Turgut GÜLER
Taşıma, aktarma gibi faaliyetler sırasında, farkında olmadan dökülen tohumlardan çıkan tahıl, soğan vb. nebâta “alaza” deniyor. Bugün, Türk toprağında görülen ve – açıkçası – görenleri şaşırtan iyi, güzel, doğru insanlar, hiç şüpheniz olmasın, “alaza”dır. Yoksa epeyi zamandır tatbîk edilen sun’î tohumlama ameliyesi ile bu müsbet vasıflı Türk çocuklarının aslâ yetişmemesi lâzım.
Milletlere, şuûr kaybı mı yaşatmak istiyorsunuz? O hâlde, hemen târîhleriyle irtibâtını kesin. Çünkü târîh, bir milletin aort veya şâh damarıdır. Onu devre dışı bıraktınız mı, bütün vatan toprağının hasadını kontrol altına alırsınız. “Alaza” dışında, karşılaşılacak bir sürpriz de, hemen hemen yok gibidir.
“Âmiyâne”yi “dâhiyâne” yerine koyalı, geçtiğimiz yerde ot bitmiyor, işlerimiz rast gitmiyor. Alışveriş, hemen her sâhada, belli seviyede bir zekâya muhtaç. “Âmiyâne”de bulunmayan tek cevher ise, zekâ!
İçinde uygunsuz, ahlâksız, münâsebetsiz işlerin tezgâhlandığı “kerih” bir evi, istediğiniz kadar cicili, bicili hâle getirin, ne mânâ geçmişini, ne de hâl-i hâzırdaki dil vahâmetini ortadan kaldırabilirsiniz. Ziya Paşa merhûm:
“Bed-asla necâbet mi verir hiç üniforma,
Zer-dûz palan ursan eşek, yine eşekdir.”
derken, bütün “âmiyâne” takımını bir beyite teksîf ediyordu.
Eski tâbirle “müstehâse”, Frenk deyişiyle “fosil”, aramızda dolaşan birilerini pek güzel tanıtıyor. Hindi gibi kabarıp, her şeyi bildiğini ve de olacakları tahmîn ettiğini söylemeye çalışan bu “ehl-i müstehâse”, asırlardır sürdürdüğü kînlerini, kehribarlaşmış intikam taşlarını önümüze koyuyor. Bunu yaparken de, öyle bir makyaj çalışmasına imza atıyor ki, bizi ihânete gönüllü kılıyor.
“Alâim-i semâ”, “gökkuşağı” veya yeni söylenişi ile “alkım”, bütün Dünyâ milletlerinin düşünce, hayâl âlemlerine girmiştir. Çünkü o, pasaport kullanmadan Cihân’ı dolaşıyor. Altından geçen kızların oğlan, oğlanların kız olacağına dâir bâtıl inanışlardan tutun da, müsbet ilimlere verdiği ilhâma kadar, bir ağır yük gemisi hacminde, “gökkuşağı” mâlûmâtı yüzüyor.
Renklere duyulan sevgi veyâ nefret, sosyolojinin de, psikolojinin de işsiz kalmasını önler. Bayrak edinmek gibi renk yücelişleri yanında, insanların deri rengine gösterilen, vebâli büyük protesto nârâları da hafıza kaydına dâhil olmuş. Sözün özü, âdemoğulları ile havvakızlarının târîhi, biraz da renklerin târîhidir.
“Ahsen-i takvîm” üzre yaratılan beşeriyetin gözü, her çeşit mukâyesenin dışında olarak, rasathâne mevkiindedir. Renkle göz arasındaki muhabbet, “Leylâ vü Mecnûn” hikâyesine şerbet süzecek olgunluktadır. Göz olmadan rengin, renk olmadan da gözün kıymeti âyârdan düşer.
Türk’ün bahçesine konan renkler içinde kırmızı (al), beyaz, mâvi ile yeşilin çok özel ve ayrı yerleri var. Bu güzellik boyalarının ilk ikisi bayrağa, üçüncüsü Türk gök kubbesine, sonuncusu da, “çayırlar boyu” uzanan mâbede zemîn olmuşlar.
Maddî renkler kadar – belki onlardan da mühim – mânevî renkler unutulmamalı. Meselâ, “Türk” ile “İslâm”, bu çerçevede ön sırayı kapmışlardır. Türk’ün eksik, gedik yerleri İslâmla muhkemleşirken, İslâmın mevcut hareketi, Türk’le en yüksek “devir”e çıkmıştır. Bu tamamlayıcılığı hesâba katmayan veyâ katmak istemeyen bâzı kıt görüşlü zümreler; Türk’ü ve İslâmı ayrı terâzi kefelerine koyma gayretine giriyorlar.
Öyle fazla kafa karışıklığına mahâl vermeden, “gazete” denen neşir vâsıtasının ilk numûnelerinden yapılacak deste, akademik bakış istemeden, bizi Batı’nın nasıl gördüğünü anlatacaktır. En erken 16. veya 17. yüzyıla dayanan gazete koleksiyonları, Avrupa’nın müşterek korku kaynağını ya “Türk”, yâhut “Müslüman” ismiyle veriyor. Bunu tesbît etmenin, hiçbir zorluğu da yok.
“Dâhî” unvanlı bestekârlarının, niye “Türk Marşı” bestelediğini, Avrupa Birliği mensupları çok iyi biliyor… Bilmedikleri bir şey var: Bugünkü Türklerin, onlara marş besteleten Türklere Avrupalıdan fazla düşman oluşu.
Renklerin dünyâsında Türk milletinin başına gelene, tabâbet ehli “renk körlüğü” teşhîsini koyuyor. Bunca gümrâh ve berrak renk arasında kendini fark edemeyenlere başka ne denir?..