“Mevlid Kelimesinin Anlamı” :Hz. Peygamber’i anlatma amacıyla vücut bulmuş önemli ve yaygın türlerden biri “mevlid”dir. Kelime anlamı “doğum zamanı” ve “doğum yeri” demek olan “mevlid”in kavram anlamı; “Hz. Peygamber’in hayatı (doğumu, miraca çıkısı, mucizeleri vb) ve şahsiyetini konu eden manzum eser”dir. Ancak mevlidin “Hz. Peygamber’in doğumu, doğum yıldönümü; doğum yıldönümü sebebiyle yapılan etkinlikler; bu etkinliklerde okunan ilâhi, na’t, kaside”anlamlarında da kullanıldığını unutmamak gerekir. “Mevlid türü eserlerin istisnasız hepsinde ortak olan tek mevzu Hz. Muhammed’in doğumudur. Nübüvvet nurunun yaradılışı, Hz. Âdem’den başlamak üzere diğer peygamberleri dolaşarak Hz. Abdullah’a gelişi, Hz. Amine’nin hamileliği, hamileliği esnasında vuku bulan olağanüstü hadiseler ve mucizeler, nihâyet doğum ve doğumla birlikte Hz. Muhammed çevresinde ve yeryüzünde gerçekleşen mucizeler, Türkçe mevlidlerin temel konularını oluşturur. Ancak pek çok mevlidde doğum hadisesi dışındaki konular da dile getirilmiştir. Bütün mevlidlerde aynı olmamakla birlikte, miraç başta olmak üzere Hz. Muhammed’in bazı mucizeleri, örnek ahlâkı, hayatının bazı safhaları ve nihâyet ölümü de mevlidlerde işlenen konular arasındadır.[1] “Mevlid” Arapça bir kelimedir. Masdar-ı mîmî (mimli masdar), olay, zaman ve yer ismi olarak bu dilde üç mânâsı vardır: doğum-doğmak, doğum zamanı ve doğum yeri. Bu üç mânâ Türkçe’de de kullanılmıştır. Meselâ “Mevlidü’n-Nebî” tamlaması, hem Hz. Peygamber’in doğumunu, hem doğum târihi olan 8 veya 12 rebîülevvel gününü, hem de doğum yeri olan Mekke’deki o mütevâzı evi ifâde eder. Bu kullanışlardan “doğum günü veya zamanı” mânâsı, daha çok öne çıkmıştır. Kelimenin mücerret kullanılışı, sadece Hz. Muhammed’in doğumunu ifade eder. Hz. İsa’nın doğumuna “Milâd” denildiği gibi, Hz. Muhammed’in doğumuna da “Mevlid” denir. Bu itibarla, kelime İslâmî bir terim olarak hem Türkçe’de, hem Arapça’da zamanla Hz. Peygamberin doğum yıldönümlerini, bu yıldönümlerinde yapılan merâsim ve kutlamaları ve bu merâsimlerde okunan Hz. Muhammed’in doğumunu anlatan eserleri ifâde için de kullanılır olmuştur. Kelimenin bu anlam için “Mevlid veya mevlûd” şeklinde telaffuzu ve imlâsı doğru değildir; “mevlûd”, “yeni doğan” demektir ki erkek ismi olarak “Mevlid”, kadın ismi olarak “Mevlüde” şeklinde kullanılır[2].
“MEVLİD MERASİM VE KUTLAMALARI”:
Ramazan ve Kurban bayramları dışında, müslümanlarca mübârek sayılan ve kutlanan beş gece vardır. Bunlar: Receb ayının ilk cuma gecesine (perşembeyi cumaya bağlayan gece) rastlayan Regaib gecesi, aynı ayın 27. gecesine rastlayan Mi’rac gecesi, Şaban ayının I5’ine rastlayan Berât gecesi ve Rebîülevvel ayının 12. gecesi Mevlid gecesi. Bunlara dilimizde “kandil” denir: Regaip Kandili, Mi’râc Kandili, Berât Kandili, Mevlid Kandili gibi. Beşincisi Leyle-i Kadir yani Kadir gecesi‘dir. Örfümüze göre Ramazan ayının 27. gecesi kutlanır.[3]
Dinî bakımdan önemli birer olayın yıldönümü olan bu mübârek gecelerde sevinç alâmetleri olarak ve kutlama maksadıyla, tarihte başta câmiler olmak üzere tekke, zaviye, çarşı, pazar… gibi yerlerde kandiller yakılıp, sokaklar, binalar, bahçeler, şehirler ışıklarla donatıldığı için bunlara kandil geceleri denilmiştir. İslâm ışık dînidir, “nur” dînidir. Kur’ân-ı Kerîm insanlığı aydınlatan Allah kelâmıdır. Bu bakımdan İslâmî kutlamalarda ışığa özel bir önem verilmiştir, İslâmî kudsiyet kavramı içinde mutlaka ışık vardır, nur vardır. Hz. Peygamber’in sağlığında, Dört Halife devrinde ve Emevî saltanatı boyunca herhangi bir mevlid merasimi veya bu maksatla şu veya bu şekilde bir kutlama yapılmamıştır. Abbâsîler döneminde de yoktur; yalnız bu dönemde ve hususiyetle X. Yüzyıl ortalarından itibaren Hz. Peygamber’in 12 Rebîülevvel kabul edilen doğum günü ile ilgili saygı ve kutlama ifade eden davranışlara dair münferit haberlere kaynaklarda rastlanmaya başlanır.[4]
Hz. Peygamber’in Mekke’de Sûk el-Leyl’de bulunan doğduğu eve müminler hürmet gösteriyor. Medine’deki Ravza-i Mutahhara denilen mezarından sonra bu evi de ziyâret ediyorlardı. Bu ziyâretler, bugün de yapılmakta olan evliya türbeleri ziyâretleri gibi idi. Ancak. 12 Rebîülevvelde ziyaretçi sayısı biraz daha çoğalıyordu. Bu hürmetin bir devamı ve yeni bir tezahürü olarak, Abbâsî halîfesi Hârunü’r-Reşîd (hilâfeti: 786-809)’in annesi El-Hayzûrân (öl: 789-90) bu evi mescid hâline getirdi. Daha sonraları burası, yeni mimarî inşalara konu olacaktır. Hz. Peygamber’in doğum günü gibi hicret ve vefat günleri de pazartesiye rastlıyordu. Bu sebeple bazı ileri dindarlar, pazartesi günlerinde nâfile orucu tutuyorlardı. Fakat bu güne mahsus devamlı veya yılda bir herhangi bir merâsim veya ibâdet yapıldığı bilinmiyor[5].
FÂTIMÎ TÖRENLERİ
Kahireli târih ve coğrafya bilgini Makrîzî (1364-1442)’den öğrendiğimize göre, Hz. Peygamber’in doğum yıldönümünü kutlamak için ilk defa Şîî-İsmâîlî mezhebinden olan Fâtımîler Kahire’de tören düzenlediler ki X. Yüzyıl sonları ile XI. Yüzyılın başlarındadır. (Fatımî saltanatı: 910-1171, Kahire’nin payitaht oluşu: 973) Bu dönemde Fatımî hâkimiyet ve nüfuzu, Atlas Okyanusu ile Hind Okyanusu arasında uzanıyordu. Kahire’deki hükümdarları “halîfe” sıfatını kullanıyordu. Fâtımîler’in böyle bir tören yaptırmaları Selçuklular’ın zuhuruna kadar hâkim oldukları İslâm dünyâsında, bir güç gösteri olarak yorumlanabilir. Çünkü Hz. Ali, Hz. Fâtıma ve halîfe dedikleri kendi hükümdarları için de bilâhare böyle törenler düzenlediler. Bir rivâyete göre, vezir El-Efdâl zamanında (1094-1121) bu dört merasim ortadan kaldırılmış, fakat sonradan bütün ihtişamı ile yeniden ihya edilmiştir. Hz. Peygamber için düzenlenen de dâhil, bütün Fatımî doğum günü törenlerinde ve kutlamalarında, esas ve unsurlar bakımından Şîî tesiri açıktı. Hepsi şu veya bu ölçüde Şîî tesirleri taşıyan törenlerdi. Fâtımî törenleri gündüz yapılırdı. Bunları tam mânâsıyle halk merasimleri saymak mümkün değildir. Çünkü bu törenlere ancak dînî, siyâsî, mülkî ve askerî yüksek çevreler katılabiliyordu. Merasimle Fâtımî halîfesinin sarayına gidiliyor. Kahire’nin üç büyük vâizi orada hükümdarın huzurunda, şimdi kandil ve bayramlarda dinlediğimiz vaazlara benzer şekilde vaaz ediyorlardı[6]. Fâtımîlerin özellikle yönetici kadrosu ve orduda Türklerin ağırlıklı olduğu dönemde Türk örf ve adetleri uygulamada olmuştur. Fakat “Türklerin Mısır’daki bu üstün durumu Ermeni kökenli Bedr el-Cemâlî’nin (1073-1094) vezir olmasına kadar devam etmiştir. Bu zat göreve gelince Türk komutanları ve askeri birlikleri ortadan kaldırmıştır. Bu tarihten itibaren ise Fâtımî ordusunda Türk etkisi minimize edilmiş ve ordu Ermeni, Arap ve Sudanlı askerlerden oluşturulmuştur[7]”.
