırırlar.

Anahtar Kelimeler: Siyaset, Türk Düşüncesi, Teşekkül Devri

 

Öteden beri biliyoruz ki geçmişte ne olduğunu bilen muhtemelen gelecekte ne olacağını bulacaktır. Selçukludaki potansiyel OsmanlI’da aktüel hâle geldiğine göre tarihte olup biten her şeyin istikbali müjdelediği bir gerçektir. İbn Haldûn’un Mukaddime’de ihsas ettiği üzere bir kere yapılmış olması bir daha yapılabileceğine dair bir umut sunar. Rusya, Avrupa ve Amerika kıtasında Türkiyyat sahasına verilen ehemmiyetten hareketle denilebilir ki batılıların Türk düşünce mirasına karşı teyakkuz hâlinde olmalarının sırrı da bu noktada düğümlenir. Düşünce, ne derecede kemâli yoklarsa yoklasın, ehemmiyetli bir cephesiyle kuruluş döneminin ürünüdür. Bir fikir hangi aşamaları kat ederse etsin esas itibariyle geriye doğru bakarak ileriye doğru akar. İşte bu nedenle her işte ehemmiyetli olan başlangıçtır hükmünü veren felsefe geleneğinin hâdiseye İlâhî bir rol vermesi tesadüf değildir. Bütün yollar tarihe çıksa da X. veya XV. asırdaki siyaset tasavvuruyla XIX. veya XX. asırdaki siyaset tasavvurları bambaşka şeylere tekabül eder. Kelimelerin zaman ve zemine göre değiştiği izaha muhtaç olmayacak derecede ortadadır. Dilimiz de zihniyet dünyamız da hareket hâlindedir. O hâlde son sözü baştan söyleyelim: Yeniler eskileri anlayamaz, belki sezebilirler. Bu da ancak mevcut vaziyetin muhasebesini yapmakla mümkündür.

Siyaset ne olacak? sorusu Türk ne olacak? demektir. Fârâbî, Mâtürîdî, İbn Sînâ, Yûsuf Has Hâcib ve Gazzâlî bu soruya cevap verebilen mütefekkirlerdir. Tefekkür hayatımızın kuruluş sürecini eserleriyle dolduran bu adamlar, siyaset etrafında kaleme aldıkları metinlerle politik hayata entelektüel bir mâhiyet verirler, Türklerin hâkim olduğu iklime bir nevi metafizik bir çehre kazandırırlar. Tefekkürün ancak bu şekilde fonksiyonel kılınabileceğini gösterirler. Siyaset, fikrî yükü sırtlanabilecek kimseleri imtiyazlı kılar, âlimler de siyaset vâsıtasıyla düşüncelerine uygulama zemini bulurlar. İbn Sînâ Büveyhî emirinin, Yûsuf Has Hâcib Tavgaç Buğra Hân’ın, Gazzâlî Nizamü’l- mülk’ün, Hoca-zâde Fatih Sultan Mehmed Hân’ın, Kemâl Paşa-zâde de Yavuz Sultan Selim Hân’ın siyaset yoluyla yaptığını düşünce vasıtasıyla yapar. Siyasîler mekânı, mütefekkirler zamanı fethederler. Bir başka ifadeyle dünyayı tanzim etme sanatı olan siyasetin çeşitli kademeleri olduğuna göre bir eser ortaya koymak aslında siyaset yapmanın ta kendisidir. Realiteye bir fikrin arkasından bakarak siyasete rol tayin etmek mahza aksiyondur. Bu bakımdan dikkat edilince İbn Sînâ’nın Şifâ’yı, Gazzâlî’nin Tehâfütü, Mevlânâ’nın Mesneviyi, Cevdet Paşa’nın Tarih-i Cevdeti, Mimar Sinan’ın Süleymaniye’yi inşâ etmesi yahut da Yahya Kemal’in Süleymaniye’de Bayram Sabahı’nı yazması başlı başına bir siyasettir. Siyasetin zerafeti düşüncedir. Manzara batıda da değişmez. İstanbul’u ne zaman fethedeceğiz? sorusuyla kafayı bozan Dostoyevski’nin bugün neredeyse bütün yeryüzünde hükmünü yürüten kalemi, Rus ordusunun silahlarından daha ehemmiyetlidir. Kant, Hegel, Schopenhauer ve Heidegger Hitler’in siyasete yüklediği rolü düşünceye yüklerler. Bu şekilde fikir ve aksiyon birbirinin ışığında mânâlanır. Filozof-kral kimdir? sorusunun cevabı da buradadır. Bir cümleyle hem bilen hem de eyleyen, hem fetheden hem de inşâ eden dolayısıyla da felsefeyi hikmet hâline getiren kimse filozof-kral odur. Nitekim Napolyon’un İena’ya girişini gözleriyle gören Hegel ata binmiş aklı gördüm derken belki de bunu kasteder.

