Seyahatle ilgili bu zengin birikimin Türk kültüründe giderek derinlikli olarak işlendiğini, hatta kavramın belli başlı bazı sosyal kurumların ortaya çıkmasını ve gelişmesini temin ettiğini söyleyebiliriz. Bu anlamda kültürümüzde, edebiyatımızda ve tasavvuf tarihimizde seyahatin nasıl değerlendirildiği konusu işlenmeye muhtaçtır.
Şeyh İsmail Ankaravî, Hz. Peygamber’in “Seyahat edin, sıhhat bulun, ganimet elde edin”[1] hadisiyle ilgili şunları söylemektedir: “Dıştaki hareketle bedenlerinizi sağlığa kavuşturun, içteki hareketle de ibret alarak dininizi sağlamlaştırın.” İsmail Ankaravî, hadiste zikredilen yolculuktan muradın şeyhlerin hizmetinde olmak olduğunu da sözlerine eklemektedir. Yine ona göre bir derviş, kâmil bir şeyhi yoksa erenlerin yanına gitmeli, onlardan sülûku ve dervişlik âdâbını öğrenmelidir.[2]
Ankaravî’ye göre ziyaret edilen yerlerde saygıyı elden bırakmamak gerekir. Aksi hâlde katlanılan onca zahmetin heba olması işten bile değildir. Kişi kendinden yaş ve kemâl bakımından büyük kimselere saygılı olduğu müddetçe yaptığı işin sevincini ve huzurunu elde eder. Büyükleri ve kutsal mekânları ziyaret, seyahat bahsinin bir başka yönüdür. Ankaravî, seyahatin tasavvuftaki yeri ve önemine dair sözlerini şu cümlelerle sürdürür: “O hâlde salik olan, sefer ve seyahate ehlullahı bulmak, onlara yakın olmak için çıkmalıdır. Şehri gezmek, değişik, ilginç şeyler görmek onun parazitidir. Her bulunduğu hâlde, her vardığı konakta, her girdiği şehirde, köyde ilahi kudretin şaşılacak şeylerini görmeli; ibretullahın güzelliklerine, yaratılışlarına bakmalıdır.”[3]
İlim tahsili, tasavvufî terbiyenin elde edilmesi, hac gibi birçok sebeple mutasavvıflar Anadolu ve Rumeli’den Mısır, Arabistan, İran ve Horasan’a kadar uzanan diyarlara seyahat etmişlerdir. Bunun çok ciddi anlamda insan ve bilgi akışına zemin hazırladığı ortadadır. Bu tersi için de böyledir. Özellikle Orta Asya’dan kalkan göç dalgalarıyla birlikte Anadolu’nun ve Rumeli’nin Türkleşmesinde ve İslamlaşmasında büyük hizmetleri olan dervişleri burada hatırlayabiliriz.
Türk tasavvuf tarihindeki seyahat bahsinin muhtevası ve sebepleri yukarıda temas etmeye çalıştığımız bazı konularla benzerlikler gösterir. Seyahat, insanın terbiyesi ve tecrübesini artırması için yapılmaktadır. Eğer zarurî ve ticarî bir maksat yoksa seyahatin amacı eğitimdir. Bu tür bir eğitime tasavvuf kültürümüzün özel bir yer ayırdığını ifade edebiliriz. Bu anlamda seyahatin tasavvufî terbiyedeki yerini Mehmet Demirci şu sözleriyle ifade eder:
“Tasavvuf eğitiminde seyahatin önemli bir yeri vardır. Onlara verilen isimlerden biri de “seyyâhûn”dur. İlmi ve içtimai bakımdan faydaları yanında seyahatin eğitici rolü daha önemlidir. İçinde yaşadığı tanıdık çevreden dost ve akrabadan uzaklaşıp gurbetin yalnızlığına ve zorluklarına nefsi alıştırmak olgunlaşmanın bir parçasıdır. Ayrıca dünyanın fâniliği, ebedi yurdun ahiret olduğu daha iyi kavranır. Uzun ve yorucu yolculuklar nefisteki olumsuz yönleri ortaya çıkarır ve onların düzeltilme imkânı doğar. Şöhretten hoşlanan kişi gurbette bu zevkinden mahrum olur. Dervişin kendini daha iyi tanıması, eksikliklerini görüp onları düzeltme yoluna gitmesi, ayrıca yeni hizmet imkânları bulması gibi sebeplerle tasavvufta seyahat iyi bir yoldur. Bu tür seyahatlerin de birtakım âdabı ve erkânı var idi.”[4]
Buna göre seyahat bazı önemli talepler için yapılmaktadır. Bu taleplerden biri de kâmil bir mürşittir. Tasavvufî gayelerle yapılan seyahatlerin temelinde bu sebep yatmaktadır. Mesela Ebû Hâmidüddin Aksarayî (Somuncu Baba) babasından tasavvufî terbiye gördüğü halde kalp huzurunu elde edemeyince uzun süre devam eden seyahatlere çıkar. Somuncu Baba, Şam’a gider ve orada riyazetle meşgul olur.[5] Fakat kendisi Şam’da aradığını bulamaz. Ona Şeyh Sadrüddin Erdebilî’den bahsedilir. Somuncu Baba tekrar yollara düşer ve ona intisap eder.[6]
