Bugün, Türk dünyası denildiği zaman, çok geniş bir coğrafya içerisinde, yüzyıllara yayılmış farklı kültürel evrim süreçlerinin izlerini taşıyan, farklı siyasi teşkilatlar altında ve farklı sosyal kaideler içerisinde yaşayan; 12. yüzyıla kadar hemen hemen ortak bir geçmişi paylaşmış olan toplulukların vücut verdiği bir ideal akla gelmektedir. “Türk dünyası” deyişi, Türkleri bir çatı isim altında toplayan ve esasında başlı başına Türk birliği idealini yansıtan bir söylem olarak nitelendirilebilir. Türk Dünyası söylemi içerisinde böyle bir manayı muhteva etse de; Türk dünyası tabiri ile aynı sıklıkta Türk Birliği idealinden bahsedilmediği söylenebilir. Diğer yandan Türk Birliği idealinin zihinlerde yaşamaya devam ettiği de artık somut olarak gözlenebilen bir gerçektir. 2009 yılında kurulan Türk Dili Konuşan Ülkeler İşbirliği Konseyi (Türk Keneşi), organlarıyla birlikte bu gerçekliğin en somut ve güncel örneklerinden birisini teşkil etmektedir.
“Türk birliği” veya “Türk dünyası”, ne şekilde adlandırılırsa adlandırılsın, hamaset nutuklarına geçmeden önce en az Türk dünyası kadar gerçek olan bir başka durumu daha kabullenmek gerekmektedir. Türk dünyası, 11. ve 12. yüzyıldaki Büyük Oğuz Göçü’nün ardından çok geniş bir coğrafyaya açılım gerçekleştirmiştir. 16. yüzyıla kadar zaman zaman savaş veya çatışma şeklinde, zaman zaman ise ticari münasebetler vasıtasıyla Türkistan ve Anadolu Türklüğü arasındaki ilişkiler büyük ölçüde varlığını sürdürmüştür. Ancak kuzey bozkırlarını birbirine bağlayan kavşak noktası Astrahan’ın, Ruslar tarafından 1556 yılında işgal edilmesiyle Türk dünyası, ilk ciddi neşter darbesiyle yüz yüze gelmiştir. Türk dünyasındaki ilk bölünme kaygıları da bu tarihle birlikte kendisini hissettirmeye başlamıştır. Zira Astrahan’ın düşüşü, Türkistan’daki hanlıkları büyük tedirginliğe sürüklemiştir. Harezm Hanı Hacı Mehmed Han (1560-1603), Buhara ve Semerkand hakimlerinin benzer şekilde Osmanlı Devleti’nden Astrahan’ı fethederek bu yolu açmalarını istemeleri[1] bunun en önemli göstergelerinden birisidir. Astrahan’ın düşüşü, Türkistan ile Anadolu arasında hakimiyet kuran Safevi hanedanlığının dini/mezhepsel muhalefeti ve ardından Azerbaycan-İran coğrafyasının 19. yüzyıl başlarında Rus ve İran güçleri arasında taksim edilmesi, Türkistan ve Anadolu coğrafyaları arasında fiziki ve beşeri bir setin meydana geldiğini göstermektedir.[2]
Fiziki coğrafyada meydana gelen bu ayrışma/uzaklaşma, zaman içerisinde beşeri unsurlar içerisine de sirayet etmiştir. Nitekim Türk tarihindeki göç olgusu, farklı boy ve teşkilatların bu sayılan coğrafyalarda farklı milletler ile kültürel alışverişe girmesine sebep olmuştur. Örneğin Türkistan coğrafyası üzerinde Arap, Rus, Çin ve Moğollarla gerçekleşen kültürel alışveriş; Anadolu’da Rum, Arap, Fars ve Avrupa kültürleri ile gerçekleşmiştir. Kültürel alışveriş, temas eden kültürler üzerinde meydana gelen değişmelerle kendisini göstermektedir. Turhan (2010), Linton’a dayanarak doğrudan temas halinde meydana gelen şartlar altında tezahür eden kültüre ait değişme hadiselerini başlıca iki gruba ayırmıştır; (1) Empoze veya mecburi bir kültür değişmesi esnasında meydana gelen hadiseler, (2) İçtimai-kültür karışmasına ait hadiseler.[3] Türk kültür coğrafyalarının meydana gelmesinde bu iki kültürel temas türünün de farklı coğrafyalar içerisinde etkilerinin görüldüğü söylenebilir.