Her düşünür tevarüs ettiği kaynakların bir semeresidir. Bir düşünürü büyük kılan, onu besleyen kaynakların büyüklüğü ve derinliğidir. Türk filozoflarının ideal devleti Eflâtûn ile Aristoteles’ten ilhâm alır. Bununla beraber Eflâtûn’un Devletindeki filozof, Fârâbî’nin Medine’sinde peygamberâne bir istikamete doğru yürür, filozof-kral peygamberle özdeş olur. Bir şehir için lazım olan kurucu ilkeleri vahiy alan peygamber koyar, filozof-kral ise bunları tatbik eder. Eflâtûn Fârâbî’nin şahsında âdetâ sarıklı sakallı bir Türkistan dervişinin kişiliğine ve dünya görüşüne bürünür. İyi bir örnek Fârâbî’nin şu takdimidir: Eflâtun’a göre kânûn koyucunun hedefi Allah rızası ve öbür dünyayı elde etmektir. Türk medeniyeti İslâmiyet içinde teşekkül ettiğine ve her şey Müslümanlık etrafında mayalandığına göre Fârâbî’nin Eflâtûn’a yaslanarak onun otoritesini kendi fikriyâtını tahkim ve takviye etmenin bir vâsıtası hâline getirmesinde şaşılacak bir şey yoktur. “Maksad-ı mahsus ile söylenen söz, maksad-ı mahsus ile değiştirilir” diyenler haklıdır. Grek zihniyet dünyasına doğru gidilerek İslâm’a dönülen bu sistemde, her şey potansiyel olarak Müslümanlaşır. Benimsenen fikir mensubu olunan dünya görüşünün rengini alır. Türk dikkatinin toplandığı nokta burasıdır. Bu Türk felsefesinin metafizik boyutundan gelir.