Bâkî’nin,
Akar su gibi irmeğe bir bahr-i kâmile
Seyr it basit-i hâkde seyyâh-ı âlem ol[7]
beytinde dile getirdiği keyfiyet, bir bakıma dervişin kâmil mürşidi aramasını ifade eder. Aynen suyun denizi araması gibi tâlipler veya dervişler kendilerinde sükûn bulacakları kâmil bir mürşidi arayıp durmuşlardır. Tasavvuf tarihinde bunun en tipik örneklerinden biri Şems-i Tebrizî’nin seyahatleridir. O, Menâkıbu’l-Ârifîn’de nakledildiğine göre, seyr ü sülûkunu tamamladıktan sonra başka bir Allah dostu aramak üzere uzun yolculuklara çıkmış, bu seyahatleri esnasında birçok dervişle ve bazı velilerle görüşmüştür. Bu esnada kendisine bağlanan kimselere rağmen Hz. Şems seyahatlerine devam etmiştir.[8]
Seyahatte önemli olan tâlibin duyguları üzerinde meydana gelen tesirdir. Derviş, bir yolculuğa çıktığında bir süreliğine, tanımadığı ve tanınmadığı bir çevrede bulacaktır kendini. Bu esnada nefsiyle, geçmişiyle yani kendisiyle baş başa kalıp bir muhasebe iklimine dâhil olabilecektir. Yakınlarının, tanıdıklarının ve akrabasının onu içine çekeceği kalıplaşmış davranışlardan ve kabullerden bir süreliğine uzaklaşabilecektir. Dünya zevklerinin gelip geçiciliğini, ruhta bıkkınlık uyandıran şeylerin fâniliğini bir bakıma daha iyi anlamış olacaktır. Bu hususa Mahmud Erol Kılıç şu sözleriyle dikkat çeker:
“Birçok arif doğduğu yeri terk terketmiştir. Çünkü kişi ne olursa olsun yetiştiği çevrede hep bir çocuk gibi görülür. Böyle bir durum ise irfana manidir; tersi istisnadır. Doğduğu yerde yaşamamıştır. Doğduğu yerde vefat eden arif çok azdır. Çevre insanı anlayamaz ve seyahat verilir bazılarına. Sabit fikrini bırakıp bırakmadığını anlamak için yerleştiği yerden başka yere gönderirler. Dikey-yatay boyut birbirlerinin aynasıdır. Tasavvuf dikey seyahattir. Bu bir ‘seyr ü süluk-i afaki’dir. Bunun sath-ı âlemde de karşılığı vardır. Dikey yolculuk terk ile başlar. Bizi aşağı çeken her şeyi terketmek gerekir. Bunlar dünya sevgisidir.”[9]
Yukarıdaki sözlere benzer şekilde Azizuddin Nefesî de “Ey derviş! Anne ve babayı taklit kalın bir perdedir. Önünde böyle bir perde bulunan kimse hiçbir şeyi olduğu gibi bilemez ve göremez”[10] diyerek sûfîlerin uzun yolculuklara çıkma sebebine açıklık getirmektedir.
[1] Dünya kültürlerinde ve edebiyatlarında Hz. Peygamber’in bu hadisiyle ilgili ilginç yakınlıklar bulmak mümkündür. Mesela Alman şair Hermann Hesse, “Stufen (Basamaklar)” isimli şiirinde “Ey gönlüm, kalk, veda et ve şifa bul” demektedir ki, bu sözler Peygamberimizin bu hadisinde işaret ettiği manaya oldukça yakındır. Bkz. M. İkbal, Câvitnâme, Çeviren: Annemarie Schimmel, Kültür Bakanlığı Yayınları, 2. Baskı, Ankara 2000, s. LIII.
[2] Şeyh Rüsûhüddin İsmail Bin Ahmed El-Ankaravî, Mevleviler Yolu, Hazırlayan: Mehmet Kanar, Şûle Yayınları, İstanbul 2012, s. 78.
[3] Şeyh Rüsûhüddin İsmail Bin Ahmed El-Ankaravî, a. g. e., s. 80.
[4] Mehmet Demirci, “Yûnus Emre Menkıbelerine Tasavvufî Yorumlar”, Mustafa Tatcı, Ankara’nın Kalbinde Bir Ahî Eren Tapduk Emre, Ankara Büyükşehir Belediyesi Yayınları, Ankara 2013, s. 126.
[5] Ethem Cebecioğlu, Hacı Bayram Velî ve Tasavvuf Anlayışı, Muradiye Kültür Vakfı Yayınları, Ankara 1994, s. 119.
[6] Ethem Cebecioğlu, a. g. e., s. 120.
[7] Bâkî Dîvânı, s. 279.
[8] Ahmet Eflâkî, Âriflerin Menkıbeleri II, Çeviren: Tahsin Yazıcı, MEB Yayınları, İstanbul 1995, s. 190.
[9] Mahmud Erol Kılıç, Tasavvufa Giriş, Sûfî Kitap, İstanbul 2012, s. 107.
[10] Süleyman Uludağ, Tasavvuf ve Tenkit, Dergâh Yayınları, İstanbul 2014, s. 219.