BAĞDAD’DA KARŞI GÖSTERİLER
Bu Şiî törenlerine ilk mukabelenin, tabiî olarak, sünnî hilâfetin merkezi olan Bağdad’dan yapıldığı anlaşılıyor. Çünkü fiilî nüfuz ve tesiri Bağdad şehrinin içinde bile tartışılır vaziyette de olsa, şeklî bir mevcudiyet olarak, dünyadaki bütün sünnî müslümanların başı sayılan Abbasî soyundan bir halîfe, Bağdad’da oturmakta idi. Bağdad’lı bilgin İbnü’l-Cevzî (1116-1200)’nin anlattığına göre. XI. Yüzyılda Bağdad yakınlarındaki Ukberâ kasabası halkı, ilk defa Mevlid Kandili’ni kutlamıştı. Daha sonra Bağdad’da kutlanan Mevlid Kandili’nde ise, Dicle üzerinde mumlarla donatılmış kayık donanmaları tertîb edilmiş, şehir sokakları büyük boy mumlarla aydınlatılmış, Halk tarafından tertîb edilen şenliklere halîfe ve devlet erkânı da katılmışlardı. Fakat bu şenliklerde resmî bir mâhiyet ve sistematik bir tanzim bahis konusu değildi. Halkın kendi kendine düzenlediği sevinç gösterilerinden ibaretti. Eğlencelik ve seyirlik niteliği ağır basan bu kutlamalarda, Kahire’ye mukabele sâikinin yanı sıra hıristiyanların Hz. İsâ için yaptıkları doğum günü kutlamalarının da bir tesiri olduğu ve emsal teşkil ettiği düşünülebilir. Suriyeli târih ve coğrafya bilgini Ebu’l-Fidâ (1273-1331) Irak Şîîlerinin de Kahire’de yapılan Şîî törenlerini benimsemeleri üzerine, Sünnîlerin de Hz. Peygamberin doğum gecesini kutlamağa başladıklarını ve böylece mevlid alaylarının her iki mezheb mensupları tarafından bir bayram havası içinde kutlandığını söylüyor. Bağdad’da yapılan bu törenleri ve bu mübarek geceyi bir kaside ile dile getiren ilk şair de Ebu’l-Kaasım el-Mutarrız (1144-1213)’dır.[8]
MUZAFFERÜDDİN GÖKBÖRÜ
Mevlid merasimlerini sistematik bir şekilde düzenleyen, Selçuklular’ın Erbil Atabeği, yani fiilen Erbil hükümdarı olan Ebû Saîd Muzafferüddin Gökbörü (1154-1232)dür. Meşhur Selâhaddin Eyyûbî’nin de eniştesi (kız kardeşi Râbia Hâtun’un kocası) olan Gökbörü, Beytigin ailesinden bir Türkmen beyi idi. Daha önce Urfa, Harran, Samsat ve civarında hâkim iken 1190’dan ölümüne kadar Erbil Atabeyi olarak hüküm sürmüştür. Muzafferüddin Gökbörü, Haçlı ordularına karşı Selâhaddin Eyyûbi’nin yanı sıra büyük yararlıklar göstermiş bir mücahit gazidir. 1187’de Saffûriya ve Kudüs Haçlı Krallığına son veren Hıttîn savaşlarında, 1189’da Akkâ’nın fethinde büyük yararlılıkları görülmüştü.[9]
Bu mücâhit gazi şahsiyetinin yanı sıra, son derece dindar ve hayırsever bir kimse idi. Bilginleri, fakihleri, sûfîleri himaye ederdi. Sosyal yardım kurumları kurmak bakımından da devrinin en seçkin şahsiyetlerinden biri idi. Erbil’de bir medrese ve sûfîlere mahsus iki hângâh yaptırmıştı. Ayrıca büyük bir misafirhanesi vardı. Erbil’e gelen herkes, orada günlerce yer içer ve giderken de kendilerine yol paraları verilirdi. Bir hastane yaptırmıştı. Bu hastaneyi haftada iki kere ziyaret eder, hastaların muhtaç akraba ve yakınlarına nafaka gönderirdi. Bir dul kadınlar evi, bir yetimhane ve kimsesiz çocuklara mahsus bir yuva yaptırmıştı. Anasız süt çocuklarına süt anneler tutardı. Sakatlar ve körler için de ayrıca dört tekkesi vardı. Bütün bunların masraflarını karşılamak üzere zengin vakıflar kurmuştu. Fakirlere, yaşlılara her gün ekmek, mevsime göre giyecek ve para dağıtırdı. Senede iki defa Suriye kıyı şehirlerine adamlar göndererek haçlı savaşlarında düşman eline düşen müslümanları fidyelerini ödeyerek kurtarırdı. Yalnız dindaşlarını değil, hemşehrilerinden olan gayri müslimleri de para karşılığında serbest bıraktırdığı olmuştur.Meselâ Kudüs fethinde Selâhaddin Eyyûbî tarafından esir edilen 1000 kadar Urfalı Süryânî ve Ermeni’nin de bu suretle yurtlarına dönmelerine yardım etmişti.[10]
Her yıl hac seferleri düzenler, kendi bölgesinden hacca gideceklerin yol güvenliklerini sağlamak için muhafızlar tahsis eder ve memurları eliyle Mekke ve Medine’de muhtaç hacılara ve hastalara harçlık dağıttırırdı. Mekke’de birçok hayır eseri yaptırmıştı. Arafat’a ilk defa Gökbörü su getirtmiştir. Bu hayratlara her yıl külliyetli miktarda para harcardı. En büyük zevki, medrese ve hangâhları ziyaret etmek, misafir olan sûfi ve fakihlerin münakaşa ve münazaralarını dinlemekti Bu şekilde medrese ve hangâhlârda gecelediği çok olurdu. Onun devrinde Erbil, İslâm âleminde herkesin uğradığı bir merkez ve gözde büyük şehirlerden biri hâline gelmişti[11]. 2019 yılında dokuz arkadaş olarak Aydın ve Adil Beyatlı öncülüğünde Türkmeneli-Erbil ziyaretimizde Muzaffereddin Gökbörü caddesinin ismi Barzani yönetimi tarafından Gökbörü’sü kaldırılmış ve sadece Muzafferüddin olarak bırakılmıştı. Demek ki hukuksuz Barzani yönetimi Türk’ün Gökbörü’sünün (Bozkurt’undan) hatırasından bile çok korkmaktadır.
Gökbörü kahramanlığı, mücâhidliği, hayırseverliği ile birlikte, ilkini 1208’de gerçekleştirdiği muhteşem mevlid törenleri ile de ün salmıştır. Sünni İslâm dünyâsı, Bağdad ve Bağdad’da bir kukla vaziyetine düşürülmüş bulunan Abbasî halîfesi, 1055’te Tuğrul Bey’in Bağdad’a girişinden beri Türk himâyesinde bulunuyordu. 1055-56’da Tuğrul Bey, Şîî Büveyhîler’in hâkimiyetine Bağdad üzerindeki baskılarına son vermiş ve Fâtımîler ile mücâdeleye yönelmişti. Bu mücâdele ancak 116. yılında kesin ve nihâî başarıya ulaştı; Selahaddin Eyyûbî kumandasında Kahire’ye giren bir Türk ordusu 1171’de Fâtımî saltanatını yıktı. Böylece İslâm dünyası üzerindeki Fâtımî nüfuz ve tesirine son verildi. İslâm dünyâsında Türk hâkimiyet ve nüfuzu tesis edildi. Barış, huzur, sükûn ve birlik sağlandı. Muzafferüddin Gökbörü’nün muhteşem mevlid törenleri, bu mücâdelenin kültür cebhesinde mühim bir unsuru teşkil eder[12]
Selahaddin Eyyubi ise Mısır, Suriye, Yemen ve Filistin Sultanı ve Eyyubi hanedanının ilk hükümdarıdır. Kudüs’ü Haçlılardan alarak (2 Ekim 1187) kentte 88 yıl süren Frank işgaline son vermiş, Hıristiyanların misilleme olarak düzenledikleri III. Haçlı Seferi’ni de etkisiz hale getirmiştir.[13] Eniştesi Muzafferüddin Gökbörü’den başka ailesindeki diğer Türk adları unutulmamalıdır. Mesela Eyyûbî ordusu Selâhaddin döneminin başlarında (569/1173) Yemen’i feth etmek için yola çıktığında bu orduya Selâhaddin’in abisi Turanşah komuta etmekteydi. Turanşah Yemen’i fethettikten sonra ülkenin yönetimini üstlendi (569-577/1173-1181). Ondan sonra diğer kardeşi SeyfülislamTuğtekin yerine geçti (577-593/1181-1196).[14] Görüldüğü gibi abisi ve kardeşi Turanşah ve Tuğtekin gibi öz be öz Türk isimlerine sahiptirler. Bunlara dikkat etmeden Eyyûbî Türk Hanedanı anlaşılamaz.
“1067’de Bağdat’ta Nizâmiye medreselerini kurmağa başlayan Selçuklu idaresi ve onun vârisleri, doğudan batıya Çin hudutlarından Akdeniz kıyılarına kadar bütün İslâm dünyasında bir ilim ve kültür hareketine girişmiş bulunuyorlar, dönemin belli başlı şehirleri Türk eseri ilim, kültür, sosyal yardım kurumları ve sanat âbideleri ile doluyordu. Selçuklu devleti, medreseler vasıtasıyla bir yandan ilmi koruyarak yükseltiyor ve yayıyordu. Selçuklu idaresi gerek sünnî mezhebler arasında, gerekse mutedil Şîîlerle Sünnîler arasında, hattâ gayri müslimlerle müslümanlar arasında, gayrı insanî ve gayrı âdil bir ayrımcılık gözetmiyordu. Devrin her dinden ve mezhepten müelliflerinin mevsuk (güvenilir) şehâdetleri ile bellidir ki Türk idaresinde, bütün inanç ve mezhebler tam bir hürriyet ve himayeye mazhar bulunuyorlardı”[15]. “Selçuklular ve Atabegler idaresinde, kesif bir Türk nüfus yaşamamasına rağmen meselâ Şam’da Türk eseri 21 câmi, 20 medrese, 9 hângâh ve ribat, yani tekke, 7 hamam, 1 dârülhadis, 1 büyük hastane yaptırılmıştı. Halep’te ise 77 câmi ve mescid, 7 hângâh, 8 medrese ve 8 hamam Türk eseri idi. Selahaddin Eyyûbî’nin de Muzafferüddin Gökbörü’nün de hâmisi olan Atabeg Nureddin’e kadar, Suriye ilimden ve ilim adamlarından mahrumdu; onun zamanında, âlimler, sûfîler, medrese ve ribatlara doldu. Hâdiseyi gerçek boyutlarıyla anlayabilmek ve tarih içindeki yerine oturtabilmek için, Erbil’de XIII. Yüzyıl başlarında düzenlenen törenleri, yıkıcı akımlara karşı, bir yandan siyâsî ve askeri sahada, bir yandan da ilim, sanat, kültür cephesinde yürütülen, böylesine şümullü (kapsamlı) ve zarurî bir mücadelenin bir parçası olarak değerlendirmek gerekir”. “Gökbörü Bağdad’da tertiplenmekte olan Mevlid’ün Nebî törenlerini devamlı, sistemli ve daha muhteşem hale getirdi. Nitekim çok büyük masraflarla düzenlediği bu tören ve şenlikler, bütün İslâm dünyâsında geniş ve derin akisler bırakmış, Mısır’dan başlayarak Kuzey Afrika boyunca bütün Akdeniz İslâm ülkelerine, Mekke’ye, Hindistan ve Türkistan’a doğru yayılmıştır. Ülkelere göre yeni mahalli ve millî renkler kazanmakla beraber, esas noktaları tamamen aynı idi. Bu muhteşem kutlamalar, bütün İslâm dünyasını birleştiren bir îman, kültür ve sosyal birlik hâdisesi oldu. Gökbörü Mevlidlerinin pek çok kaynakta ilk ve başlangıç sayılarak zikredilmesi önemlidir[16].