Eflâtûn’un şehir, İlâhî âlemdeki aslını kendilerine örnek alan ressamlar tarafından planlanmadığı sürece, o şehrin insanları saâdete eremezler sözünden ilham alan Fârâbî’nin faziletli şehrî İlâhî şehrin bir nümûnesidir. Diğer bir ifadeyle cennette göreceğimiz düzeni bu dünyada nasıl kurabiliriz? suali, siyesete istikamet veren şeyin metafizik olduğunu gösterir. Medînetü’l-Fâdıla müellifinin bu endişeleri asırlar sonra bizim Yûnus’un şu mısralarında yankılanır: Kim ki bir dem sohbet ola müftî müderris mât ola/Bir İlâhî devlet ola andan içen oldı bâkî. Bu anlayışta hükümdar âdetâ yeryüzünün Tanrısıdır. Orhun Âbideleri’nden Cevdet Paşa’ya kadar Türk siyasî tarihine hâkim olan manzara budur. Milletimizin hükümdarların bütün zaaflarına rağmen devlete felsefî sebeplerle bağlanmalarının hattâ fenâ fi’d-devle olmalarının esrarı buradadır. Yahya Kemal’in de ifade etme ihtiyacı hissettiğine göre Osmanlı hanedanının altı yüz sene durması rejime olan iman sayesindedir. Halkta şu iman vardı ki bu sülale devam ederse nizâm-ı âlem devam eder. Şimdi ise rejimlere iman yok. Türk tarih tecrübesinin göstereceği üzere tarihte uzun süreli saltanat dönemleri daima bereketli olmuştur. Aliya İzzetbegoviç’in dikkati yerindedir: İngiliz düşüncesine göre uzun süre iktidarda kalan hiçbir hükümet iyi değildir. Bu noktayla irtibatlı olarak Ahmet Hamdi Tanpınar’ın tartışılması gereken tespiti şudur: Türkiye’yi on Osmanlı padişahı yapmıştır. Fakat yirmi dördü yıkmıştır. Midhat Cemal’in iddiası da şudur: Osmanlı hanedanı Dostoyevski’nin Karamazof ailesine benzer: İçlerinde dâhisi var; budalası var, sarhoşu var, delisi var, katili, bestekârı, şâiri var; ne ararsan var. Üç İstanbul yazarına ilave edilecek cümle bellidir: Şu var bu var fakat haini yok. Osmanlı’da her şey olunabilir fakat Osmanlı haini olunamaz. Osmanlı hainin sülalesini kurutur. Osmanlıların itâat etmeyen kulun siyâseti vâcibâttandır sözü bir hakikattir. Goethe, Marx ve Hitler’i sanatçı, filozof ve siyasetçi olmaları ayırsa da Alman olmaları birleştirir. Yakup Kadri’nin Marx Hegel’in çocuğu olduğuna göre o bir evetin hayırıdır sözündeki isabet ortadadır. Onlar nereden bakarlarsa baksınlar her şeyi Almanya’ya mâl edecek bir perspektif ve ahlâka sahiptirler. Bize gelince devletin önce icrâ sonra istizan ve muhakeme etmesi gereken zamanlardan geçtiği meydandadır. Aceb bir belâ kim belâdan belâ denilen bir manzaranın hükmünü yürüttüğü bir gerçektir. Keçeci-zâde İzzet Molla’nın ifadesiyle bu bir gûş olunmuş hikâyet değil/Falan festekizden rivâyet değil. O hâlde Schopenhauer’in da ifade ettiği gibi siyasetin tarihinin iradenin tarihi olduğunu hatırlamanın lüzumu izahtan vârestedir. Ne var ki bir dünya, büyük siyaset kabiliyetini kaybettiğinde diplomatik kılı kırk yarmalar (Hegel’in ifadesiyle diplomatik devlet) başlar. İbnülemin’in Son Sadrazamlar’ını bugünden hareketle okuduğumuz zaman görülür ki Aliya’nın bu ifadesi doğrudur.

Siyasetnâmeler bir realizasyon olduğu kadar bir idealizasyondur. Müellifler kitaptan geldikleri kadar hayattan da gelirler. Her devrin bir günü gününe yaşanan bir de gelecek zamana geçecek çehresi vardır. Hayattan düşünceye gitmek ne derece ehemmiyetliyse düşünceden hayata gitmek de aynı derecede ehemmiyetlidir. Hem nazarî yani bilme hem de amelî yani tecrübî kuvveti bünyesinde taşıması bakımından siyaset, teori ve pratik arasındaki irtibatın tabiî bir teşekkül hâline konulabileceği alanlardan biridir. Düşünceyi fiil hâline getirmenin en işlevsel vâsıtası siyaset olduğuna göre fikirle hareket arasında mâhiyet farkı yoktur. Bunlar karşılıklı aynalar gibi birbirlerini yansıtırlar. Felsefeyi hikmet hâline getirmek bildiklerinin gereğini yerine getirmekle mümkündür. Şu durumda esas olan hem kuvvete hem de tecrübeye sahip olmaktır. Aksi takdirde İbnülemin’in de ifade ettiği gibi muharebeyi kağıd üzerinde gören kalem kâtiplerinin, harp sırasında koca bir orduya serdarlık yapmaya çalışacakları, ömrü boyunca kayığa binmeyen ademlerin donanmaya amiral olarak atanacakları bir gerçektir. Gündelik hayata mahkûm olarak arayışa girdiğiniz zaman hem Muaviye’nin sofrasında yemek yersiniz hem de Hazret-i Ali’nin arkasında namaz kılarsınız. Hâliyle taâmu Muâviyeti edsem, salâtu Ali etemm yani Muâviye’nin yemeği yağlı, Ali’nin namazı tam demek zorunda kalır, kompliman mecellesi olur çıkarsınız.