11. yüzyıldan itibaren Türkistan’dan Anadolu’ya doğru gerçekleşen göç neticesinde; Oğuz Türkleri, Anadolu’da hakim güç konumuna gelirken buradaki kültürel unsurlarla, yukarıda zikredilen ikinci tür yani “içtimai-kültür karışması”na ait hadiseleri akla getiren bir kültürel etkileşim sergilemiştir. Buna göre çoğunluğu göçebe olan Türkler, Anadolu’da hakim güç konumuna gelirken bölgedeki yerleşik ahalinin de kültürünü yaşamasına izin vermiştir. Özellikle yerleşik hayata geçme esnasında ise içtimai kültür karışması büyük ölçüde kendisini göstermiştir. İçtimai kültür karışmasında mübadele edilen kültürel unsurların oranı iki faktöre bağlı olarak değişmektedir; itibar ve muhite intibak kabiliyeti.[4]
Bu iki faktörün karşılıklı durumları, farklı neticeler veren kültürel evrim örnekleri sunabilir. Eğer içtimai bakımdan üstün olan grubun kültürü muhit şartlarına iyi bir şekilde uyum sağlamıyorsa, bu cemiyete mensup fertlerin tabi gruptan daha çok kültür unsurları alması mümkündür. Turhan (2010), bu durumun en parlak örneklerinin, medeni şehirler ele geçirip buralarda yaşamaya başlayan göçebe ve savaşçı kavimler arasında görüldüğünü belirtmektedir.[5] Göçebe geleneklerin şehir yaşamına uymaması, bu yeni yaşam tarzını benimseyen kitlelerin komşularından kültürel unsur devşirmesine sebebiyet vermektedir. Bu tip bir içtimai kültür karışmasının zuhur etmesi için “devamlı temas” olmazsa olmaz şartlardan birisini teşkil etmektedir.[6] Bu açıdan Anadolu Türklüğü’nün, yaklaşık bin yıldır içtimai kültür karışması temelinde Rum, Arap, Fars ve Avrupa kültürleriyle ciddi bir kültürel alışveriş içerisinde olduğu ve mevcut kültürel statükoyu bu şartlar dahilinde geliştirdiği söylenebilir. İçtimai kültür karışmasının, tamamıyla ayrı iki cemiyet ve kültürün tek ve mütecanis bir kültüre sahip cemiyet meydana getirmek üzere birleşmesiyle sonuçlanan tarihsel deneyler mevcutsa da (Norman-Sakson kültürlerinden İngiliz kültürünün doğuşu gibi) Anadolu Türklüğü’nün tecrübesi bu durumdan farklı olarak milli şuurun muhafazasını mümkün kılan enstrümanlar sayesinde özünü zedelemeden gerçekleşmiştir. Anadolu Türklüğü bu tip bir kültürel evrim sürecini yaşarken, diğer yandan Türkistan ve Azerbaycan Türkleri içtimai kültür karışmasına ek olarak, mecburi veya empoze kültür değişmesine de maruz kalmışlardır. Bölgeyi istila eden yabancı kuvvetlerin (başta Ruslar) dayattığı politikalar bu husus üzerinde çok etkili olmuştur. Birlik idealinden bahsederken, bu hususları göz önünde bulundurmadan hareket edilmesi, akamete uğraması şüphe götürmeyecek türden faaliyetlerin kapısını açacaktır. Bu ise yüzyıllar süren ayrılığın, derinleşmesi hususunda daha yıpratıcı tesirlerde bulunabilecektir. Bu durumların göz ardı edilmesine sebebiyet veren “romantik” yaklaşım, meselenin ancak gündeme gelmesine imkan sağlayabilir, ancak rasyonel tedbirlerin zaruriyeti ortadadır. Bu sebeple “Türk Birliği” hususunda konuşulmadan önce “Türk Kültür Birliği” üzerinde konuşulması gerektiği açıktır.
Kültür mevzusunun sac ayaklarını oluşturan dil ve tarih konularında da üzerinde durulması gereken önemli sorunlar bulunmaktadır. Türklük şuuru ve “Türk Kültür Birliği” idealine sahip olduğunu düşünen ve söyleyen, hatta Türk tarihi hakkında konuşmak konusunda kendisini yetkin addeden, ve hatta toplum tarafından da öyle görülen pek çok aydın şahsiyet “Türklük” mevzusuna Anadolu Oğuz perspektifinden yaklaşmaktadır. 19. yüzyılın sonlarından başlayarak 1930’lara kadar benzer çizgilerde seyreden “genel” Türkçülük düşüncesinin (Azerbaycan ve Türkistan’da başat olmayan mahalli milliyetçilikleri saymazsak), 1930’larda vücut bulan Türk Tarih Tezi ile değişime uğraması bu husus üzerinde etkili olmuştur. Zira Türk Tarih Tezi, daha önce Türk tarihinde örneği görülmediği şekilde, tarih öğretimi sahasına da sirayet edecek nitelikte sonuçlar doğurmuştur.[7] Bu husus ise yeni yetişen nesiller üzerinde büyük ölçüde etkili olmuştur.