ERBİL TÖRENLERİ
Erbil, 1211 doğumlu tarihçi İbni Hallîkan (öl: I282)’ın anlattığına göre, Mevlid törenleri için çok önceden hazırlık yapılmağa başlanırdı. Bağdad, Musul, Cezire-i Sincar, Nusaybin ve İran gibi yakın ve uzak çevrelerden birçok fakih, sûfî, vaiz ve hâfızlarla her türlü marifet sahipleri, Muharrem ayından (l.ay) başlayarak Rebîülevvel ayının (3.ay) ilk günlerine kadar Erbil’e gelir ve Melik Muzafferüddin’in yanında toplanırlardı. Atabeg, bu misafirlerini, önceden bu maksad için kurdurup süslettiği çadır sitilinde ahşap evlere yerleştirirdi. Misafirlerin istirahati temin edildikten sonra, onların hoşça vakit geçirip oyalanabilmeleri için şiir ve musikî meclisleri, hokkabaz gösterileri, satranç partileri, günlerce süren sürek avları, çeşitli oyun ve eğlenceler düzenlenirdi. Devamlı ziyafetler, dînî sohbet ve vaazlar, zikir ve semâ törenleri tabiî idi. Son derece cömert, insan tabiatına uygun ve emsalsiz bir misafirperverlikle düzenlenmiş kutlamalardı[17].
Erbil kale kapısından kalenin dışındaki büyük tekkenin kapısına kadar uzanan 20 kadar ahşap ev veya konaktan biri atabeğin kendisine, diğerleri de devlet ileri gelenlerine aitti; yani atabeg ve erkânı da misafirlerinin arasında kalırlardı. Safer ayının (2.ay) ilk gününde yani resmî törenden 42 gün önce ahşap kubbeler süslenir, katlarına şarkıcılar, hayalciler yerleştirilirdi. Melik Muzafferüddin, ikindi namazını kıldıktan sonra ahşap misafirhanelerde neler yapıldığına bakar, misafirleri ile meşgul olur, sonra âdeti üzere tekkede kalarak zikir ve semâa katılır ve sabah namazını müteakip ava çıkar, öğleden sonra da devlet işleri için kaleye dönerdi. Şehrin sokaklarında ve dışındaki misafir konaklarında haftalarca bir panayır canlılığı hüküm sürerdi. Mevlid arefesinde, akşam namazından sonra, başlarında bizzat Atabeğin bulunduğu bir fener alayı, şehrin kalesinden kale dışındaki büyük tekkeye doğru gider, ertesi sabah da halk tekkenin önünde toplanırdı. Bu esnada tekkenin önüne hükümdar için yüksek bir ahşap kule, vaizler için de bir kürsü kurulmuş olurdu. Hükümdar bu kuleden hem vaazı dinler, hem kürsünün etrafında toplanan kalabalığı ve meydanda saflar hâlinde dizilmiş duran cemaati görürdü. Vaaz bitince, ileri gelen misafirleri kule sarayına davet eder, onlara hil’atler yani kaftanlar giydirirdi. Bundan sonra da halka meydanda, ileri gelenlere de tekkenin içinde ziyafet verirdi. O geceyi de daha önceki gecelerde olduğu gibi dervişlerle birlikte zikir ve sema ile geçirirdi. Ayrılırken de misafirlerini çeşitli hediye ve câizelerle ağırlar, ikrama boğardı. Mevlid günü ihtilaflı olduğu için Gökbörü, resmî töreni bir yıl 8, bir yıl 12 Rebîülevvel’de yaptırırdı.[18]
Fatımî törenleri ile karşılaştırıldığında, bu törenlerde bilhassa şu özellik göze çarpmaktadır: Bunlara daha büyük nisbette mutasavvıflar ve halk tabakası iştirak ettiriliyordu. Mevlid alay ve cemiyetlerinin halk arasında kazandığı büyük rağbetin sebebi, bu tören ve toplantıların tasavvufla olan sıkı râbıtasıdır. Hâdisenin bu yönü çok mühimdir. Törenler bir yandan bir panayır ve kültür şenliği görüntüsünde iken, öte yandan da bilgin ve mutasavvıfların katkılarıyla bir kandil gecesi kutlaması rûhâniyetine bürünmüş gözükmektedir. Tasavvuf, bir yandan en seçkin zekâ ve gönüllerin, en ince ve ulvî inanış ve ibâdet zevklerinin ifâdesi olurken, bir yandan da halk kitlelerinin dînî hislerini ifade ediyor, dînin kitleye mâl edilmesi, dînî inanç ve hislerin kitlelerin kalbinde kök salması hareketi olarak gelişiyor ve gerçekleşiyordu. Bu devirde tasavvuf akımları çok kuvvetli idi. 1166’da vefat eden Hazret-i Türkistan Hoca Ahmet Yesevi’nin yetiştirdiği alp erenler, gazi dervişler, Türk ordularının yanı ve önü sıra bir mâneviyât ordusu hâlinde dünyanın her bucağına yayılmışlardı. Ülkelerle birlikte gönüller fethediliyor, taş ve toprakla birlikte ruhlar işleniyor, tevhid inancı ve vahdet fikri etrafında yurtta ve ruhlarda birlik ve barış sağlanıyordu. Bu tezgâhta ruhlar bir Türkistan halısı kadar sıkı ve renkli nakışlarla dokunuyordu. Bu moral değerlere ve rûhî mukâvemete, müslümanların ve “adanmış millet” olarak İslâm’ın bütün sorumluluğunu yüklenmiş olan Müslüman Türkler’in ihtiyacı, zaruret derecesinde aşikârdı. Dînin asıl kaynaklarından feyz alması, dil engeli başta olmak üzere, birçok sebeple mümkün olmayan kitleler, tasavvuf memesinden süt emmiştir. Diğer taraftan 1096 ile 1270 arasında 174 yıl boyunca Hıristiyan Avrupa’nın müslümanlara karşı düzenlediği 8 Haçlı seferi, doğudan Türk devletlerini ve İslâm dünyasını çiğneyerek kurulup gelişen Moğol İmparatorluğunun her ân yaklaşan ve gittikçe ağırlaşan tazyiki, esas itibariyle Müslüman Türklerin omuzuna çöken ağırlıklar ve Müslüman Türkler’in göğüsledikleri dalgalardı. Sûfiler, mutasavvıflar, bu şartlar altında, bir millî-mânevi birliğin harcını karmağa, hamurunu yoğurmaya çalışıyorlardı. Erbil’de Gökbörü’nün hiç kapanmayan ve Mevlid Kandillerinde azamî derecede genişleyen cömert ve keremli sofrasında, insanlara çeşitli güzel yemekler, tatlılar, hediye ve caizelerle birlikte sadra şifâ ruh gıdaları da ikram ediliyor, damak zevklerinin yanında, yüksek ruhî zevkler de tadılıyor ve yaşanıyordu[19].
MEVLİD METİNLERİ
Hz Peygamberin hayâtı, ahlâkı ve gazaları hakkında başta Hişâm (öl: 834) olmak üzere birçok Arap müelliflerinin “siret”yahut “siyer” adı verilen eseri bulunmakla beraber, mevlidler biraz değişik mahiyette kitaplardı. Mevlid tarzındaki eserlerde Nûr-ı Muhammedi‘nin yaratılışı, öbür peygamberlerden geçerek Hz. Muhammed’e gelişi Hz. Peygamber’in doğumu, doğumundan önceki ve sonraki olağanüstü haller anlatılmaktadır. Hz. Peygamber’i öğen ilk şiirler, Hz. Peygamber’in sağlığında Ka’b bin Züheyr’in Banat Suâd, Busurî‘nin Bürde ve Hamziye‘sidir. Arapça’da bunlara sayısız nazireler yazılmıştır. Mevlid niteliğinde ilk eser olarak İbnü Dihye Ebi’l-Hattab Ömeri’l-Hâfızın (öl: 1235) Erbil’de Gökbörü’ye sunduğu Kitâbü’t-Tenvîr fî Mevlidi’s-Sirâci’l-Münîr adlı eseri kabul edilir. Bu kitap Erbil törenlerinde okunmak için yazılmış ve bu törenlerde okunmuştur. Günümüze bu eserin ancak bir iki parçası ulaşabilmiştir. Ancak Mağrip yani Kuzey Batı Afrika’da Ebü’l-Abbâs Muhammed bin Ahmed el-Azafî‘nin ed-Dürrü’l-Munazzam fî Mevlidi’n-Nebiyyi’l-Muazzam adlı eserinin Kitabü’t-Tenvîr’den önce yazıldığı anlaşılmaktadır. Tabiatiyle bu, ibnü Dihye’nin eserinin değerini ve târihî örneklik rolünü gölgelemez, sâdece Mevlid törenlerinin İslâm âleminde XIII. Yüzyıl başlarında ne kadar yaygınlaştığını gösterir. Bu iki eseri, Osmanlı Türkleri’nce çok sevilen meşhur mutasavvıfMuhyiddin-i Arabi (öl: 1240)’nin el-Mevlidi’l-Cismânî ve’r-Ruhanî, Ebü’l-Hasan el-Bekrî (öl: 1295)’nin el-Envâr ve Miflahü’l-Esrâr, ve er-Ravzatü’n-Nazîre, buna Muhammed bin Eyyûb et-Tazefi‘nin şerhi olan ed-Dürretü’l-Fâhire, Muhammed bin Ali ez-Zâmlekânî‘nin (öl: 1327) Mevlidü’n-Nebî, İbnü Cemâa Abdülaziz‘in Muhtasaru Siyreti’n-Nebî, İbnü’l-Cezerî Şemseddin‘in el-Mevlidü-l-Kebîr ve Zâtü’ş-Şifa fî Siyretin-Nebî adlı eserleri tâkib etmiştir.[20]
Adında “mevlid” bulunan Hz. Peygamber’le ilgili bir iki eser tercüme edilmiş olmakla beraber Farsça mevlid yazılmamıştır. Tercüme edilen bir veya iki kitap da mevlid niteliğinde değildir. Buna mukabil İran edebiyatında pek çok Kerbelâ faciasını işleyen Maktel-i Hüseyinler yazılmıştır.