Fârâbî’nin ideal devletini amelî bir nizamnâme hâline getirmek mümkün müdür? sorusunun cevabı, Türk siyasetinin hâfızası olarak görülmesi gereken Kutadgu B/7/g’dedir Diğer bir ifadeyle Fârâbî hayatı düşüncelerinin bir aynası kılmak isterken, Selçuklu ve Osmanlı asırlarının habercisi olan Yûsuf da Keykavus ve Nizâmü’l-mülk gibi yaşadıklarını fikir hâline getirir. Nitekim İbn Sînâ şöyle der: Biz genelde var olanları bildiğimiz için bilgimiz var olandan kaynaklanır. Bazen de evvela bazı şeyleri bilir ve düşünürüz ki bunlar daha sonra düşündüğümüz sûrette var olurlar. Fârâbî’nin dünyasındaki idealler, Yûsuf’un dünyasında gerçeklerle karşılaşır. Realiteyi idealleri adına harekete geçiren Kutadgu Bilig müellifi, pratikten kalkarak sistemin uygulanabilir olduğunu gösterir. İdeal devleti, hayal olmaktan çıkarmanın imkânlarını yoklar. Bununla beraber Kutadgu Bilig’de tecrübe, teoriden daha kıymetlidir demek, Yûsuf’taki nazarî boyutu ve metafizik çerçeveyi gözden kaçırmaya sebep olur ki yanlıştır. Fârâbî küllî olanla ilgilenirken, Yûsuf küllî’deki cüz’îyi görünür kılar. Hâliyle biz Yûsuf’un müşahhas olarak yazdıklarını mücerret hâle getirdiğimizde Fârâbî’nin yazdıklarına, Fârâbî’nin mücerret olarak yazdıklarını müşahhas hâle getirdiğimizde de Yûsuf’un yazdıklarına ulaşırız. Bu düşünce ile hayatın karşılaşmasıdır. Bu demektir ki Yûsuf bir taraftan hâdiselere tabi olarak düşünmenin ne olduğunu gösterir. Diğer taraftan da siyasetin pekâlâ düşüncenin evvelden hazırladığı yolda yürüyebileceğini göstermeye çalışır. Bu da bir çeşit metafiziğin peşine düşme, realitenin ötesindeki varlığı keşfetmedir.

Bir kaç müşahhas örnek verip geçelim: Fârâbî’nin Medîne’de peşine düştüğü saâdeti arayan Yûsuf’un Kutadgu Bilig’deki dört kahramanından biri olan Ay-Toldı doğrudan saâdete tekabül eder. Fârâbî ile İbn Sînâ kânun vazetme fikrine fikrî çerçevede hususi bir yer verirler. Yûsuf’ta ise Kün-Toğdı yani hükümdar kânûndur. İbn Sînâ iffet, hikmet ve şecaatin toplamı olan adâleti amelî hikmetle Yûsuf ise hükümdarla aynîleştirir. Fârâbî Sünnî siyaset teorisini gündemine almadan olabildiğince mücerret bir dairede hareket eder. Dört halifeyi Sünnî siyaset anlayışına uygun olarak tasvir eden, onları din ve şeriatın temeli olarak gören Yûsuf ise Ehl-i Sünnet’i müdafaa eden Keykavus’un Kâbusnâme’si ve Nizâmü’l-mülk’ün Siyasetnâme’si gibi Sünnî bir perspektife sahiptir. Gene Fârâbî hilâfetin şartları arasında halifenin Kureyşîliği meselesine hiç girmez. Realitenin icapları ile siyasetin mahremiyeti etrafında konuşan Mâtürîdî ise Kureyşîlik meselesinde güç ve kudret kimdeyse Kureyşî odur diyerek Türkleri işaret eder. Gazzâlî’ye göre de hilafeti muhafaza edecek vasıflar ve cihada hayat verebilecek potansiyel Selçuklulardadır. Bu demektir ki İslâm dünyasını bir arada tutabilecek güç ve kudret Türklerdedir. Bu anlayış İbn Haldûn, Sadru’ş-Şerîa, Lütfi Paşa ve Bursevî’den geçerek Cevdet Paşa’ya kadar uzanır. Fârâbî’ye göre savaşın gayesi; en yüksek saâdete erişmektir. Bu noktada dört taraf hep düşman imiş diyerek Türkler’in devamlı olarak teyakkuz içerisinde olmasını ihtar eden Orhun Âbidelerindeki sözleri hatırlayalım. Savaşı zifaf gecesinde olmakla özdeşleştiren İslâmlaşma asırlarındaki zâhidlerle aynı hissiyatı taşıyan Yûsuf, en müşahhas örneklerini Osmanlı siyasetnâmelerinde gördüğümüz cihân hâkimiyeti fikrine Tavgaç Buğra Han’ın şahsında vurgu yapar. Türkleri Türk kılan muharrik unsur cihâddır. Mâtürîdî’den başlayarak cihada İslâm’ın şartları arasında yer verildiğini biliyoruz. Y. Kemal Türk milleti ordu millettir derken Hegel de şöyle der: Osmanlı Yeniçeri Ocağı demektir. O hâlde Cevdet Paşa’nın da vurguladığı üzere Yeniçeri Ocağı’nı kaldırmak devleti ortadan kaldırmaktır.