Türk Tarih Tezi’nde Anadolu üzerindeki Avrupalı iddialara yanıt verebilmek ve Anadolu’yu sahiplenmek adına, Anadolu Türklüğü ile Anadolu’nun tarih öncesi ve İlk Çağ medeniyetleri arasında bir bağ vücuda getirme gayreti, daha sonradan “Anadoluculuk” olarak tabir edilen bir akıma vücut vermiştir. Hititlerle bağ kurma gayreti, Alman deneyini akla getirmektedir. Alman kültür ve ülkü birliğinin tesis edilmesi yolunda önemli faaliyetler yürüten “Eski Alman Tarihsel Bilgi Cemiyeti” Almanya’nın tarihsel anıtlarını, Roma İmparatorluğu’nun öncesine sarkacak şekilde Vizigotlar, Burgonlar, Vandallar ve Lombardlar zamanına kadar uzatmış; ve Alman kimliğinin temel erdemini coğrafyanın ve dilin sürekliliği üzerine tesis etmişti.[8] Dönemin şartları içerisinde benzer temayüller ile gerçekleştirilen ve makul kabul edilebilecek olan bu girişimler; sonraki on yıllarda, muhtemelen önceden öngörülemeyen bazı sorunlara sebebiyet vermiştir. Bu sorunların başında da Anadolu Türkleri’nin, “Türklük” kimliğini “Anadolu Türklüğü” ile çerçevelendirmeleri hususu gelmektedir. Türkiye’de Türk tarihi, Türkistan’dan Asya Hun Devleti ile başlatılan, Köktürk, Uygur, Karahanlı, Gaznelilerle aynı coğrafyada devam eden; Büyük Selçuklu Devleti ile İran coğrafyası üzerinden Anadolu’ya geçerek Anadolu Selçukluları ve Osmanlı çizgisinde devam eden bir anlayışa sahiptir. Bu çizgi, Anadolu Oğuz’unun çizgisidir. Bu anlayış içerisinde 12. ve 20. yüzyıl aralığındaki Türkistan ve Azerbaycan Türklerinin tarihi yoktur. Ortadoğu Türk varlığı ise tamamen görmezden gelinmektedir. Söz konusu durumun izleri, şu anda okullarda okutulmakta olan İlköğretim Sosyal Bilgiler ve Ortaöğretim Tarih derslerinde izlenebilmektedir (Bkz. Şekil-1).[9] Diğer yandan, önceden belirtildiği üzere “Türk Tarihi” üzerine yazılmış popüler eserlerden de bu durumun izleri gözlenebilir.[10] Şekil-1’de Ortaokul Sosyal Bilgiler ve Ortaöğretim Tarih ders kitaplarında yer alan Türk tarihi konularının zaman-mekan dağılımı verilmiştir.
Şekil-1: Ortaokul Sosyal Bilgiler ve Ortaöğretim Tarih Ders Kitaplarında Yer Alan Türk Tarihi Konularının Zaman-Mekan Dağılımı[11]
Şekil-1’de görüldüğü üzere Türk tarihinde, zaman ve mekan içerisinde önemli bir yer tutan Timur Devleti, Babür Devleti, Türkistan hanlıkları vb. pek çok devlet, ne yazık ki bu ders kitaplarında görünmez olmaktadır.
Sözün kısası, Türk dünyası veya Türk kültür birliği ideali üzerine konuşulacaksa, haritalar çizmeden önce zihinlere hitap etmek gerekmektedir. Meseleye kitle eğitimi perspektifinden yaklaşılmalıdır. Zira zihinler ve bakışlar yüzlerce yıllık ayrılığın izlerini taşımaktadır. Yol uzun ve meşakkatlidir; diplomasi masalarında, hamaset nutuklarında, ticari ortaklıklarda, petrol-doğal gaz boru hatlarında çözülemeyecek kadar karmaşıktır. Ama diğer yandan, aynı köklerden hayat bulduğunu, aynı ciğerlerden soluduğunu kanıtlayan izleri sergileme konusunda da cömerttir. Meseleyi bir eğitim meselesi olarak ele almadığımız takdirde, neler olacağını kestirmek güç değildir. 1991’de bağımsızlıklarını kazanan Türk devletleri karşısında, hazırlıksız yakalanmamızın tek nedeni de budur. Atatürk’ün aşağıdaki sözünde kastettiklerini, bugün bile gerçekleştiremediğimiz açık değil midir?