SÜLEYMAN ÇELEBİ VE ESERİ
Edebiyatımızda Süleyman Çelebi dışında mevlid türünde eser veren şairlerin listesinin yer aldığı çalışmalar çoktur. Ancak herhâlde ilk ve hemen hepsinin hareket noktası Kâtip Çelebi’nin Keşfu’z-zunûn isimli eseridir[21]: 1. Ahmedî (ö. 1412): Edebiyatımızda ilk mevlid müellifidir. Yazılış tarihi: 1407’dir. Şairin İskendernâme’sinin bir nüshasında bulunur. 2. Süleyman Çelebi (ö. 1422): Vesîletü’n-necât. Yazılış tarihi: 1409’dur. 3. Ârif: Mevlid. Yazılış tarihi: 1437/38. 4. Kerimî İrşâd, Yazılış tarihi: 1458, 5. Gülşenî-i Saruhani (Fatih devri): Mevlid-i Nebi[22]. Osmanlı’da XV. Yy’dan[23] itibaren o kadar çok Mevlid yazılmıştır ki bu da Türklerin Hz. Peygamber sevgisi ile izah edilebilir.
Türk edebiyatında değişik şairler tarafından kaleme alınmış pek çok mevlid mevcuttur. Bunların en meşhuru da Süleyman Çelebi (1351-1422) tarafından XV. yüzyılın hemen başında (1409) yazılan “Vesiletü’n-Necat”tır. Mevlid türü, Tanzimat’tan sonra da varlığını sürdürmüştür. Sıdki Mevlidi (226 beyit), Re’fet Mevlidi (239 beyit), Ruşdi-Mes’ûd Mevlidi(254 beyit), Zeynî Mevlidi (180 beyit), Muhyiddin Mekki Mevlidi (246 beyit), Ziyâî Mevlidi (272 beyit), Salih Nihanî Mevlidi (320 beyit), Fatma Kâmile Hanım-Hâdiyyu’l-Cinân, (223 beyit), v.d. Süleyman Çelebi’nin Vesiletü’n-Necât isimli mevlidinde gelenekleşmiş bir yapıyla karşılaşırız. Genellikle tevhid, münacat, na’t, sebeb-i telif bölümleriyle başlayan mevlidler, dua bölümüyle sona erer. Asıl mevlidi oluşturan aradaki bölümler; Hz. Muhammed’in nurunun yaratılması, bu nurun Hz. Âdem’den Hz. Peygamber’e intikal sureci, doğumu ve mucizelerinin anlatımı ile Hz. Peygamberin övgüsünü içeren merhaba bölümleridir. Dikkat edilirse bu bölümlerde öncelik Hz. Peygamberin hayatının anlatılmasıdır. Ancak o hayatın bütünlüğü yerine belli dönemleriyle sınırlı kalınır. En çok öne çıkan dönem veya olay da, Hz. Peygamberin doğumudur. Bununla birlikte nurunun yaratılması ve bu nurun Hz. Âdem’den kendilerine intikaline kadarki surecin anlatımı da mevlidlerde geniş yer tutar.[24]
Osmanlı’da ikinci Mevlid olan Süleyman Çelebi’nin 1409’da kaleme aldığı Vesîletü’n-Necât adlı eserini yazdığı tarihte 60-65 yaşlarında olduğu tahmin ediliyor. Kendisi Yıldırım Bâyezid Hân’ın divan imamı ve Ulu Cami imamıdır. 1422’de öldüğü en kuvvetli tahmindir. Mezarı Bursa’dadır. Mevlid adıyla bilinen ve yüzyıllardır aralıksız Türk gönüllere hükmeden bu ölümsüz eserden önce veya sonra, herhangi bir eser yazıp yazmadığı hakkında hiçbir şey bilmiyoruz. Eserini Türk milletinin çok yüksek ve çok samimi Peygamber sevgisini dile getirmek ve Peygamberimizin bütün peygamberlerden üstün olduğunu göstermek üzere yazmıştır. Süleyman Çelebi, eserini bir sınır boyu devleti olarak kurulmuş olan Osmanlı Beyliği’nin başkentinde ve İslâmı cihâda adanmış akıncı ruhlu Türkler arasında, onlar için yazmıştır. Timur yenilgisinden sonra devlet fetret halindedir ve toplum karışıklıklar içindedir. Karahanlılar’dan itibaren bütün Müslüman Türk devletlerinin olduğu gibi, Osmanlı nizâmının da temeli sünni akideye dayanmaktadır. Allah’ına Peygamber’ine devletine bağlı, hassas bir îman adamı olan Süleyman Çelebi, bir fâniye kolay kolay nasib olmayacak, ancak Allah’ın yardımı ile mümkün olabilecek bir kudretle, dînini, milletini ve devletini müdafaa etmiştir. Asırlardan beri vatanımızda mevlid cemiyet, alay ve törenlerinin merkezi ve mihrakı bu eserdir. Eser Osmanlı dışında da bütün Türk illerine yayılmış ve asırlardan beri Türk Milleti Allah’ına, Peygamber’ine bağlılığını, sevgisini, saygısını Süleyman Çelebi’nin mısraları ile ifade etmekte; kederine teselliyi, sevincine ortaklığı bu eserde aramakta, doğumdan ölüme kadar her vesilede hayatını bu kitapla manalandırmaktadır. Günümüzde bu şöhret ve itibar daha da artmış bulunuyor. Herhangi bir kitap gibi kıraat edilerek değil, besteli olarak makamla okunur. Dört bahirdir, bu bahirler sırasıyla dügâh, hüseynî, rast ve ırak makamlarıyla okunur. Gelenek bu olmakla beraber, bazı taksimler gibi kısmen belli ezgilerle, kısmen de irticâlî olarak kendisine mahsus bir tavırla da okuna gelmiştir. Mevlid okuyanlara mevlidhân denir. Geçmiş asırların çok meşhur mevlidhanları vardı. Günümüzde de çok kaabiliyetli mevlidhanlar yetişmiş ve yetişmektedir.[25]
Gerek târihî örneklerinde, gerekse günümüzde mevlid alayları ve mevlid cemiyetleri, vatanımızda 1409’dan beri Süleyman Çelebi’nin Vesîletü’n-Necât’ı etrafında tertiplenmektedir. Bugün yurdumuzda mücerret “mevlid” denildiği zaman, ilk akla gelen Süleyman Çelebi’nin eseri ve bu eser etrafındaki toplantılardır. Bu toplantılarda Mevlid’le birlikte Kur’an-ı Kerîm, na’t, tevşih, kaside ve ilâhîler okunur, selâtü selâm getirilir. Gül suyu serpilir. Yemekli ise yemek, yemekli değilse bile mutlaka tatlı ve şeker ikram edilir. Kandil gecelerinde minarelere mahyalar asılır. Bu minare ışıklandırma ve mahya asma âdeti, II. Selîm veya III. Murad devrinden beri süregelmektedir. Türkçe’de Süleyman Çelebi’den sonra da mevlidler yazılmıştır. Lâtîfî Tezkiresi’nde bunların XVI. Yüzyılda 100 kadar olduğu kayd edilmiştir. Daha sonra da mevlid yazılmağa devam edilmiş, fakat bunlardan hiçbiri Süleyman Çelebi’nin mevlidi ayarında şöhret kazanamamış ve tutulmamıştır. Esasen hepsi onun tesirinde kalmış ve ona bir nevi nazire niteliğinde yazılmıştır. Bu sonradan yazılanlardan bazı parçaların Çelebi’nin eserine eklendiği veya katıldığı da vakîdir. Büyük şâirler, muhtemelen Süleyman Çelebi’ye ve eserine duydukları saygıdan ötürü, mevlid yazmağa girişmemişlerdir. Bugün 59 mevlid yazarının ismi ve eseri bilinmektedir. Gerek Lâtîfî Tezkiresi’nde belirtilen, gerekse günümüze ulaşabilen eser ve yazar isimleri, Türk milletinin Peygamber sevgisinin topluca ve teker teker birer göstergesi sayılır. Bunlara siyer, Ahmediye, Muhammediye cinsinden eserlerle, din ve tekke şiirleri ve her klasik dîvanda bulunması mutâd olan münâcât, tevhid ve na’tleri de ilâve edersek. Türk dînî edebiyatının gerçekten fevkalâde olan zenginliği görülür.[26]
OSMANLI MEVLİD TÖRENLERİ
Osmanlılar’da daha önce saray, konak, tekkelerde hususi mahiyette yapılan mevlid merasimleri. III. Murad devrinde (1574-1595), 1590’da resmen imparatorluk teşrifatında yer aldı ve halk nazarında gittikçe artan bir rağbetle bir bayram mâhiyeti kazandı, önceleri Ayasofya’da. 1616’dan itibaren Sultan Ahmet Camii nde yapılan mevlid merasimlerine (mevlid alaylarına) pâdişâh, sadrâzam, şeyhülislâm, vezirler, kazaskerler, bilginler, şeyhler, ağalar, müderrisler dâhil, bütün devlet erkânı ve halk katılırdı[27].