Türk filozoflarının siyaset-nâmelerini kaleme aldıkları dönemler, hayata fetihlerin yön tayin ettiği zamanlardır. Siyasî irâde dışarıda kılıca yüklediği fonksiyonu içeride kaleme verir. Yûsuf bunu memleket kılıçla fethedilir, kalemle muhafaza edilir sözüyle dile getirir. Hâkimiyet kurmada savaş neyse hâkimiyeti pekiştirmede de siyaset odur. Fârâbî’nin gözünde fâdıl şehrin reisi, İlk Neden’in yeryüzündeki muâdili olduğu için devlet başkanına isyan etmek, Tanrı’yı inkâr etmektir. Selefiyle aynı vadide yol alan İbn Sînâ’ya göre de kuvvet ve mal üstünlüğü sebebiyle hurûc edip halife olduğunu iddia eden kimseyle kudreti olduğu hâlde savaşmayan Allah’a isyan ve O’nu inkâr etmiş olur. Orhun Âbideleri, Kaşgarlı Mahmûd ve Yûsuf Has Hâcib’in dünyasında beyler hâkimiyetlerini Tanrı’dan aldıkları kut ile kazanırlar. Siyasî hâkimiyetin kaynağı ve meşruiyeti buradadır. İlâhî olan siyaset kanalıyla yürütüldüğüne göre siyasî otoriteye karşı başkaldırı ve isyan, dinî neticeleri beraberinde getirir. Gazzâlî de bu noktada selefi Yûsuf’a iştirak eder: Halifeye itaatin ve mahabbetin gerekliliği Allah’a itaatin ve mahabbetin lüzumu gibidir. Türk siyaset geleneğinin yörüngesini tayin eden hükümdarların din ve devlet görüşlerini birbirinden ayırmak zannedildiği kadar kolay değildir; zira Nurettin Topçu’nun da ifade ettiği gibi din Allah’ın emri, devlet onun hareketidir. Bu ifade ile Hegel’in devlet nazariyesine ulaşıyoruz. Devlet, İlâhî irâdenin yeryüzünde gözükmesidir. Bu demektir ki Hegel’in devlet dünya üzerinde var olan İlâhî ideadır sözü Türk devlet felsefesini bilen için malûmun ilamıdır. Nitekim Nizâmü’l-mülk Bâtınîler üzerinden devlet düşmanlığı ile din düşmanlığını aynileştirir. Müslümanlığın varlığının devletin varlığıyla kabil olduğuna inanan ve dinin nizâmını dünyanın nizâmına bağlayan Selçuklularda da hükümdarın emrettiği her şey, gökten inen bir vahiy ve kalbi temiz olanların duası olarak kabul edilir. Hâdise sadece hükümdarda kalmaz, hükümdarla aynîleştirilen vezirde de karşımıza çıkar. Nizâmü’l-mülk İlâhî teyide mazhar olan bir kişi olarak vasfedilir. Biliyoruz ki sadrazam idam olunma tehlikesini saymazsak padişahtan daha hükümdardır. Bir cümleyle Türk filozofları zerreden kürreye devletçidir.