“Sovyetler Birliği bugün dostumuzdur, komşumuzdur, müttefikimizdir. Bu dostluğa ihtiyacımız vardır. Fakat yakında ne olacağını kimse kestiremez. Tıpkı Osmanlı gibi tıpkı Avusturya-Macaristan gibi parçalanabilir, ufalanabilir. Bugün elinde sımsıkı tuttuğu milletler avuçlarından kaçabilirler. Dünya yeni bir dengeye ulaşabilir. İşte o zaman Türkiye ne yapacağını bilmelidir. Bizim bu dostumuzun yönetiminde dili bir, inancı bir, özü bir kardeşlerimiz vardır. Onlara sahip çıkmaya hazır olmalıyız. Hazır olmak yalnız o günü susup beklemek değildir. Hazırlanmak lazımdır. Milletler buna nasıl hazırlanır? Manevi köprüleri sağlam tutarak… Dil bir köprüdür; tarih bir köprüdür; inanç bir köprüdür. Köklerimize inmeli ve olayların böldüğü tarihimiz içinde bütünleşmeliyiz. Onların bize yaklaşmasını bekleyemeyiz. Bizim onlara yaklaşmamız gerekir.” Mustafa Kemal ATATÜRK (29 Ekim 1933).
Türk Akademisi bünyesinde hazırlanan “Ortak Türk Tarihi” ders kitabının, 15. yüzyıla kadar var olan Türk devletlerini konu edinmesi; özellikle ihtilaflı dönemlere ve uzak coğrafyalarda kopuk kültürel evrim süreçlerinin gerçekleştiği dönemlere değinilemeyeceğini göstermektedir. Oysa ortak tarih öğretiminde ihtilaflı konuların öğretiminin önemi, Dünya genelinde tecrübe edilen birlik girişimleri ile sabittir. Türk Kültür Birliği İdeali’nin önemli destek noktalarından birisini oluşturacak olan “ortak tarih bilinci” bu ihtilaflı konuların görmezden gelinmesi suretiyle inşa edilemez.[12] Diğer yandan Türk Akademisi’nin “Ortak Türk Tarihi” ders kitabı projesi, bu alanda geleceğe umutla bakılmasını sağlayacak önemli bir başlangıç adımı olarak dikkat çekmekte, Sosyal Bilgiler Eğitimi ve Tarih Eğitimi alanlarında çalışan uzmanlardan ilgi ve destek beklemektedir.
KAYNAKLAR
[1] Ellen, W. D. (2012). Muhteşem Süleyman Zamanında Türk Dünyası. İstanbul: Selenge Yayınları.
[2] Bu konuda bkz. KIZIL, Ömür (2016). Zengezur Koridorundan Azez’e Türk Dünyası’nda Yapay Set Krizi. 2023 Dergisi, Sayı: 180, ss.22-28.
[3] Turhan, M. (2010). Kültür Değişmeleri. İstanbul: Çamlıca Yayınları, s.111
[4] Turhan, a.g.e., s.122.
[5] Turhan, a.g.e., s.122.
[6] Turhan, a.g.e., s.120.
[7] Bu konuda bkz. DÖNMEZ, Cengiz ve KIZIL, Ömür (2016). “Türk Tarih Kurumu’nun Türkiye’deki Tarih Anlayışına Etkisi”, Uluslararası Tarih Eğitimi Sempozyumu IV (ISHE), Muğla Sıtkı Koçman Üniversitesi, Muğla, 01-03 Eylül 2016.
[8] Geary, P. J. (2012). Uluslar Miti ve Avrupa’nın Kökenleri. (Ç. Sümer, Çev.) Ankara: Tan Kitabevi
[9] Bu konuda bkz. KIZIL, Ömür (2016). “Türk Milli Eğitimi’ndeki ‘Türk Tarihi’ Perspektifinin Zaman ve Mekan Bağlamında Değerlendirilmesi”, Uluslararası Tarih Eğitimi Sempozyumu IV (ISHE), Muğla Sıtkı Koçman Üniversitesi, Muğla, 01-03 Eylül 2016.
[10] Bahsedilen eserler, akademik ve popüler üslupla yazılan saygın eserler olup, ismi zikredilmek istenmemiştir. Çünkü literatürdeki ve piyasadaki eserlerin neredeyse tamamı aynı anlayışın izlerini taşımaktadır. Bunun için Türk tarihini “genel” olarak ele alma iddiasını taşıyan eserlere göz gezdirilmesinin, yazıda sunulan kanaatin okuyucuda da oluşması açısından yeterli olacağı düşünülmektedir.
[11] 2014-2015 eğitim öğretim yılında kullanılan kitaplara göre hazırlanmıştır. Ancak müfredat değişim göstermediği için konu dağılımı da genelde yıllara göre değişim göstermemektedir.
[12] KIZIL, Ömür (2016). “Ortak Türk Tarihi’nin Öğretimi Kapsamında Türk Tarihindeki İhtilaflı Konuların Öğretimi Meselesi”. Bağımsızlıklarının 25. Yılında Türk Cumhuriyetleri Sempozyumu, Ahmet Yesevi Üniversitesi, Ankara, 06-07 Ekim 2016.