İstanbul’da halka açık büyük mevlid alayları, II. Bâyezid devrinden itibaren Kara Mustafa Paşa Dergâhında yapılırdı. Merasimlerin resmîleşmesinden sonra da bu dergâhtaki kutlamalar devam etmiştir. Pâdişâhın, hünkâr mahfilinde yerini almasından sonra, önce müezzin mahfilinde Kur’ân-ı Kerim tilâvet olunur, bunu takiben ta’rif okunurdu (Hz. Muhammed’in yüksek vasıflarına dâir izahlar. Okuyana ta’rifhân denilirdi). Bundan sonra sırasıyla Ayasofya, Sultan Ahmed şeyhleri ile nöbetli olan şeyh efendiler vaaz verirlerdi. Şeyhler kürsüye çıktıkça hazır bulunanlara şerbet ve buhur (tütsü) dağıtılırdı. Vaaz bitiminde bu şeyhlere dârüssaade ağası tarafından ferace ve samur kürkler ihsan olunurdu. Vaazlardan sonra ilk mevlidhân kürsüye çıkar, bir kısım okuduktan sonra inerdi. Ona dârüssaade ağası tarafından hil’at giydirilirdi. İkinci mevlidhân biraz okuduktan sonra müjdecibaşı, Emîrü’l-Hacc olan beylerbeyi veya vezirin, hacc kafilesinin Şam’a ulaştığını bildiren mektubunu sadrâzama teslim eder, o da reisül-küttâba verirdi. Mektup pâdişâhın huzurunda okunduktan sonra, dârüssaade ağasına samur kürk, reîsülküttâb ve müjdecibaşıya hil’atler ihsan olunurdu. Pâdişâh peşkirağası vasıtasıyla sadrâzama Medine’den gelen hurmadan hediye ederdi. O da bunları çevresine dağıttırırdı. Hurma getiren peşkirağasına para ihsanında bulunulurdu. Üçüncü mevlidhân kürsüye çıkınca Sultanahmed mütevellisi sadrazamın, Ayasofya mütevellisi şeyhülislamın, diğer vakıfların mütevellileri orada bulunan vezir, ulemâ ve ileri gelenlerin (hâcegân) önüne şeker tablaları koyarlar, sonra bu tablalar kaldırılırdı. Mevlidhân kürsüden indikten sonra pâdişâh saraya dönerdi ve bundan sonra halk dağılarak merasim biterdi.[28]
Umumiyetle Sultanahmed’de yapılan mevlid törenleri, daha sonraları Bâyezid, Nusretiye, Beylerbeyi ve benzeri camilerde de yapıldı. II. Mahmud ve Tanzimat’tan sonra, eski teşrifat kaidelerine riâyet edilmekle beraber, devrin anlayışı içinde mevlid alaylarına yeni unsurlar da ilâve edildi: Geliş ve gidişinde pâdişâh için askerî merasim ve bununla beraber bazan resm-i geçit yaptırmak, gece minârelerin, sarayların ve resmî binaların donatılıp aydınlatılması, beş vakit harb gemilerinden ve tophaneden top atılması gibi. II. Mahmud zamanında Mekke’de de ayrıca resmî bir mevlid töreni tertiplenmeğe başlandı. Halen Muhtelif münâsebet ve vesilelerle (doğum, ölüm, sünnet, evlenme, kandil, adak, terhis, haccı kutlama, ev alma, bir işe başlama v.s. gibi sevinç, şükran veya üzüntü ve teselli konusu olan durumlarda) mevlid okunmaktadır, ölüm vesilesiyle okutulan mevlidler, yıldönümlerine veya yıl dönümlerine yakın anma günlerine rastlatılır. Vefattan hemen sonra ise, ya ölünün toprağa verildiği gece veya 40. veyahut 52. gece okutulur. Doğumda, doğumun haftası tercih edilir. Mevlid, Türkler ve bütün müslümanlar arasında çok köklü bir gelenek halindedir ve mevlid merasimleri mukaddesattan sayılmaktadır[29]. Mevlid toplantılarında (cemiyetlerinde) önce Kur’an-ı Kerim tilâvet edilir. Sonra mevlidhânlar Süleyman Çelebi’nin Mevlid’inden sırayla mûsikî makamlarına uygun olarak bahirler (bölümler) okurlar. Her bahirden sonra Kur’an tilâveti tekrarlanır. Bâzı bahirler arasında ilâhi ve kasidelere de yer verilir. Acısı ağır olacağı için Mevlid’in Vefat (Rıhlet) Bahri (Peygamberimizin ölümünü anlatan kısmı) okunmaz. Velâdet (Doğum) Bahri’nde Peygamber i Ekber’in doğduğunu bildiren beyit
“Doğdu ol saatte ol sultânı-ı din
Nura gark oldu semâvât u zemin”
okunurken ayağa kalkılır ve ara duası yapılır. Kadınlar bu bölümde:
“Geldi bir akkuş kanadıyla revân
Arkamı sığadı kuvvetle hemân”
beyti okununca doğumlarının kolay geçmesini temenni için uğurlu bir vesile olarak birbirinin belini sığazlarlar. Toplantıda şerbet veya şeker dağıtılması ve gül suyu serpilmesi âdettir. Anadolu’nun bâzı yerlerinde helva, kuru üzüm ve çörek cinsinden şeyler de dağıtılmaktadır. Sonunda yemek yenen yemekli mevlidler de vardır. Mevlid cemiyetleri uzun bir dua ile ve Fatiha okunarak sona erer.[30]
Mevlid kutlamaları ve mevlid merâsimleri, Erbil Atabeği Muzafferüddin Gökbörü’den başlayarak Vesîle-tü’n-Necât’ın yazılış târihinden başlayarak devam eden bir Türk âdetidir. Bugün her seviyedeki mevlid törenleri, dînî ve millî kültürümüzün bir parçası ve sosyal hayatımızın vaz geçilmez tabiî bir müessesesi hâline gelmiştir. Bu haliyle dînî telkinin de en şümullü, en kapsayıcı ve itiraf etmek lâzımdır ki en yüksek seviyesini temsil etmektedir. Hiç şüphe yok ki, Mevlid asırlardan beri Türk kültürünün Türk milliyetinin, Türk maneviyât ve mukaddesatının ana sütunlarından biridir ve böyle olmakta devam edecektir. Vesîletü’n-Necât’ın bu sütun içindeki merkez ve mihrak rolünü bir kere daha belirtmek isterim. Mevlid tek başına bir kültür unsuru değil, birçok kültür unsurlarını bünyesinde toplayan bir kültür yumağı, bir kültür karmaşığıdır. İçtimaî dokuya derinlemesine ve genişlemesine nüfuz etmiş, kök salmıştır. Halkımızın, hangi vesilelerle mevlid okuttuğu, mevlid cemiyetlerinde toplandığı, bir kere daha göz önüne getirilirse, denilebilir ki Türk’ün yaşadığı göklerin altında mevlid okunmayan gün yoktur ve okunan mevlidler zamanın dilimlerine taksim edilirse, mevlid isabet etmeyen bir saat bile kalmadığı görülür. Hâdisenin ehemmiyetini şu basit muhakeme bütün açıklığı ile ortaya koymağa yeter zannediyorum[31]:
Bunun içinde neler var? En başta insanoğlunun en yüce değerleri olan din ve îman var. Beşeriyetin en yüce, en ulvî inanç, duygu ve ürperti kaynağı olan Allah ve Peygamber sevgisi var. Allah kelâmı olan Kur’an var. Şiir hâlinde Türkçe ve en güzel, en duygulu, en içli insan sesi olan Türk mûsikîsi var. En ulvî duygular, en üstün bağlılıklar, en hasbî ve yüce sevgiler, Türkçe şiirle Türk mûsikîsinin nârin kanatlarını takınmış olarak insanların baş ve gönül kulağına söyleniyor, üfleniyor… Hem zihne, hem kalbe hitab var. Işık var, karanlıklar içinde parlayan aydınlık var. Va’z ü nasihat var. En tatminkâr ruh gıdası olan dua ve niyaz var. İkram var ağız tadı ve damak lezzeti var. Ölülerinin ruhlarını da aralarına almış, hâtıralarına bürünmüş halde toplu oturan, toplu duran insanlar, aynı hassasiyet ve rikkatlerle toplu çarpan yürekler var. İman, duygu, fikir, zevk ortaklığı var. Ruh huzuru ve sükûnu var. Derûnilik, dünya tantanasından bir ân için kopup kendi içine dönüş, kendi ruhunu temâşâ, nefs muhasebesi, psikolojik içe bakış var. Rikkatle akan inci tâneleri kadar saf ve kıymetli gözyaşları, yağmur sonrası güneşi kadar aydınlık göz bebekleri, en karanlık çehrelerde beliren cennet tebessümleri ve mahyaların aydınlığı var… Cemâat ruh ve şuuru var. Kardeş ve kaderdaş olma idrâki var. Varlığını bir cemâatin varlığı ile bir ve özdeş kılmaktan ve görmekten doğan kalb kuvveti var.[32]