Görüleceği üzere Türk devlet geleneğinde siyaset düşüncesini kuran mekanizma hâkimiyet ve itaat etrafında toplanır. Hükümdarı diğerlerinden ayıran fark sözünün geçmesi ve fermanını yürütmesidir. Bununla beraber adâlet fikri başta olmak üzere hükümdarın hareket sahasının sınırlarını belirleyen kıymetlerin varlığı bir gerçektir. Hakan ne derecede merkezî bir şahsiyet olarak görülürse görülsün onları aşan bir değerler manzumesi hükmünü yürütür. Şahsında adâleti kuramayan kimsenin toplumda adâleti gerçekleştirmesi mümkün değildir. Devlet isimli eserini adâlet fikri üzerine bina eden Eflâtûn’dan başlayarak bütün filozofların görüşü odur ki siyasetin varlık sebebi adâlettir. Cihâdın gayesini adâleti hâkim kılmakla kayıtlayan Fârâbî’nin dünya görüşünde bu çok bârizdir. Aristo haklıdır: Adâlette bütün fazîletler bir arada bulunur. Selçukluların da ifade ettiği gibi adâlet en kuvvetli ordudur. Mülkün devamlılığı adâletle kayıtlı olduğu için adâlet meliklere; itaat da halka ait bir vazifedir. Kabusnâme,

Kutadgu Bilig, Mukaddime, Ahlâk-ı Alâî ve Tarih-i Na‘îmâ’da görüleceği üzere siyasete hâkim rengini veren şey adâlet dairesidir. Latinler adâlet gerçekleşsin de varsın dünya batsın derler. Hazret-i Ömer’le birlikte yeryüzünde adâletin temsilcisi olarak görülen Nûşirevân-ı Âdil, adâleti seksen bin kişiyi öldürdükten sonra ancak gerçekleştirebilmiştir. Türk siyaset düşüncesinin programı Yûsuf’un adâlet dairesini hatırlatan şu sözündedir: Memleketi elde tutmak için çok asker ve ordu, askeri beslemek için de çok mal ve servet lazımdır. Bu malı elde tutmak için halkın zengin olması gerekir. Halkın zengin olması için de doğru kânûnlar konulmalıdır. Bunlardan biri ihmal edilirse, dördü de kalır; dördü birden ihmal edilirse, beylik çözülmeye yüz tutar.

Türk siyaset düşüncesinin yörüngesini belirleyen muharrik unsurlardan biri de tasavvuftur; zira zihniyet dünyamıza ve sosyal hayatımıza kalp dünyasının hükümdârı olan sûfîlerle mutasavvıflar istikamet verir. Entelektüel gelenek tasavvufî tecrübeyi nübüvvet tecrübesinin bir devamı olarak vasfettiğine göre hükümdârlar peygamberlerin muâdilidir. Siyaset rûhları terbiye etmenin bir vâsıtası olduğuna göre âlemi fethedecek kişinin evvela kendini fethetmesi, benliği üzerinde hâkimiyet kurması, şahsiyetiyle karşılaşması, nefsini ıslah etmesi lazımdır. Bir toplumun düzenindeki her çeşit değişiklik baştakilerden geldiği için devlet başkanının kendi üzerinde kurduğu saltanat ve cüret, halkın üzerindeki saltanat ve cüretinden daha fazla olmalıdır. Tarihî tecrübe Selçuklu sultanı Alâeddîn Keykûbâd’ın âlemin bir vücutta birleştiğini inkâr edenlerin, Allah’a bağlılıkları yoktur sözünü hayat düstûru hâline getirir. Müslüman olmayı vahdet­i vücûda inanmakla kayıtlandırır. Bu durum Osmanlı şeyhülislâmı İbn-i Kemâl’in Yavuz Sultan Selim Hân’ın irâdesiyle vahdet-i vücûdçu bakış açısını Osmanlı ikliminde resmîleştirmesiyle aynı şeydir. Siyasetin kitabını yazarak Osmanlı Devleti’nin nazarî temellerini atan Fârâbî, kemâle eren nefsin Tanrı’ya benzeyerek ve zatından geçerek her şeyde Hakk’ı gören bir aşamaya yükselebileceğini kabul eder. Semâ deverânıyla, yeryüzü rüçhanıyla, su akmasıyla, yağmur yağmasıyla namaz kılar sözünde görüleceği üzere her şeyi Allah’la irtibatlandırır. Sistemini vahdet-i vücûdçu fikriyâta zemin teşkil edebilecek unsurlar etrafında örer. İnkârı mümkün olmayan bu gerçeği, sudûr nazariyesi etrafında İslâm düşüncesinin gündemine taşır. Her şeyde sıfatlarıyla tecellî eden Allah, bütün kâinâtı kendi varlığına, marifetine, ilmine, kudretine ve iradesine delil göstermek için meydana getirir. Bilinmesine, yalnız kendisi delil olur.