Her mevlidde Kur’an-ı Kerim, sanki orada bulunan cemaat için yeniden bir kere daha nâzil oluyormuş gibi gönülleri aydınlatır, ruhları serinletir. Her mevlidde Peygamber-i Ekber yeniden bir kere daha doğuyormuş gibi “bütün zerrât-ı cihan” ile birlikte “merhaba’larla ayakta selâmlanır. Âlemlere rahmet yeniden iner. Daha doğrusu varlık ve kâinat, adetâ yeniden, var oluşunun sebebini anlar, var oluş hikmeti zâhir olur varlık neş’esi doğar. Mevlidde inanan gönüllerin gözleri önünde gökler açılır, Mi’râc sırrı ayân olur. İnsan olmanın erişilmez şerefi, “Kaabe kavseyn” mertebesinde tecellî eder… Mevlid dinî ve millî bir terbiye müessesesidir. Sessiz sedâsız kendi hâlinde işleyip duran bir millî birlik mektebidir. Mevlid, her noktası Allah’ın Kitâbı’na ve Peygamber’in sünnetine uygun, zarif Türk dindarlığının estetik bir halidir. Neticeten Mevlid, ölümsüz ve doyumsuz “Güzel Türkçe” demektir. Türk ruhunun en hassas ince teli olarak inleyen Türk mûsikisi demektir. Bin yıldır İslâm’a adanmış bir millet fertlerinin müşterek vicdânı ve bu vicdan etrafında birbirine kenetlenmesi, her toplanışta birbirine daha çok benzemesi demektir. Mevlid. Allah’a sunduğumuz elimizdir efendim! Mevlid “şefi’ül-müznibîn”, “rahmete’n li’l-âlemin”, “Ahmed ü Mahmûd-ü Muhammed” Efendimiz’in şefaatine arz-ı hâlimizdir efendim! Allah’ın dîdârına “Adı güzel, kendi güzel Muhammed”in “gül yüzü”ne hasretimizdir efendim! Türk milleti, mevlid yazan, mevlid okuyan, mevlid dinleyen, mevlid alayları ile dış ve iç dünyâsını aydınlatan, mevlid sofralarında nimetlenen ve bu sofralarda Allah’ın nimetlerine şükrünü edâ eden millettir ve bu sebeple uzak ve yakın atalarımızın inandığı kat’iyetle inanıyorum ki kıyâmete kadar pâyidar olacak millettir efendim![33]
“Mefhar – i Mevcudât, Hazret-i Fahr-i Alem / Muhammed Mustafâ yâ Salevât
Allâh adın zikredelim evvela /Vacib oldu cümle işte her kula
Allâh adın her kim ol evvel anâ / Her işi âsan eder Allâh anâ
Allâh adı olsa her işin önü / Hergiz ebter olmaya anın sonu
Bir kez Allâh dese şevkile lisan / Dökülür cümle günah misli hazan
İsm-i pâkin pâk olur zikreyleyen / Her murada erişir Allâh diyen
Aşk ile gel imdi Allâh diyelim / Dert ile göz yaş ile ah edelim……”
ATATÜRK VE MEVLİD
Mustafa Kemal 19 Mayıs 1919 tarihinde Samsun’a çıktında oradaki temaslarında hem can güvenliğinin olmadığını gördü hem de planladığı mücadelenin gerçekleştirilebilmesi için Anadolu içlerine gitmesi gerektiğini biliyordu. Bu nedenle ilk durak olarak Havza’ya gitti. Bir Bektaşi babası olan Ali Baha’nın Mesudiye Otelinde kaldı. Bölgedeki bu nüfuzlu Bektaşi babasının desteği öteki eşrafın da hemen desteğini sağladığı gibi hakların savunulmasını da meşrulaştırdı. Buna ek olarak, bölgede saygı duyulan en etkili din adamı kimse onun davet edilip, ilk Cuma namazında İzmir’in işgalinin protesto edilmesini ve mevlit okunmasını istedi. Belediye Başkanı bölgenin en saygın ve etkili konuşmacısı olarak bilinen Sıtkı Hoca’ya haber gönderdi ancak, ulak zamanında yerine varamadığından, Mustafa Kemal’in isteği yerine gelmedi. O ilk Cuma sönük geçti, ikinci Cuma’ya Sıtkı Hoca yetişti, tam Mustafa Kemal’in istediği gibi etkili bir vaaz verdi ve okunan mevlidin ardından da İzmir’in işgalini lanetleyen bir konuşma yaptı. Her şey Mustafa Kemal’in istediği mükemmellikte yürüyordu. Ancak bir sorun vardı. Ülkede şeker bulunamadığından, camiye toplanmış binlerce insana çekirdeksiz İzmir üzümü doldurulmuş külahlarda mevlit şekeri dağıtıldı[34]. Atatürk’ün Türk Kültürünün önemli bir unsuru olan “mevlid geleneğini” uygulaması hayatının her döneminde görülmüştür.
Atatürk’ün, İslâm dîni ve Hz. Peygamber’den (s.a.v) sitayişle ve hürmetle bahsettiği pek çok konuşması vardır. Hz. Peygamber’den bahsederken “Cenâb-ı Peygamber Efendimiz (s.a.v)”, “Fahr-i kâinat Efendimiz(s.a.v)” ve onun dönemi söz konusu olduğu zaman da “Peygamberimiz(s.a.v) zaman-ı saadetlerinde” diyerek söze başlardı. Saltanatın kaldırılması nedeniyle devamlı olarak suçlanan Atatürk; 30 Ekim 1922 tarihli meclis müzakerelerinde yaptığı bir konuşmada, Hz. Peygamber’den(s.a.v) sonra gelen râşid halifelerin devlet başkanlığına seçilme usullerine temas etmiş ve konuşmanın bir bölümünde o gecenin Mevlit Kandiline isabet ettiğini belirtmiş ve Hz. Peygamber(s.a.v) hakkında şu cümleleri serdetmiştir: “… Bugün o gündür, filhakika arabi tarihlerinde bu akşam doğum gününün tamam yıldönümüne rastlıyor. İnşallah bu hayırlı tesadüftür (inşallah sadaları). Hz. Muhammed(s.a.v) çocukluk ve gençlik günlerini geçirdi. Fakat henüz peygamber olmadı. Yüzü nûrânî, sözürûhânî, rüşd-i rü’yette bedelsiz, sözüne sadık, hilm-ü mürüvetçe başkalarına üstün olan Muhammed Mustafa(s.a.v), evvela bu hususî ve mümtaz vasıflarıyla kabilesi içinde “Muhammed’ül- Emin” oldu. Ondan sonra ancak kırk yaşında nübüvvet, kırk üç yaşında risalet geldi. Fahr-i âlem Efendimiz nâmütenâhî tehlikeler içinde, sonsuz mihnetler karşısında yirmi sene çalıştı ve İslâm dinini kurmaya ait peygamberlik vazifesini ifâya muvaffak olduktan sonra vâsıl-ı a’lâ-yı alliyyîn oldu.(vefat etti)”[35]
Atatürk’ün geleneksel din anlayışında benimsediği olumlu bulduğu ve oldukça etkilendiği yönler vardı. Bunların başında müslümanlar için kutsal olan aylar ve günler gelmekteydi. Bu bağlamda Atatürk’ün İslam’ın kutsal ayı Ramazan’a büyük önem verdiği açıkça görülmektedir. Atatürk dini öneme sahip günlerde bilhassa Ramazan ayı boyunca toplumda yükselen manevi atmosferden oldukça fazla etkilenmekteydi[36]. Atatürk’ün Ramazan ayında kız kardeşi Makbule’ye: “ Ramazan geliyor annemize hatim okutmayı ihmal etme diye hatırlatmada bulunup hatim okunacak hafıza hediye edilmek üzere bir zarf içinde para verdiği bilinmektedir. Atatürk Ramazan ayı boyunca bazı alışkanlıklardan uzak dururdu. İnce saz heyetini Çankaya’ya sokmaması, Kandil geceleri saz çaldırmaması gibi… Ayrıca Ramazanlarda Kur’an-ı Kerim okutması çeşitli camilerde şehitlerin ruhuna hatmi Şerifler okutması bu ayın anlamını idrak etmiş inanca saygılı bir Müslümanın davranışlarına örnek olsa gerekir[37].
Atatürk Ramazan ayı dışında İslam kültüründe özel kabul edilen günlerde ve gecelerde örneğin Kandil gecelerinde İslam irfanında önemli bir yer tutan Şehitlik inancı gibi konularda zannedildiğinden çok daha hassastır. Her yıl Çanakkale şehitleri için mevlid okuttuğu bilinmektedir Atatürk 1932 yılında Şehit Mehmet Çavuş abidesi önünde okunacak Mevlid için Hafız Yaşar okuru görevlendirmiştir. “Hafız Yaşar Okur anılarında” 1932 yılında Çanakkale Şehit Mehmet Çavuş abidesinde okunan büyük Mevlit konusunda şunları anlatmaktadır: O sene Atatürk’ün emriyle Şehit Mehmet Çavuş abidesi önünde okunması muvafık görüldüğünden beni huzurlarına çağırdı bu seneki merasime riyaset etmemi söyledi ve İstanbul müftüsü Hafız Fehmi Efendi’ye de Dolmabahçe Sarayı’ndan telefonla bildirilmişti. Hareketimizden bir gün evvel bu emri alıp programı tanzim ederek akşam saat 6.30’da Galata rıhtımına yanaşmış olan Gül Cemal vapuruna gittim. Vapurun salonunda İstanbul’un Mümtaz hafızlarından Saadettin Kaynak, Süleymaniye baş müezzini Hafız Kemal, Beşiktaşlı Rıza, Sultan Selimli Rıza, Beylerbeyli Fahri, Aşir, Muallim Nuri, Hafız Burhan, Hasan Akkuş, vaiz Aksaraylı Cemal beylerle karşılaştım[38].
Akşam saat yediye doğru Galata rıhtımından ayrılan Gül Cemal vapuru hınca hınç dolu. Kamaralar evvelden tutulmuş. O kadar kalabalık ki Mevlidhanların bazıları güvertede sabah ettiler. Gece yarısı namazından sonra vapurun salonunda iki Hatmi Şerif ve bir mevlit okundu. Altı hafızdan mürekkep bir heyet tarafından vapurun Kaptan güvertesinde okunan Saliha ve tek bir sedaları semaya yükseliyordu. Sabah saat 9.00’da motorlerle Gelibolu’ya çıkıldı. On hafızdan mürekkep bir heyet kürsü etrafında toplandı. Hep bir ağızdan Tekbir alındı, arkasından tevşih okundu. Sıra ile hafızlar kürsüye çıkıp mevlidi kıraat ediyorlardı. Tam veladeti Peygamberi okunacağı zaman İstanbul’dan beri merasime riyaset eden müftü Fehmi Efendi’nin tensibiyle: Yaşar bey Buyurun Veladet bahrini Siz okuyacaksınız dediler. Kürsüye çıktım başladım okumaya. Hafız Yaşar Okur Çanakkale Şehitlerine Mevlit okurken ansızın yağmur yağmaya başlamış fakat Hafız Yaşar yağmura rağmen Mevlide devam etmişti.
Sonraki gelişmeleri Hafız Yaşar şöyle anlatmaktadır: ertesi akşam Dolmabahçe Sarayı’na gittim Ata’mın huzurlarına kabul edildim. Çanakkale merasiminin tafsilatını verirken bu fırtına bahsine gelince Atatürk o yağmur ve rüzgâra rağmen Mevlide devam edişime o kadar mütahassıs oldu ki hiç unutamam… elini tekrar tekrar masaya vurarak: Aferin hafızım Çok güzel yapmışsın vazife başında iken taş yağsa insan yerinden kıpırdamaz diye iltifatta bulundular[39].
Atatürk her fırsatta hurafelerden arınmış, gerçek İslam anlayışının Türk ulusunun gurur kaynaklarından ve sembollerinden biri olacağına dile getirmekteydi. Örneğin İran Şahının 16 Haziran 1934 tarihinde Atatürk’ü ziyareti sırasında Türk ulusunun İslam anlayışından örnekler sunmaya çalışması dikkat çekicidir. Hafız Yaşar Atatürk’ün İran Şahı ile yaptığı görüşmeyi şöyle anlatmaktadır: Atatürk Şahin şah Hazretleri ile salonun yüksek bir locasında oturuyorlardı. Bir Aralık Seryaver vasıtasıyla beni huzurlarına çağırdılar. Şah Hazretlerine benim hafızımdır diye takdim ettiler ve yanlarına oturttular. Kemali hürmet ve tazimle misafir hükümdarın ellerinden öptüm. Ata:
“Şah Hazretlerine Kerbela şahadetine ait bir mersiye okuyunuz dediler. Emirleri üzerine mersiyeyi İsfahan makamından okudum. Mersiye bitince Atatürk:
“Nasıl efendim diye sordular güzel okuyor mu benim hafızım” Şah hazretleri kendisine has az Azeri şivesi ile Teşekkür ederim diye mukabelede bulundular. Bir de Farisi ayini okumaklığımı emir buyurdular. Farsça hüzzam ayinini okudum. Ata’m misafire dönerek: “Bir de bizim Türkçe mevlidimiz vardır. Dinlemek arzu eder misiniz? Dediler”. Şahın gösterdiği arzu üzerine Miraç bahrini bilhassa İsfahan makamında okudum. Miraç bahri bitince Şahın Şah Hazretleri: “İlk defa Türkçe mevlit dinliyorum. Çok hoşuma gitti hafızınızı müsaade ederseniz İnşallah İran’a bekliyorum dediler. Atatürk de vaat ettiler. O gece Şah Hazretlerinin gösterdiği ilgi üzerine Mevlit şairi Süleyman Çelebi hakkında kendilerine malumat verdiler[40]”.
Bugünde Türkiye Cumhuriyeti ve Türk Dünyasında Mevlid Türk’ün tarihi ve ecdadı ile birlikte yaşamaktadır. Bazı aydınlar ve ilahiyatçılar mevlid’in bu önemini fark edememekte, onun dine aykırı olduğunu söylemektedir.” Bu örf ile ilgili ayet-i kerimeleri görmemek demektir. Kur’an-ı Kerim her bir toplumun örf ve âdetine geniş bir hareket kabiliyeti tanımıştır.
Türkler örfleri ve geçmiş ecdadı ile birlikte yaşar. Onlarla beraber geleceğe yürür. Mezar taşlarını buna göre şekillendirir. Lâkin Mevlid’i para için okuyanları bu işin ticaretini yapanları da kabul edemeyiz. Dinî duyguları paraya tahvil edenler İslâm ve Osmanlı toplumunda hatta günümüzde örümcek ağı gibi örmüşlerdir. Ahmed Yesevî nasıl dinî nefslerine alet edenlerle mücadele ettiyse bugünkü Türklerde onlarla mücadele etmelidir. Her devirde bu tip insanlar olacaktır. Kandillerimize iyi gözle bakılmaması ise İyi niyetli de olsa farkında olmasa toplumsal edebî ve estetik birikimimizi yok saymak olacaktır. İfrata yahut tefrite düşmeden sırat-ı müstakim’de (orta yol) olmak gerekiyor. Tabiki kandil gecelerimizin her birini birebir belki Kur’ân’da görülmemektedir. Bununla beraber sadece Kadir suresi bize ne anlatır bir bakalım”. Bursa el yazmaları kütüphanesinde bulunan, 1401 yılına ait, Anadolu Türkçesi bir Kur’ân tercümesinde“Kadir Suresi[41]: “Başladum adıyla Tanrı Ta’âlâ’nun ki rızk vericüdür ve rahmet edicüdür. Biz indürdük ya Muhammed bu Kuran’ı Kadir gecesinde ne bildürdi sana Kadir gecesi ne gecedür Kadir gecesi efdaldür bin aydan feriştehler iner yere Cebra’il dahı ol gecede. Tanrı’ları buyrugıyla her iş faşl olur ol gecede selametlığıla ol sabah oluncadur. (Biz O’nu Kadir gecesinde indirdik. Kadir gecesinin ne olduğunu sen nereden bileceksin? Kadir gecesi bin aydan daha hayırlıdır. Melekler ve Ruh o gece Rablerinin izniyle, her iş için inerler. O gece, tanyeri ağarıncaya kadar süren bir selâmettir”.
“Evet her insanın bir kadir gecesi vardır. O gece melekler nur halinde insanın melekelerini aydınlatmaya başlar. Bir yeryüzü olan bedeni ışır. Orada ruh ve beden ayrılığı kalmaz. Kur’ân; canlı Kur’ân haline döner. Yahut melekeleri ayet olmaya, konuşmaya işitmeye, görmeye başlar. Oku (ikra) söz değil, Yaradan Rabbinin adı ile soluk olmaya, insanı nefeslendirmeye onun ruhu olmaya ve canlandırmaya başlar. Anne rahminden inen bir bebek gibi yeryüzüne inişin başlar. İntra-uterin (rahim içi) dönemde önce kanla beslenirken biraz sonra posnatal (doğumun hemen ertesi) hava ile beslenmeye başlar. Nefsi ruha dönüşmüş, Kur’ân ve insan yeryüzüne inmiştir. Kimi insan da gökyüzü gibi anne rahmini iniş yeri sanır. Hâlbuki daha ötesi, ötenin gerisi, gerinin ilerisi; her ikisinin bir merkezi yahut bir nokta olduğu an vardır. Su anne rahmine kan, anne memesine süt olmadan nice mekânı ve zamanı dolaşır gelir. Nice zerrecikler yıldızlar misali evrenimiz oluşmadan serpilmiştir; kâh nokta, kâh dizi olarak.
Bir noktalık an; olan ve olmayan zamanı ve mekânı ihata eder. Irmaklar buhar olup gökyüzüne bulut olmak için indiğinde, sonra bulutlar yağmur olup analarına kavuşmak ister gibi ırmaklara ve deryalara döndüklerinde hangisi inmiş hangisi çıkmıştır? Sular hem çıkmıştır, hem inmiştir.