Devlet idaresinde vazife almayı baba mirası şeklinde sürdüren, Sâmânî idaresinde valilik, Harezmşah sarayında kadılık yapan İbn Sînâ da Horasan-Türkistan hattında teşekkül eden mistik birikimi benimser. İrfânî sisteminin temelini riyazet hayatı üzerine kurar. İnsanın riyazet yaparak neredeyse her şeyde Hakk’ı göreceği bir aşamaya yükselebileceğine dikkat çeker. Bu gönül işidir, kafa işi değil sözünü tecrübe eder. Hanefî-Mâtürîdî akâidin bir mü’mini olan Yûsuf Has Hâcib’te de manzara değişmez. Karahanlı sarayında bir bürokrat olan bu düşünür, Kutadgu Bilig’de halvet-der encümen anlayışını esas alan bir tavrı, günün hâdisesi hâline getirir. Selçuklu Türklerinin şekillendirdiği siyasî yapı içinde İslâm fikriyatının nasıl hazmedilmesi gerektiğinin müşahhas örneklerini vererek entelektüel geleneğimizin en büyük mütefekkiri pâyesini alan Gazzâlî de hemen bütün ilimleri tasavvuf iklimine geçmeyi sağlayan bir kapı olarak görür. İhyâ’da halkı bir standardın adamı hâline getiren dört mezhep imamını bir âbid ve zâhid olarak nitelendirir. Tasavvufu ikrar etmenin en yüksek şekli olan vahdet-i vücûdçu güzergâhta fikir yürütür. Selçuklu Devleti’ne vahdet-i vücûdun kapılarını açar. Vahdet-i vücûd doktrininin siyasî olarak tekabül ettiği yer şudur: Hükümdâr Tanrı’nın yeryüzündeki gölgesi olduğuna göre Mutlak Vücûd’u ispat etmeyi Allah’tan başkasını yok bilmekle kayıtlandıran vahdet-i vücûdçu düşünce yapısı, siyasî çerçevede de hükmünü yürütmeye devam eder. Kul Allah’ta fâni olarak bekâ bulduğuna göre aynı şekilde Tanrı’nın yeryüzündeki temsilcisi olan hükümdârın dolayısıyla devletin şahsında da bu bekâ arayışı devam eder. Kişinin kendisini yok etmesiyle devlet var olur. Biat kademeli olarak aşağıdan yukarıya doğru çıkar, Tanrı’nın yeryüzündeki gölgesi olarak görülen hükümdâra itaat veya isyan doğrudan Allah’a itaat yahut da isyandır. Hükümdâr da mürşid de Tanrı’nın yeryüzündeki vekilidir. Bu vadide yol alan tarîkatlar ve cemaatler, büyük kalabalıkları şeyh ve mürşidler etrafında toplayarak onları kayıtsız şartsız devlete itaat eder hâle getirirler. Din ve devletin birbirini tamamladığı bir sistemde siyasî otoriteyle rûhânî otorite aynı rolü icrâ eder.

—————————————-

 

Kaynak:

1. Türk İslam Siyasi Düşüncesi Kongresi Bildiriler Kitabı 8-10 Ekim Aksaray,

www.turkdusuncesi.com

 

[i] Doç. Dr. Şeker, İstanbul Medeniyet Üniversitesi, Edebiyat Fakültesi, Felsefe Bölümü, Türk Felsefesi Tarihi kürsüsünde öğretim üyesidir.

 

Yazar
Fatih M. ŞEKER

Bu websitesinde farkı kaynaklardan derlenen içerikler yayınlanmakta olup tüm hakları sahiplerinindir. Sitedeki içerikler atıf gösterilerek kaynak olarak kullanlabilir. Yazıların yasal sorumluluğu yazara aittir. Tüm Hakları Saklıdır. Kırmızlar® 2010 - 2024

medyagen