“Yine O’nun âyetlerindendir ki, size hem korku ve hem de umut vermek için şimşeği gösteriyor. Ve gökten bir su indiriyor da onunla yeryüzüne ölümünden sonra hayat veriyor. Şüphesiz ki bunda aklını kullanacak bir kavim için nice ibretler vardır.” (Rum Suresi/24. Ayet) “O Allah’tır ki, rüzgârları gönderir de onlar, bulutu savurur. Sonra Allah o bulutu gökte dilediği gibi yayıp döşer, onu parça parça eder. Nihayet sen onun arasından yağmurun çıktığını görürsün. Sonra onu kullarından dilediğine ulaştırdığında onlar, müjde almış gibi sevinirler. (Rum Suresi/48. Ayet) Kadir Gece’sini anlamayan Kur’ân’ın nereden nereye indiğini anlamaz. İnzal[42]ve tenzil[43] üzerine uzun uzun tefsirler yaparlarda işin püf noktasını göremezler. İşin püf noktası da cümlesi de insandır. Bir kez noktaya inzal olan, binlerce kez cümleye tenzil olur”
SÜLEYMAN ÇELEBİ HAZRETLERİNİN MEVLİD-İ ŞERİF’İNE NAZİREMİZDİR
(Doğuma kadar)
Lâ’dan geçtik dilde söyledik illa
Kendi özün içre Hakkı kul bula
Her kim bilsin Allah adı zikr eder
Yoktur ona dünya ahret hiç keder
İnsan gözü eylediyse Hak yönü
Asan durur nihayeti hem önü
Gönül Allah derse bir kez imanın
Kalmaz gayri cümle gider güman[1]ın
Her nefesde zikri daim eyleyen
Hakikatle buluşur Allah diyen
Ahlak-ı Ahmet’i rehber bilmeli
Sabr-u şükr ile Allah demeli
Rahmandır rahimdir kıblegahımız
Lütf-u keremiyle kalmaz ahımız
“Tek”sin varlığına asla şüphe yok
Arşları ağlatan ne yazık pek çok[2]
Birliğin varlığın bize çok hayret
Yokluk hiç yoğ iken O vardı elbet
Nur idi sıfatı uçmazdı melek
Burçlarda yıldız yok dönmezdi felek
Elesti Rabbikuma beli eyledi
Kulları bu söze veli eyledi
Kudret denizinde doğar bin Halil[3]
Birliğine olur ayniyle delil
Ol sözdü öz gördü göz oldu cihan
Olma dese idi felek köz olur o an
Muhammed nurudur varlığa sebep
Şefaat Ya Resul[4] diye talep et
Resulullahın nuru
Hak Teâla halk eder bin âdemi
Âdem[5]le süsler binlerce âlemi
Nur-u Mahmud Safiyullaha kondu
Zübde-i âlem[6] bu nurla ilk ve sondu
O nur ile alnında eyledi karar
Asırlar geçse de layık kul arar
Emanet nur refikten refika geçti
Hasib[7]ten hesaplı bir kulu[8] seçti
İbrahim İsmail buldular bir dem
Tevhidin delili Allaha kasem[9]
Dünya gördü rahmeten lil-âlemin[10]
İlk nur onda buldu ilah-i zemin
[1] Şüpheyle karışık umut
[2] “Rahman çocuk edindi.” dediler. Andolsun ki siz pek çirkin bir şey söylediniz. Neredeyse gökler çatlayacaktı bu söz yüzünden; yer yarılacak, dağlar yıkılıp yerle bir olacaktı: Rahman için çocuk iddia ettiklerinden ötürü. (Meryem suresi/ 88-91.ayetler)
[3] Dost
[4] O gün şefaat yarar sağlamaz. Ancak Rahman’ın izin verdiği ve sözünden hoşnut olduğu kimse müstesna (Tâ-Hâ suresi /109.ayet)
[5] Nübüvvet ve Risalet verilmiş İnsan
[6] Kâinatın özü
[7] Hesap gören ( Hasîb olarak Allah yeter) (Ahzâb suresi/39. ayet)
[8] Hz. Şit (AS) terzilerin, dokumacıların hesap bilenlerin piri
[9] Söz vermek
[10] Seni Biz, sadece âlemlere rahmet olarak gönderdik(Enbiya suresi/ 107.ayet)
Süleyman Çelebi Hazretlerinin Mevlid-i Şerif’ine naziremizdir
(Efendimizin Doğumundan sonra)
Doğum
Âmine hatunun rahmi hanesi
Varlığa müjdedir O’nun annesi
Rebiulevvel ayında bir ece
On ikinci günü ışıktır gece
O gece doğdu güldü tüm beşer
Anne gördü o an Miraca sefer
Dedi gördüm İki cihan annesi
Evim Yıldızlara konuk hanesi
Evimden şuleler göğe verdi can
Arş Ahmed yanında kaldı kısa an
Açıldı arşlar kapısı indi üç melek
Sundular suffa[1]dan kundağa yelek
Doğuda batı[2]da melekler bildi
Kâbe’de kalan kıyama dikildi
Cennetten melekler eyler tenezzül[3]
Kâbe onu tavaf da eylemez zül[4]
Üç dost göründü gözüne aniden
Geldi ezelden belirdi saniyen
Derler idi nur yüzlü Musa ban[5]isi
Diğer nur Ruhullah İsa annesi
Asiye’nin ellerinden Meryem’e
Süt pınarlarından bu yavru eme
Amine’yle diz dize oturdular
İki cihan Mustafa’yı sundular
Dediler yavrun gibi hiçbir oğul
Evvel Ahir Allah’a olmadı kul
Oğluna biat eden Hakka biat[6]ta
Öyle bir annesin daim taatta
Ey Âmine devletin sonsuz senin
Doğ Ahlak-ı güzel Muhammed Emin
Bu gelen ilm-i ledün[7] hasıdır
İçtiğin tevhid irfan tasıdır
İsmi Onun kâh Ahmet-i Mahmuddur
Miraç’da adı makam-ı Mahmuddur
Vakit doldu Âmine dedi tamam
Gelsin cihana o hayr-ül enam[8]
Susadı anne hararet pek katı
İçti “of”[9] duymamış şerbetin hası
Firdevs cennetinden gelmiş şerbeti
Rabbim lutfeyledi ulu heybeti
Kar ondan hem siyah ılık kalırdı
Bal ile şekerden tadı alırdı
İçti anı içi dışı nuru pak
Yıldızlara selam etti nuru yak
Huma kuşu ak kanadı ol revan
Şol doğumu kolay eyle hem heman
Doğdu o dem âlemlerin Sultanı
Nura garkdı semavat’ın her yanı
Kurtuluş isteyen iman eyledi
Yetmiş bin Salevat aşkla söyledi
Essalatü vesselamü aleyke ya Resulallah!
Essalatü vesselamü aleyke ya Habiballah!
Essalatü vesselamü aleyke ya Seyyidel-evveline vel-âhirin.
Şefaatinden Cümle Kâinatların nasiplenmesi duasıyla
Saygı ve dostlukla
Hilmi ÖZDEN
22. Aralık. 2015
Mevlid kandili
KAYNAKLAR
[1] Yetim, kimsesiz, yoksul kişilerin barınağı
[2] Doğu da batı da yalnız Allah’ındır. O halde nereye dönerseniz orada Allah’ın yüzü vardır. Allah Vâsi’dir, varlığı sürekli genişletip büyütür; Alîm’dir, her şeyi en iyi biçimde bilir.(Bakara suresi/ 115.ayet)
[3] Melekler ve Rûh, Rablerinin izniyle o gecede her iş için iner de iner! (Kadr suresi / 4. ayet)
[4] Alçalma üstüne gölde düşmesi
[5] Koruyucusu, büyütücüsü
[6] Sana biat edenler, ancak Allah’a biat etmişlerdir.( Fetih suresi/ 10.Ayet)
[7] Gayb ilmi, gönül ilmi
[8] Mahlûkların yaratılmışların en hayırlısı
[9] Peygamberimizin babası doğmadan önce (anne karnında altı aylıktı) annesi peygamberimiz çok küçükken (Altı yaşında iken) vefat etmiştir. Annesi ve babası ondan “üf” bile işitmemişlerdir.
“Rabbin, O’ndan başkasına kulluk etmemenizi ve anne-babaya iyilikle-davranmayı emretti. Şayet onlardan biri veya ikisi yanında yaşlılığa ulaşırsa, onlara: ‘Öf’ bile deme ve onları azarlama; onlara güzel söz söyle.”(İsra suresi/ 23.ayet)
DİPNOTLAR
[1] Prof. Dr. İsmail Çetişli, Türk Şiirinde Hz. Peygamber, Akçağ yayınevi, Ankara, 2012, s. 550.
[2] Ayvaz Gökdemir, Türk Kimliği, Kervan kitabevi, Konya, 2004,s. 77.
[3] Ayvaz Gökdemir, a. g. e., s. 77-78.
[4] Ayvaz Gökdemir, a. g. e., s. 78.
[5] Ayvaz Gökdemir, a. g. e., s. 78.
[6] Ayvaz Gökdemir, a. g. e., s. 79.
[7] Yunus Emre Aydın, Fâtimî Ordusunda Türk Unsuru, USAD, Selçuklu Araştırmaları Dergisi, Bahar 2020; (12): 337-362.
[8] Ayvaz Gökdemir, a. g. e., s. 80.
[9] Ayvaz Gökdemir, a. g. e., s. 81.
[10] Ayvaz Gökdemir, a. g. e., s. 81.
[11] Ayvaz Gökdemir, a. g. e., s. 81-82.
[12] Ayvaz Gökdemir, a. g. e., s. 82.
[13] Geniş Bilgi İçin Bkz. Ahmet Refik Altınay, Haçlılar, (Hazırlayan: Gülay Kırpık) Ötüken Yayınları, İstanbul, 2007.
[14] Dr. Osman Gürbüz, İktidara Uzanan Yolda Eyyûbî Ailesinin Serüveni, A. Ü. Türkiyat Araştırmaları Enstitüsü Dergisi [TAED] 48, Erzurum 2012, 387-405.
[15] Ayvaz Gökdemir, a. g. e., s. 82-83.
[16] Ayvaz Gökdemir, a. g. e., s. 84.
[17] Ayvaz Gökdemir, a. g. e., s. 84.
[18] Ayvaz Gökdemir, a. g. e., s. 85.
[19] Ayvaz Gökdemir, a. g. e., s. 86.
[20] Ayvaz Gökdemir, a. g. e., s. 87.
[21] Doç.Dr. M.Fatih Köksal,Mevlid-Name, Mevlid’in Yazılışının 600. yılına Armağan, Kırşehir, 2010,s.40.
[22] Doç.Dr. M.Fatih Köksal, a.g.e.,s.47.
[23] Geniş Bilgi için Bakınız: Doç.Dr. M.Fatih Köksal, a.g.e.
[24] Prof. Dr.İsmail Çetişli,a.g. e.,s.551-552.
[25] Ayvaz Gökdemir, a.g.e., s. 89.
[26] Ayvaz Gökdemir, a.g.e., s. 89-90.
[27] Ayvaz Gökdemir, a.g.e., s. 90.
[28] Ayvaz Gökdemir, a.g.e., s. 90-91.
[29] Ayvaz Gökdemir, a.g.e., s. 91.
[30] Ayvaz Gökdemir, a.g.e., s. 92.
[31] Ayvaz Gökdemir, a.g.e., s. 93.
[32] Ayvaz Gökdemir, a.g.e., s. 93-94.
[33] Ayvaz Gökdemir, a.g.e., s. 94.
[34] Erol Mütercimler, Aynadaki Tarih, ALFA Basım Yayım Dağıtım San. veTic. Ltd. Şti., İstanbul, 2018, s.382-383.
[35] İbrahim Candan, Seni Anlasaydık Bu Hâle Gelmezdik, Akasya Kitap, Ankara, 2005, s. 89.
[36] Sinan Meydan, Bir Ömrün Öteki Hikayesi, Toplumsal Dönüşüm Yayınları, İstanbul, 2003, s. 444.
[37] Sinan Meydan, a. g. e., s. 445.
[38] Ali Güler, Atatürk ve İslam, Halk Kitabevi, İstanbul, 2016, s. 109.
[39] Ali Güler, a. g. e., s 110.
[40] Ali Güler, a. g. e., s 111-112.
[41] Bu nüshayı Trabzonlu Mustafa Efendinin Hemşerisi aziz dostum Bayram Zengin Bey iletmiştir. O’da Sergen Çirkin Bey’den alıntı yapmıştır. Kendilerine minnet duygularımı ifade ederim.
[42] Kur’an’ın bir defa da indirilmesi.
[43] Kur’an’ın parça parça indirilmesi.